-Otoriter Düşünce ile
Baskıcı Yapılar Arasındaki İlişki Üzerine-
GİRİŞ
Bir önceki sayıda
“İslamcılık”ın, sorunlarının bugüne özgü olmadığını, doğasından kaynaklandığını
ve kadim bir özelliğe sahip olduğunu ifade etmiştim. Kendilerini Müslüman
olarak isimlendirenlerin varoluşlarını sürdürebilmek için yaptıkları
mücadeleyi, ister “cihad” ister “İslami Mücadele” isterse “İslamcılık” olarak
isimlendirsinler, ortaya koyulan ilke ve uygulamaların, Kur’an’ın temel ilke ve
hedefleri ile kıyaslandığında, bu temel ilke ve hedeflerle ciddi çelişki ve
çatışmalara işaret ettiğini ifade etmiştim. Çok özet olarak şunu
söyleyebilirim: Hem hâkim Sünni İslami hem de Şii İslami oluşumlarda ve
bunların türevi yapılardaki temel problemin, İslam algılarındaki batınilik-
zahirilik arasında sıkışmışlık yanında, doğrudan Allah algılarıyla ilişkisi
bulunan irade hürriyeti ve adalet algısı yoksunluğudur.
Bu yapıların, zihinsel
kodları ve akideleri, daha kadim dönemlerde bu iki temel (irade hürriyeti ve
adalet ilkesi) ilkeyi devre dışı bırakacak şekilde inşa edilince, ortaya çıkan
davranışlar da hem bireysel hem de toplumsal anlamda bu gerçekliğe uygun olarak
tezahür etmiştir. Yani bu yapı ve oluşumların Allah ile ilgili tasavvurları,
dünya ile ilgili tasavvur ve beklentilerini de şekillendirmiştir. Bu farklı
Allah tasavvurları tercih edilen hayatla yakından ilgilidir. Dolayısıyla bir
taraftan bakıldığında teori pratiği belirlemiştir, başka bir noktadan
bakıldığında ise pratik teoriyi ortaya çıkarmıştır. Sürekli birbirini
tetikleyen bir durum söz konusudur. Çünkü sözünü ettiğimiz bu teoriyi oluşturan
şey, İslam öncesinin geleneği ile Resul sonrası ilk on yıllarda yaşananlardır. Bu
açıdan herhangi bir bireyin/kişinin dünyası bu şekilde oluşunca, içinde
bulunduğu toplumsal yapılar da aynı algı çerçevesinde şekillenmek durumunda
kalmış, mevcut örnekler de bu durumu teyit etmiştir.
Öncelikle şu tespiti yapmak
durumundayız; İslam’ın hem ortaya çıktığı hem de dünyaya yayıldığı /fetihlerin
yaygınlaştığı dönemlerde yeryüzündeki, egemen algı ve uygulamalar da bu
yöndeydi. Yani, hem zihni algılar (teorik yapı) hem toplumsal yapılanmalar,
yönetim şekilleri, hiyerarşik yapılanmaları hem de ortaya koyulan uygulamalar
otoriter ve kişi merkezli bir durum arz ediyordu. Müslümanların, egemen dünya
ile aynı noktaya gelmiş, aynı şekilde düşünüyor ve yaşıyor olması, İslam’ın bu
eski dünyaya yeni ne getirdiği sorusunu akla getiriyor.
İslam’ın
totoliter yapı ve anlayışlara bir cevap olarak gelmesi
Hâlbuki İslam bir bütün
olarak, bu egemen otoriter, baskıcı yapı ve anlayışlara bir cevap olarak
gelmişti. Çünkü bu yapılar kişinin özgür iradesini kullanmasını ve seçme
hürriyetini engellediği gibi bireysel ve toplumsal adaletin önündeki en büyük
engeli de oluşturuyordu. Aynı zamanda bu yapıların egemen olduğu düzenlerde
toplumun tümüne yayılmış bir refahtan söz etmek de mümkün değildi. Bu yapılar
doğaları gereği toplum arasında sınıfların oluşmasını ve oluşan sınıflar
arasındaki çatışmaların da daimiliğini sağlıyordu. Bu durum doğal olarak,
toplumsal refahı ve adaleti ortadan kaldırdığı gibi, hem evrendeki doğal
dengeyi ve düzeni bozuyor, hem de yaratıcının evreni yaratmadaki amacı ve ilahi
adalet ile de çelişiyordu.
İstisnai bazı küçük
yapılanmalar hariç, devletlerin ve egemen güçlerin asıl ekonomik kaynağı savaş
ve çatışmalardı. Zengin ve güçlü devletlerin zenginlik kaynakları tarım, sanayi
ve doğal kaynaklar değildi, zenginliğin asıl nedeni savaş sonrası oluşan
doğrudan veya dolaylı olarak el
koyulan, gasp edilen mağlup ve mağdur toplumları zenginlik kaynaklarıydı.
Bu durum otoriter yapıları beslediği gibi, halkı/ tebaayı da otoriteye ve
otoriter yapıya mahkûm etmişti. Toplumun geçim ve zenginlik kaynağı savaşlardan
ve işgal edilen/ fethedilen bölgelerden elde edilen ganimetlerden oluşuyordu.
Bunlar galip toplumların halklarını bir müddet göreceli bir refah içerisinde
yaşatırken, mağluplar, mal, can, namus dâhil her türlü değerlerini kaybediyor,
bütün özgürlükleri ellerinden gidiyordu. Toprakları işgal edilmese, bir şekilde
ellerinde kalsa bile mağlup olmanın ekonomik ve sosyal faturasını
yöneticilerden çok halkın kendisi çekiyordu. Modern zamanlar dâhil sanki bu
kısır döngü yeryüzünün kaderi haline getirilmişti.
İslam’ın
tezi
İşte bunun için ilahi
irade zaman zaman/gerektiğinde devreye girerek,
insanoğlunun bu yapıp ettiklerine yönelik farklı bakış açıları getirerek,
bozulan denge ve düzeni aslına döndürmeye çalışıyordu. İşte İslam da bu tür yapılara
karşı verilmiş yeni (bugün için bile )bir cevaptı. O dönemin müktesebatı ve
algısı çerçevesinde, o dönemin dili ve kültürünün sınırları içerisinde bir
özgürlük, adalet ve refah talebi olarak ortaya çıkmıştı. Bu açıdan Kur’an’ın ve Resul’ün ilk yaptığı şey
geldiği toplumun zihinsel kodlarını yeniden inşa etmek oldu. Toplumsal
yapılanmalardaki dikey hiyerarşik yapıyı yıkarak, ilişki biçimini yatay olarak
ve sorumluluk merkezinde yeniden kurdu. Kabile asabiyesi yerine adalet üzere
bir millet var etmeye çalıştı. İlk yıllarda bunun muhteşem örnekliklerini de
ortaya koydu. Bu yeni yapı kişileri, hangi inanç ve etnik yapıdan gelirse
gelsin ve hangi anlayış üzerinde bulunursa bulunsun zulmetmeleri dışında onları
asla ötekileştirip düşman ilan etmedi.
Düşüncesini, akletme,
irade ve tercih edebilme hürriyeti, adalet ve ahlak/sorumluluk üzerine inşa
eden İslam, toplumsal ilişkilerinin merkezine de sorumluluk/ahlak/ hesap
verebilirlik, istişare ve adaleti koymuştu. Bireyler arasındaki denge ve
adalet, onların hak ve hukukları da bu ilkelerin içselleştirilmeleriyle mümkün
olacaktı. Onun için akletme ve sorumluluk bu anlayışın en temel iki sütununu
oluşturuyordu. İçselleştirilmemiş ve başkasına ait olduğu düşünülen bir
anlayışı uygulamak ne kadar mümkün olurdu. Bu durum olsa olsa münafıkların sayısının
artmasını sağlardı. Bu nedenle Kur’an’da iman, olmuş bitmiş bir olgu olarak
değil, bir süreç olarak ifade edilmiştir. “Ey iman edenler, iman ediniz”(Nisa:4/136) ayeti tam da bu durumu
ifade etse gerektir.
Resulün sağlığında bu
ilkeler hayata geçirildi, tüm renkleri içine alan, kabile asabiyesinin ve etnik
yapının bir ayrıcalık ve üstünlük oluşturmadığı, ekonomik ve siyasi güce itibar
edilmeyen ve hak, hukuk, sorumluluk/takva, ahlak ve özgürlüklerin merkeze alındığı,
kimlik ve kişilik sahibi eşit bireylerden meydana gelen yeni bir millet
oluşturuldu. Adına da İslam Milleti denildi.
Bu millet adından da anlaşıldığı gibi barışı ve sadece Allah’a
kulluğu/yönelmeyi amaçlıyordu. Resul sonrası ilk on yıl içinde insanın
doğasından kaynaklanan bazı sorunlar yaşansa da temel hedeften uzaklaşılmadı.
Özellikle, ilk halifenin seçilmesi sırasında yaşanan tartışmalar, oluşan
küskünlükler ve bu süreçte ortaya çıkan “Ridde Savaşları/olayları” hem toplumsal
yapıda hem de temel algıda ciddi kırılmalar meydana getirse de Hz Ömer dönemi
uygulamaları ile bu sorunların önemli bir kısmı telafi edildi.
Kabile
asabiyesine dönüş ve sürekli savaş hali veya “ganimet kültürü”
Ancak bu ilk on yılda
kesintisiz devam eden fetih hareketi bu kırgınlıkların unutulup, yaraların
sarılmasında önemli bir işlev gördü ise de asıl olumsuz yansımaları sonraki
yıllarda ortaya çıktı. Ayrıca bu sürekli savaş/ “cihad” hali toplumsal
sorunların nedenlerinin ve çözüm yollarının etraflı bir şekilde konuşulup tartışılmasına
da imkân vermedi. Bu yolla bilinçli veya bilinçsiz temel bazı sorunların üstü
örtülmüş oldu. Müslüman coğrafyadaki bu sürekli savaş ve “cihad” hali, diğer
pek çok toplumda olduğu gibi, Müslüman bireylerin geçiminin de “ganimet” olgusu
üzerinden karşılanması sonucunu doğurdu ve Müslüman topluluklar askeri bir
topluma dönüştü. Böylece yaşam biçimi farklı sınıfsal katmanların ortaya
çıkmasına ve bir “ganimet kültürü”nün oluşmasına neden oldu. Hz Ömer dönemi ile
birlikte “ganimet” artık özellikle Arap Yarımadası kökenli Müslümanların yegâne
geçim kaynağı haline geldi.
Aynı şekilde, özellikle ilk
halife seçimi sırasında Ebu Bekir’in “Araplar
bu Emr’i (reislik işini) ancak Kureyşli şu Hayy’e (cemaate) tanırlar. Onlar
Arapların neseb ve mevki bakımından ortada olanıdır.” Yani, “Kureyşliler kendilerinden olmayan birisine
itaat etmezler” sözü[1]
üzerine Hz Ömer’in bu kargaşa ortamında, hemen Kureyşin en zayıf kollarından
birine ait olan Hz Ebu Bekir’e biat ederek onun halife seçilmesini sağladı. Bu
seçimle, o dönemin şartları içerisinde “en makul olanının” yapıldığı ifade
edilse de, sonraki yıllarda bu “makul
olan durum” kalıcı ve “zorunlu” bir örneklik olarak karşımıza çıktı ve bu
“makul olan durum”dan “Kureyşin İmamlığı” teorisi icat edildi. Öyle ki bu, sıradan
bir söz ve uygulama olarak değil, reddi veya tartışılması kişiyi dinden
çıkarabilecek bir konuma oturtularak, Resulullah’ın “mütevetir/sahih bir sünneti”
olarak sunuldu. Çok geçmeden hem topluluklar, hem ulema hem de egemenler
tarafından kabul gördü ve temel İslami ilkeye dönüştü. Böylece bu anlayışı
savunanlar tarafından “Kureyş’in imamlığı” meselesi, dinin temel ilkesi haline
getirildi. Karşı çıkanlar, sapık, zındık, uç, marjinal gurup ve kişiler olarak
lanse edildi. Ve bu algı sonraki yıllardaki, toplumsal yapılanmanın ve devlet
idaresinin en temel sorunun ve ayrışmaların da kaynağını oluşturdu.
Bu seçim, çöldeki
isyanın boy gösterdiği bir ortamda Müslüman toplumu lidersizlikten kurtarmışsa
da, İslam’ın en temel hedeflerinden birisi, hatta varlık nedeni olan kabile
asabiyesini ortadan kaldırıp, Müslümanları bir millet ve ümmet olarak olan
yeniden inşa projesinin akamete uğramasının da en önemli sebeplerinden birisi
olmuştur. İşte bu ilk uygulamalar, sonraki dönemlerdeki egemen otoriter ve baskıcı
yapıların –hatta günümüzdeki Müslüman coğrafyadaki tüm tektipleştiren/otoriter
ve zulüm üreten devlet yapısı ile kurum ve sivil oluşumların da- şekilsel ve
bir görüntü olarak İslam boyasıyla boyanıp, İslam ile meşrulaştırılmalarında
–veya İslam’ın, İslam algısının otoriterleşmesinde- etkili oldu. Ve bu durum, İslami
bir gereklilik ve bir gelenek olarak toplumsal hayatın içinde kök saldı.
Sonraki on yıllar ve
yüz yıllardaki otoriterleşmenin, adaletten uzaklaşılmasının,
istişarenin/şuranın anlamsızlaştırılıp içinin boşaltmasının, hatta gereksiz
olarak görülmesinin, irade özgürlüğünün ve bireyin tercihinin reddedilmesinin
en temel sebeplerinden biri, bu ilk on yılda kabile asabiyesine kapı aralanması
ve “fetihçi/savaşçı” uygulamalar ile arkadan gelen birkaç on yıldaki Kur’an’ın
ruhuna aykırı uygulamalardır. Çünkü sonraki yıllardaki her bir uygulama ve
davranış bu dönemdeki İslam algısı ve uygulamaları üzerine inşa edilmiştir.
Yapılan pek çok yanlış ve haksız uygulamaya bu dönemlerden gerekçe
üretilmiştir.
Sorunlu
din algısı, sorunlu dönemlerde üretildi
Ancak sonraki Müslüman
kuşaklar açısından daha önemlisi, İslam Dininin farklı boyutlarıyla tedvinin bu
sorunlu yıllarda, üstelik bu ilk on yıllardaki algı, anlayış ve uygulamalar
esas alınarak yapılmış olmasıdır. Kavgaların, çatışma ve savaşların,
kutuplaşmaların, ayrışmaların, küskünlüklerin, düşmanlıkların, dışlamaların,
ötekileştirmenin, dünyevileşmenin, tepkiselleşmenin, zahirileşmenin,
batinileşmenin, içe kapanmanın, her türlü zıtlığın ve ümitsizliğin zirve yaptığı
bir dönemde, olanlardan etkilenmeden bir zihin, fikir, din, dil, anlayış ve
yapı inşa edebilmek ne kadar mümkündür? Ben mümkün olmayacağı ve olmadığı
kanaatindeyim.
İşte bu dönemde tedvin
edilen algı, anlayış, fikir ve metinler bugün din olarak yaşadığımız ve din
olarak gördüğümüz şeylerdir. Bu tedvin edilen dinin, Resul dönemi
uygulamalarıyla birlikte, Kur’an’ın temel ilke, hedef, nüzul seyri, nüzul
ortamı ve bütünlüğü esas alınarak bir sağlaması ve kritiği yapılabilmiş midir?
Yapılmışsa bile yüzyılımızın Müslüman’ı bunlardan ne kadar haberdardır? İlk iki
yüzyılda bu algı, anlayış ve uygulamalara köklü eleştiriler getiren Rey
Ehli’nin itirazlarından ve karşı argümanlarından ne kadar haberdarız? Bunların
iktidar, devlet yönetimi, yöneticilerin, sorumlulukları, yönetim şekilleri ve
hiyerarşik ve otoriter yapılarla ilgili söyledikleri hakkında hangi bilgiye
sahibiz. En önemlisi bu itiraz ve karşı görüşlerin metinleri kütüphanelerimizde
bulunmakta mıdır?
Maalesef, Müslümanlar
olarak ne biz bunlardan haberdarız, ne de bu metinler kütüphanelerimizde
mevcuttur. Çünkü ilk iki yüzyıla ait rey ehline, dolayısıyla ilk dönem Mutezile
ekolüne ait metinler, hicri 250’lerden itibaren bilinçli ve planlı bir şekilde
hayatın bütün aşamalarından yok edilmiştir. Bu nedenle, bu ekollerden ele
alınıp okunabilecek ve bir sonraki nesle aktarılacak hiçbir metin
bulunmamaktadır. Örneğin pek çok kitap ve risale yazdıkları halde ne Hasan
Basri’den (Emevi sultanına yazdığı bir mektubu dışında), ne Ebu Hanife’den
(kendisine ait olduğu şüpheli on sayfalık bir metin dışında), ne Vasıl b.
Ata’dan, ne İbn Ubeyd’ten, ne Nazzam’dan ne de Hallaf’tan bir yazılı metnin bize
ulaşmasına izin verilmemiştir. Ancak o dönemde yazılan egemen algıya kaynaklık
eden zahiri, batini, ehli hadis ekollerine ait metinler pek çok versiyonu ile
elimizde mevcuttur. İmam Şafi’nin, Mukatil b. Süleyman’ın, İbni Kuteybe’nin,
Ahmet İbni Hanbel’in, İmam Yusuf’un kitapları buna örnek verilebilir.
O dönemle ilgili
“bilgi”leri, ya çok sonraki yıllardaki, “filozoflaşmış”, toplumsal sorunlardan
uzaklaşarak marjinalleşmiş, yahut “ehlileşmiş/mutedilleşmiş”, Ali Cübai, Kadı Abdül Cebbar ve Zamahşeri gibi ehli rey
ve Mutezile ekolü taraftarlarının yazdıkları üzerinden ya da karşıtlarının
aktarımları ve tanımlamaları (el Bağdadi, İbn Kuteybe, İmam Şafii ve Müfessir
Razi gibi…) üzerinden elde ediyoruz. Günümüzde bu ehli rey eksenli muhalif
anlayışlarla ilgili çalışmalar yapanlar da buralardan yararlanarak bazı
tespitlerde bulunmaya çalışıyorlar. Dolayısıyla yapılan tüm okumalar sizi bir
noktaya kadar getiriyor ve ondan sonra kendi yorum ve çıkarımlarınızla karşı
karşıya kalıyorsunuz. Çünkü çok kısıtlı ve yönlendirilmiş metinler bundan sonra
size kılavuzluk yapamıyor. Bundan sonra kılavuzluğu, kendi birikiminize,
tecrübenize ve aklınıza devretmeniz gerekiyor. Böyle yapmayıp, metinlerin
tükendiği noktadan sonra konuşmayı hala bu yönlendirilmiş metinler üzerinden
sürdürmek sizi egemen dile ve mantığa mahkûm ediyor. Böyle yaptığınızda yeni ve
doğru bir şey söylemiş olmadığınız gibi egemen anlayışın arzusu yönünde, onun
değirmenine su taşımış oluyorsunuz. Bu da özgürlüklerin önünün kesilmesi,
otoriter ve baskıcı yapıların kutsanması anlamına geliyor. Bundan dolayıdır
egemen İslam’ın temsilcilerinin bu muhalif yapıları nasıl dinin dışına çıkarıp
yok saydığı, onlarla ilgili ipe sapa gelmez pek çok yaftalamalar yaptığı çoğu
okuyucunun malumudur.
Fetihçi/cihadçı
anlayışların ve asker bir millet olmanın toplumsal yansımaları
Aynı şekilde sonraki
dönemlerde Müslüman zihnin şekillenmesine bu “fetihçi/savaşçı ve ganimet
eksenli” yaşam biçiminin de önemli etkisi olmuş, Müslüman kuşaklar cepheden
cepheye koşarken ve bunu kendileri için bir ayrıcalık/üstünlük olarak görürken,
kendilerini hayatın bazı alanlarının dışında tutmuşlardır. Özellikle tarım,
ticaret ve zanaat büyük ölçüde gayri Müslimlerin veya İslam’ı özümseyememiş mevaliden
“yeni Müslümanların” tekeline geçmiştir. Bu durum bir ölçüde “zımmileri” de
memnun etmiş, onlar kendilerine ayrılan alanlarda eski egemenliklerini biraz
daha pekiştirerek devam ettirmişler. Zaman zaman bu alanlardaki üstünlüklerini
siyasete de taşımışlardır.
Müslümanlar asker bir
millet olarak aslında dünya işlerinden ellerini ayaklarını çekmişiler ve mistik
yapılanmalara meyleder olmuşlardır.[2]
Osmanlı deneyimi bunun en ilginç örnekleriyle doludur. Aynı şey ilim/bilim,
felsefe, edebiyat ve sanat için de söz konusu olmuştur. Dar çerçeveli dini
ilimler dışındaki bütün alanlar gayri Müslimlere bırakılarak, bir anlamda egemenliklerini
de onlara teslim etmişlerdir. Bu alanlarda bugün bizim dilimizden
düşürmediğimiz mevaliden bazı alimler de temayüz etmişti. Öyleki bugün bizim
İslam Medeniyetinin güzel örnekleri diye gururla her platformda ortaya koymaya
çalıştığımız bu ilim adamları kendi dönemlerinde önemli sıkıntılar yaşamış,
geleneksel anlayışın dışında bir anlayışa sahip oldukları için, “zındıklık”la
suçlanarak pek çoğunun ölümü normal yollardan olmamıştır. Bu dışarıda kalma
durumu, Müslümanların hayatın dışında kalmalarına da neden olmuş. Özellikle bu
durum, üretimin dışında kalmalarında ve tembelleşmelerinde de önemli rol
oynamıştır. Hatta bu tembelleşme öyle bir hal almıştır ki, tek yaptıkları şey
olan “cihad/kital” için bile yerlerine, mevaliden ücretli adamlar göndermeye
başlamışlardır.
Öyle ki, ganimetlerin,
işgal edilen/fethedilen bölge halkının mallarına el konulmasının ve sultandan
elde edilen bazı ayrıcalıkların ortaya çıkardığı zenginleşme İslam
coğrafyasında bir aristokrasinin oluşmasına neden oldu. Aniden zenginleşen,
zenginleşmeleriyle birlikte siyasi güçleri de artan bu ailelerde geleneksel
yaşam biçimleri yerine yeni yaşam biçimleri, yeni alışkanlıklar oluşmaya
başladı. Özellikle başkentte ve bazı büyük şehirlerde zengin aileler arasında,
lükse ve tüketime dayalı bir yarış ortaya çıktı. Büyük saraylar inşa edilerek
buralarda “bin bir gece masalları” yaşanmaya başlandı. Bu yaşam biçimi zaman
içerisinde kendi kültürünü ve edebiyatını da oluşturdu. Devletin adı İslam’dı,
ülkede sözde şeriat hâkimdi. Müftüler fetvalarını veriyorlardı ama bu
aristokratik yapı da istediği şekilde lüks ve şatafat içerisinde, helal haram
sınırlarını önemsemeden yaşamaya devam ediyordu. Adalet ve mütevazılığin
girmediği bu saraylardaki hayat bir şekilde kendi meşruiyetlerini elde etmişti.
Oysa Resul dönemi
uygulamalarında, Müslüman hayatın mütevazılıği, onun örnek olmasının en
belirgin yanını oluştururken, Müslümanların, hayatın her aşamasında ve her
yerinde Müslüman sorumluluğu ve hassasiyetiyle var olduklarını gösteriyordu.
Kur’an ifadeleri de onları sorumlu davranmaya ve mütevazı olmaya yöneltiyordu.
Müslümanlar hayatın bütün alanlarında var olmakta, kendilerini geliştirmekte,
eksik ve yetersiz oldukları alanlarda eksiklerini gidermek için çaba sarf
etmekteydiler. Eksiklerini giderecek makamın/ kaynağın, Müslim ve gayri Müslim
olması onlar açısından bir önem arz etmemekteydi. Ancak sonraki yıllarda
iktidarda olmanın verdiği kibir ve üstünlük algısı Müslümanları pek çok konuda hayatın
gerçekliğinden koparmış, bir yabancılaşma ve tembelliği de ortaya çıkarmıştı.
Bu “fetihçi/savaşçı” anlayışın oluşturduğu en
temel sorunlardan birisi de gerçek anlamda bir “şehir”in kurulamamış olmasıdır.
Çünkü hem yeni kurulan şehirler, hem de eski şehirlere yapılan ekler ve
yerleşim biçimi, savaşların bir yansıması olarak kabile merkezli olmak
durumunda kalmıştı. Eskiden, cahiliye döneminde, vahasında veya çöldeki
beldesinde bir kabile hiyerarşisi ve kültürü çerçevesinde, dolayısıyla kendi
aralarında bir bütün olarak yaşayan kabileler, bu hiyerarşik yapılarını ve
mevcut geleneklerini kendilerine ayrılan mahallelerde yaşamaya devam etmişlerdi.
Her kabileye ayrı mahalleler tahsis edilmiş, buralarda çöldeki yaşam
biçimlerini devam ettirmişlerdi. Böylece Arap Yarımadasından/ çölden kadim
dünyaya/ Mezopotamya’ya, Suriye’ye, İran’a, Mısır’a inip, buraların önemli ve
tarihi şehirlerine yerleşen kabileler, bu yeni gettolarında/ vahalarında diğer
kabilelerle ve şehrin yerlileriyle gereği gibi tanışıp kaynaşmadan, kendileri
kalarak, dışarıdakini de ötekileştirerek yaşamaya devam etmişlerdi.
Bugüne geldiğimizde de
benzer bir manzara ile karşılaşıyoruz. Bütün teknolojik yeniliklere, “siyasi ve
sosyal devrimler”e rağmen şehirlerin yapısında, daha çok şişmesi dışında fazla
bir değişiklik olmamıştır. Özellikle göçün devasa boyutlara ulaştırdığı bugünün
metropollerindeki manzaranın bu geçmiş dönemdeki şehirlerin yapısından pek de
farklı olmadığı görülmektedir.
Bundan dolayıdır,
ataerkil kabilesel anlayışların ve otoriter hayat algısının devam ettiği bu
yerleşim birimlerinde özgür düşünceli ve sorumluluk sahibi bireyler yetişmemektedir.
Kendisini, kendi fikir ve eylemleri ile değil kabile/ aşiret, cemaat aidiyeti
üzerinden tanımlamakta, kendisini bu yapılar ve bu yapıların ürettikleri
üzerinden var kılmaktadır. Günümüzde modern kabileler olarak
adlandırabileceğimiz ulus devletlerin birey ve toplum üzerindeki yansıması da
bundan farklı değildir. Bu nedenle ulus devletler dâhil, bu tür yapılanmalardan
birey değil, birer nefer, fedai ve emir eri çıkmaktadır.
İlk
İslami uygulamalar
Risalet öncesi Mekke’deki
yerleşim durumu da tam böyle bir manzara arz ediyordu. Her kabilenin kendine
özgü mahallesi vardı. Ancak risalet sonrasında kabile asabiyesi ve kabile
kardeşliği yerine “İslam Milleti/ ümmeti” ve “İslam kardeşliği” ilkesinin
yerleştirilmesi bu yerleşim düzenini ve hiyerarşik yapıyı alt üst etti. Farklı
etnik ve inanç kökeninden gelen insanlar aynı mahallelerde birlikte yaşamaya
başladılar. Bunda Müşriklerin psikolojik baskılarının önemli bir katkısı olsa
da kaynaşmak, paylaşmak, örnek olmak, farklı din ve kültürler ile bir arada
herkesin kendisi kalarak yaşamaya çalışması ve farklılık içinde birlikte, gettolar
oluşturmadan yaşamak Müslümanların bilinçli bir tercihiydi. Çünkü bunlar Müslüman
olmanın en temel şiarlarıydı. Ancak burada tüm bunlar bir zorlamayla değil,
ihtiyaçların yönlendirmesi esas alınarak, tedricilik içerisinde oluşturulmaya
çalışılmıştır.
Aynı şeyin Hicret
sonrası Medine’sinde de yaşandığını görüyoruz. Mekke’den gelen Muhacirlerin imkânlar
dâhilinde şehrin çeşitli bölgelerine dağılarak yerleşimleri yapılmış. Bu durum
Medine’de İslam öncesi dönemden kalma Evs- Hazreç kabilelerinin hem ayrışmasına
hem de rekabetine son vererek, mahallelerin birbiriyle kaynaşmasına, insanların
birbiri ile daha yakından tanışıp kaynaşmalarına vesile olmuştur.
Bu durum sadece
Mekke’den gelen muhacirlerle sınırlı kalmamış, ilk dönem İslam coğrafyasındaki
tüm bölgelerden gelenler için de söz konusu olmuştu. Medine, özellikle Resul
döneminin son yıllarında bölgenin en kozmopolit ve çok kültürlü şehrine
dönüşmüştü. Bölgenin bütün renkleri Medine
sokaklarında kendisine yer bulabiliyordu. Çöldeki bedeviden, Necranlı ve
Habeşistanlı Hıristiyanlara, Bahreynli ve Şamlı tüccarlardan, dinini öğrenmek
isteyen yeni Müslümanlara kadar her kesimden insana kucağını açmıştı. Yahudiler
zaten şehrin asli unsurlarıydılar. Bu renklilik ve çok kültürlülük içinde her
şey konuşulup tartışılıyordu. Bu tartışmalar yeni yapının temellerini de
yükseltiyordu. Medine, bir siyasi merkez olmasının yanında bir ticari merkez
olduğu gibi aynı zamanda da bir ilim merkeziydi de. Medine aynı zamanda kimler
olduğu bilindiği halde Münafıkları içinde barındıracak kadar da bir hoşgörüye
de sahipti.
Diğer tüm farklı
unsurların kendilerini diledikleri gibi ifade etme imkân ve araçları varken Münafıklara
da herhangi bir mahalle baskısı uygulanmıyordu. Onlar bile sivri dillerini
sakınmadan kullanabiliyorlardı. Bölgenin yönetiminde de herhangi bir kabile ve
etnik yapının özel bir ayrıcalığı söz konusu değildi. Görev dağılımında
yetkinlik ve katılımcılık esas alınıyordu. Resul’ün yakın çevresinde, zencisi,
Rum’u, Farsı dâhil her kesimden, her kabileden insan vardı. Daha sonraki
yıllarda Medine’nin özgür düşüncenin merkezi olmasında bu fiziki yapının ve
buradaki özgün tecrübenin de önemli bir katkısı olmuştur.
Kadir
insandan muktedir topluluklara
Ancak daha sonraki
yıllardaki, savaş konseptinin oluşturduğu güvenlik endişesi ve asimilasyon
korkusu, Kabile asabiyesinin kutsanması, Resul sonrasında ilk dönem
Müslümanlarının cahiliye/ kabile yerleşim, şehirleşme konseptine geri dönmelerine
neden olmuştur. Daha sonraki yıllarda bu konsepte dini bir anlam yüklenmesi, bu
konseptin İslami bir modelmiş gibi algılanması sonucunu doğurmuştur.
Dolayısıyla bu durum, metropol boyutundaki şehirlerde bile, toplumların
birbirinin yabancısı olarak ve öteki üreterek hayatlarını devam ettirmelerine
yol açmıştır.
Böylece her toplum
çölde olduğu gibi değişmeden, kendisi olarak
kalmış, kaynaşma ve dayanışma oluşmamış, en önemlisi de bu
toplumsal/ kabilesel yapı içerisinde bireyler/kişiler kabilenin bir dolgu
malzemesi, bir neferi, savaşçısı olmaları dışında bir görev üstlenememişlerdir.
Elde edilen zenginlikte bu kabile algısı ve geleneği içerisinde tüketilmiştir. Yani
gerçek anlamda, sorumluluk sahibi, kendi tercihleri bulunan bir birey inşa
edilememiştir. Başta İslam’ın (Kur’an ve Resul’ün) inşa ettiği, sorumluluk
sahibi bu birey, daha sonraki algı, anlayış ve uygulamalar sonucunda hakkın
rahmetine kavuşmuştur. Onu diriltme çabaları her dönemde söz konusu olmuş ise
de bugüne kadar önemli bir başarı elde edilememiştir. Aslında toplumların,
devletlerin, cemaatlerin hikâyeleri de bunlardan ibarettir.
Öyle ki, sürekli fetih
ve savaş içerisinde olmak, onların sorgulama ve öğrenme duyularının dumura
uğramasına neden olmuş, bunun sonucu olarak cephe gerisinde ve evlerinde
bulundukları dönemlerde bile bir asker gibi düşünmeye başlamışlardır. Otoriter
yapı, ast-üst ilişkisi ve dikey hiyerarşik yapılanma onlar için hayatın doğal
bir yansıması olarak algılanmaya başlanmıştır. İşte Müslüman zihnindeki ve
toplumsal yapılanmasındaki bu otoriter ve baskıcı yapının önemli bir nedeni de
İslami bir şart olarak ortaya konan bu “sürekli cihad/ sürekli savaş” içinde
yaşama durumudur.
Cihadın, kital ve savaş
olarak algılanıp anlatılması, mücadele, cehd ve cihad kavramlarının içinin
boşaltılmasına, dolayısıyla esas cihadın Müslümanca yani İslamın amaçlarını
kavrayıp ona uygun olarak mütevazi bir şekilde yaşamak olduğunun unutulmasına/
unutturulmasına neden olmuştur.
Baştan beri anlatmaya
çalıştığımız pek çok olay ve durum, Müslümanları, İslam’ın bilinç, sorumluluk
ve özgürlük üreten ortamından uzaklaştırarak, tepkisel, içe dönük, kendine
güvenmeyen, öteki üreten ve ürettiği bu ötekiyi sürekli kendisine düşman gören
bir algının oluşmasını sağlamış. Bu nedenle bu algı, onun güvenlik eksenli ve
otoriter merkezli bir dünyaya kaymasına neden olmuştur. Böyle bir dünyada
yaşamak durumunda kalmalarının ve birbirini tetikleyen bu yapılanmanın temel
iki nedeninden söz edilebilir.
Birincisi yeniden
kabile asabiyesine dönüş, ikincisi ise İslam’la birlikte ortaya çıkan “fetihçi/cihadçı”,
“sürekli savaş/ cihad” anlayışıdır. Hem kabile asabiyesine dönüş, hem de
“kesintisiz cihad” anlayışı, insan algısının yeniden otoriter bir biçimde
şekillenmesine neden olmuştur. Öyle ki, İslam’la birlikte şekillenen ve çevresiyle
barış içinde yaşayan ve sorumluk sahibi insandan, çevresine hükmeden, ahlak ve
adaleti değil gücü ve mülkü önemsemeyen, kadir-i mutlak insana dönüşmüştür. İlk
dönemde üretilen, “insanın Allah’ın halifesi olması” tezi de bu kadiri mutlak
insanın tezahüründen başka bir şey değildi[3].
Bu geriye doğru evirilme sadece insanın zihinsel serüveniyle sınırlı kalmamış,
yapıp ettiklerine yansıdığı gibi, kurduğu yapılar, ortaya çıkardığı ürünler de
bu yönde olmuştur. Üstelik tüm bunlar, insana irade ve seçme hakkı vermeyen, adaletinden
değil, gücünden emin olamayacağımız kadiri mutlak Allah anlayışını merkeze alan,
mutlak itaatçi ve bireyin iradesini yok sayan Cebriyeci bir anlayışın
gölgesinde olup bitmiştir.
Bu nedenle böyle bir
anlayıştan ve böyle bir ortamdan özgür irade ve sorumluluk sahibi bir birey
değil, kalabalığı/orduyu tamamlayan bir nefer, bir asker çıkmıştır. Doğal
olarak onların toplumsal yapılanmaları ve yapılanma biçimleri de tepeden
aşağıya/ dikey/piramitsel olarak şekillenmiştir. Bu yapılanmalar doğal bir
sürece değil zora dayandığı için, yapılanmaları da kaçınılmaz olarak bu şekilde
gerçekleşmiştir. Oysa doğal ve sorumluluk eksenli bir yapılanma, ast-üst
şeklinde değil, yatay ve iş bölümünü esas alarak inşa edilirdi, dolayısıyla
öteki ve düşman da üretmezdi. Düşman üretmediği gibi, kendini düşman olarak
tanımlayanlara da ayna olarak, kendilerine bakmalarını ve özeleştiri yapmaları imkânını
sağlar, adil olmaktan kimseye zarar gelmeyeceğini bir süreç içinde onlar da
öğrenirlerdi. Çünkü İslam’ın kendileriyle bir sorunu olmadığını, toplumsal adaleti,
bireyin özgürlüğünü ve mutluluğunu hedeflediğini, zalim olmayanlara İslam’dan
bir zarar gelmeyeceğini, zalimlere dokunacak olan zararın da zulümlerinin
engellemesiyle sınırlı kalacağını bilirlerdi. Çünkü İslam toplulukları değil,
bireyi, bireyin huzur ve mutluluğunu, onun özgür gelişimini esas alır. Bu
nedenle toplumsal yapıyı da böyle bir insanı ortaya çıkaracak ve yaşatacak
şekilde dizayn eder. Bundan dolayıdır ki ilk örneğine bakıldığında bu
yapılanma, çevresindeki topluluklarca da korkunun değil adaletin ve barışın
temsilcileri olarak algılanırlardı. Çevrelerinin karanlık olması onların da
kararmalarına neden olmaz, aksine kendi aydınlıklarından çevreleri de
yararlanırdı.
Resul dönemi
uygulamaları bunun en güzel örneklikleri ile doludur. O dönem, Kur’an’ın
rehberliğinde, yani Kur’an esas alınarak okunduğunda bize böyle bir fotoğraf
sunar. Bu örneklik sadece Resul’ün şahsında değil, toplumun tümünü içine alacak
genel toplumsal bir model sunulduğu görülür ve sadece seçkinleri, çok zekileri,
çok zahitleri değil sıradan, ortalama bir insanı hedef aldığı görülür. Medine
döneminde pek çok savaşın oluyor görünmesi, biraz Mekke hanedanlığının
hazımsızlığı sonucu yaşanmak durumunda kalmış daha çok savunma refleksiyle olmuş
bitmiş şeylerdir. Biraz da Mekke ile olan sürtüşmeleri aile içi kavgalar olarak
okumak gerekir. Bununla birlikte sonraki dönemin savaş merkezli hayat algısına
göre oluşturulan tarih algısı bu olayları olduğundan fazla büyüterek, sonraki
yıllardaki fetihçi anlayışın dayanağı haline getirmişler ve savaşçı bir resul
portresi oluşturmuşlardır. Bu algı Resulün Medine’yi barış ve huzurun merkezi
yapma mücadelesinin örtülmesine neden olmuştur.
Çünkü sonraki
dönemlerin üretilmiş tarihinden kalkılarak bir okuma yapıldığında farklı bir
resul ve farklı bir “asr-ı saadet” ile karşılaşırız. Böyle bir okumaya göre Resulullah
Muhammed, barış ve özgürlüğün değil savaşın ve ganimetin peygamberidir. Üstelik
sonraki dönemde cereyan eden olayların da başlatıcısı ve ilk uygulayıcısıdır.
Bir elinde kılıç bir elinde Kur’an, İmparatorluklar döneminin kadiri mutlak
devletini inşa etmiştir. Dolayısıyla böyle bir devlet içinde ortaya çıkan
olaylardaki sorumluluğun da sahibidir.
Ancak bu okuma pek çok
açıdan bünyesinde problemler barındırmaktadır. Çünkü bu okuma, Kur’an’ın resul
anlatımı ve ona yüklediği misyonla ve en önemlisi de Kur’an’ın temel
hedefleriyle çok açık biçimde çelişmektedir. Ancak bu okumalarda bu açık çelişki
görülemediği gibi var olan da tabu haline getirilerek, tartışma dışında
bırakılmıştır. Oysa aynı tarihi veriler ve olaylar, Kur’an’dan bağımsız olarak,
önyargısız biçimde ve çapraz bir okumaya tabi tutularak okunduğunda da
geleneksel olandan farklı sonuçlar ortaya çıkabilmektedir.[4]
Ancak ne yazık ki daha
sonraki yıllarda bir kısmını makale içerisinde ifade ede geldiğimiz pek çok
sebepten dolayı Müslüman toplumun resul algısı tamamen değiştiği gibi, Kur’an’ın
temel ilke hedeflerinin onlar açısından bağlayıcılığı da kalmamıştı. Lider ve
ulemanın öncelikleri Kur’an’ın öncelikleri haline gelmiş, böylece yeni bir
birey ve toplum ortaya çıkmıştır. En acı olanı ise Peygamberimizle aynı havayı
teneffüs eden sahabelerin bile bu yeni yapıdan paylarını alarak yeni insanlara
dönüşmüş olmalarıdır. İşte bu yeni insan, yeni Müslüman günümüzdeki
Müslüman’dır. Resul sonrası ilk yirmi yıldan sonradır da, -yani yaklaşık olarak
1500 yıldır da- aynı Müslüman’dır.
Bugün ne durumdayız
Bugüne geldiğimizde
kendilerini İslam ile ilişkilendiren yapılanmaların, devletlerin, cemaatlerin,
grupların hepsinin;
1-
Lider merkezli, hiyerarşik/pramitsel/
dikey yapılanmaları ve istişareden uzak oluşları,
2-
Ötekileştiren
ideolojik nitelikleri ve
3-
Bireyin
iradesini ortadan kaldırmaları
Konusunda tüm
Müslümanlar hemfikirdir. Ancak bu hemfikirliliğin ne anlama geldiği konusunda
Müslümanlar hemfikir değillerdir. Şöyle ki; bu üç şıkta ifade edilen durum,
Müslümanların kahır ekseriyetince, doğal ve olması gereken bir durumdur,
üstelik onlara göre İslami olan da budur. Yani, lider merkezli olma,
ötekileştirme ve bireyin iradesizliği zaten olması gereken bir şeydir. Bunlar
egemen İslam algısının da özünü oluştururlar. Bizim de içinde bulunduğumuz
azınlığı temsil eden insanlar için ise durum probleme işaret eder ve iki
boyutludur. Geçmişteki ve günümüzdeki mevcut yapılanmaların böyle oldukları
doğrudur, ancak bu durum, olması gereken olmadığı gibi İslami olan da değildir.
Yani bunlar toplumsal sorunlarımızın en problemli alanlarını oluştururlar. Yazının
önceki bölümlerinde İslam algısının ve Müslümanların toplumsal yapılanmalarının
bu hale gelmesinin nedenlerini ve nasıl olması gerektiğini az çok konuştuğumuz
kanaatindeyim.
Bu güne geldiğimizde günümüzdeki
yapılanmaların hiyerarşilerindeki katılık ve lider sultası tüm teknolojik yeniliklere
ve dünyanın bireylerin avuçları içerisinde olmalarına rağmen eskisini aratacak
düzeyde olduğunda şüphe yoktur. Tüm bu teknolojik yenilikler şeffaflığı ve
özgürlüğü değil, bağımlılığı ve sorgulanmazlığı tetiklemektedir. Liderler ve
cemaatlerin önderleri de bu durumdan sonuna kadar yararlanmaktadırlar. Bu
açıdan baktığımızda modern görünümlü pek çok sivil toplum örgütlerindeki
yapılanmaların da geleneksel hiyerarşi içerisinde oluştuğunu görürüz. Modern
bir görüntü arz eden onlarca komite, komisyon ve çalışma grubu, doğal bir iş
bölümüne ve bir istişarenin varlığına işaret etmez. Bu komiteler daha çok emir
komuta zincirinin bir parçası olarak, emri hayata geçirmek için vardırlar.
Dolayısıyla buralardan çıksa çıksa en iyimser haliyle, lideri, ya da cemaat
veya yapıyı kutsayan, bir arı kolonisindeki işçi arılar ve işçi arılar düzeni
çıkar.
Günümüzde belki
eskisinden farklı olarak cemaat/ yapı ve müntesip/üye ilişkilerini, onların
aidiyetini, algı ve doğmalardan çok dünyevi çıkarların belirliyor olmasıdır. Yapı
ve cemaatlerin bu özelliği, onların üye bulmalarını ve üyelerin onları
sahiplenmelerini kolaylaştırdığı bir gerçektir. Ancak bu sahiplenmelerin
nitelikten çok bir niceliğe işaret ettiği de başka bir gerçek olsa gerektir.
Üyelerdeki bu dünyevileşme
talebi, cemaat ve yapılar çok dünyevileştiği için mi ortaya çıkmıştır, yoksa
üyelerin böyle bir yaklaşım içinde olmaları mı cemaati bu noktaya getirmiştir.
Bu gerçekten tartışmalı bir durumdur. Bu durum biraz yumurta tavuk ilişkisine
benzemektedir. Dolayısıyla hem üye cemaati bu noktaya itmekte hem de cemaat
doktrini üyeyi böyle bir talep konusunda tetiklemektedir. Aslında bu, sonuç
açısından o kadar da önemli bir durum değildir, sonuçta cemaat üyeden, üye
cemaatten memnun bir şekilde birbirlerini taşımaya devam etmektedirler.
Günümüzdeki sivilinden resmisine mevcut durum aynen böyledir.
Bu dünyevileşme talebi,
kendisini ve içinde bulunduğu yapıyı sorgulamaya mı neden olur yoksa onu
bulunduğu yere daha da bağımlı hale mi getirir? sorusunun bu yapı içerisinde
fazla anlamlı olmadığını düşünüyorum. Ancak iletişim araçlarının artması
insanların etkileşimine bazı yeni imkânlar sağlayabilir ümidi, zaman içerisinde
bir sorgulamanın ortaya çıkmasına zemin oluşturma ihtimalini de akla
getirmektedir. Bunu yaşayıp göreceğiz veya yaşayanlar görecektir.
Ancak biz şunu çok açık
bir şekilde görüyoruz ki, doğrudan bir dünyevileşme/ zenginleşme talebi
olmayan, çalışmaları böyle bir sonuç doğurmayan, örneğin hak ve adaleti savunan
sivil yapılar üye bulmakta zorlandıkları gibi, diğer yapılar tarafından da
dışlanıyorlar. Bunun böyle olmasında, kendi hatalarının olup olmadığının bu
yapılar açısından bir özeleştiri konusu yapılması zorunluluğu inkâr edilemez.
Ancak sorumluluğa ve özgürlüğe talip olmak, insanlık tarihi göstermiştir ki çok
matah bir şey değildir ve insanlar düşünmek ve sorumluluk almaktan genel olarak
korkmaktadırlar. Egemen yapıların bu muhalif grupçukları dışlamalarını elbette
sadece bugüne özgü görmemek gerekir. Gücü ve otoriteyi merkeze alan yapıların
genel durumudur bu ve kadim dönemlerden bu yana da hep böyledir.
Ne yapmalıyız?
Peki, ne yapmalıyız? Aslında
yapacak fazla bir şey yok. “Ey iman edenler, iman ediniz” ayetini hayatımıza
geçirmemiz yeterli olacaktır. Ama bu ne demektir? İman edilecek şey nedir? Söylemeye
çalıştığım iman tazelemenin ötesinde bir şeydir. Aynı şekilde tam olarak bir
metodolojik yenileşmeden de söz etmiyorum. Bu iki durumu da içine alacak
şekilde hem bir düşünme ameliyesi içine girmekten, hem de sorumluluğunun
bilincinde, adaleti ikame etmeyi ve paylaşmayı esas alan bir hayata talip
olmaktan, yani Kadiri mutlak olan Allah’ı, aynı zamanda rahman rahim olarak
yeryüzünde de aramaktan ve bunu yeni bir metodoloji ile ona yönelerek, onu
okuyarak Kur’an’dan yeniden keşfetmekten söz ediyorum. İman ve tövbe arasındaki
kapının aracısız olarak tüm kullar için her daim açık olmasından ve tövbenin
sadece bir arınma değil, bir diriliş olmasından da söz ediyorum. Sanırım böyle
bir algıyla hem zihinsel bir arınma ve yenilenme içerisine gireriz hem de bu
arınma bize daha örnek alınabilir bir hayat yaşamamıza imkân verir.
Çok kültürlülük içinde
tevhidin, zulmün egemenliğine rağmen adaletin şahitliğini yapabilmenin
imkânlarını ortaya koyabiliriz. Savaşı değil, barışı, öldürmeyi değil
diriltmeyi, biriktirmeyi değil paylaşmayı esas alıp, kendin için istediğini
başkaları için de istemeyi temel akidevi bir gereklilik olarak gördüğümüzde bir
başlama ve değişim noktasını da oluşturmuş oluruz. Ama bunun pek çok odak
tarafından tüm bir dünyaya özellikle de İslam olarak adlandırılan dünyaya karşı
başlatılan bir meydan okuma olarak kabul edileceğini peşinen kabul etmemiz gerekir.
Biz, sıradan şeyler düşünüp, sıradan bir hayat yaşadığımızı varsaysak da, dini
ve siyasi egemenlerle, mevcudun takipçileri, bu küçücük, sıradan yeniden
varoluş denemelerini kendi devasa dünyaları için büyük bir tehlike olarak
görebilirler. Ve bu sıradan denemeleri daha doğduğunda lanetli ilan edip,
sahiplerini “ashabı uhdud” kuyusuna atma yarışına girebilirler.
Ama bu sıradan
denemeler, yılmadan tekrarlandığında, en azından mevcudun takipçileri, bunların
kendileri için bir tehdit değil rahmet olduğunu zaman içerisinde
anlayacaklardır. Bunun için bu sıradan denemelerin, " ben kimseyi
takmam" diyen, sorumluluktan kaçan, "anarşist/başıboş" bir
tavırla değil, (Çünkü anarşist/başıboş, serseri tavırda çevresindekini yok
sayan onu dışlayan ve bazen kendisini merkeze alan, bazen de kendisini de
dışlayan, belirsizliğin egemen olduğu bir yapı söz konusudur.) zalim olmayan
herkesi “kardeşi” olarak kabul eden bir anlayış içerisinde olması gerekir. Aynı
şekilde bu denemelerin, kurtarıcı, benbilirimci, benmerkezci, tebliğci, tepeden
bakan, dolayısıyla dışlayacı ve ötekileştirici bir özellik taşımaması gerekir.
Ortaya konan örnekliğin, aynı düzlem içinde ve yatay ilişkiler şeklinde cereyan
etmesi zaten işin olmazsa olmazı olmalıdır.
Bu usule yönelik ilkelerin,
fikri alt yapısını akıl-vahiy, irade serbestîsi, sorumluluk bilinci, adalet ve
ahlak ile adil, âlim ve rahman-rahim olan bir Allah anlayışının merkeze alındığı
bir düşünce sistemi ile hayat bulması, er geç yeni insanı/ Müslüman’ı ve yeni
toplumu ortaya çıkaracaktır. İşte buradan kalkarak öncelikle insanı ve İslam’ı
yeniden keşfettiğimizde ve bireyi bu yeni İslam’la yeniden inşa ettiğimizde ve
zaman içerisinde;
-Lider merkezli baskıcı
zihniyetlerin
-Bireyin iradesini yok sayan
algı ve düzenin
-Kendinden olmayanı yok
sayan ve dışlayan zihniyetin
Yerini bu yeni yapılara
terk edeceği de görülecektir.
Çünkü emek ve çaba
karşılıksız kalmaz.
SONUÇ
Tarihler miladi 610’ları
gösterdiğinde, Arap yarımadasındaki çöllerde kabile asabiyesine dayalı bağımsız
kabile toplulukları, şehir merkezlerinde ise yine kabile asabiyesi üzerine
kurulu site şehir devletleri egemenliklerini sürdürüyordu. O yıllarda, dünyanın
farklı bölgelerindeki, Bizans, Roma, İran, Çin, Hindistan gibi ülkeler de krallıklarla
yönetiliyordu. Tüm bu yapılarda yönetim kişi merkezliydi, devlet ve devlete ait
topraklar kralın mülküydü. Yönetim de babadan oğla geçiyordu, halkın yönetim
üzerinde herhangi hakkı ve etkisi söz konusu değildi. Çölde de son sözü her
zaman kabile reisi söyler, reisin emirleri yasa yerine geçerdi. Bireyler,
kralların adalet algısı kadar bir adaletten nasiplenir, onun ikram ettiği kadar
dünya nimetlerine kavuşurlardı. Malları, canları her şeyleri kral içindi.
Gerektiğinde toprakta çalışır, gerektiğinde onun için savaşırlardı. Çöldeki
durum biraz daha adil olsa da sonuçta kabile üyesi birisi, kabilenin bir
neferiydi ve kabile reisinden habersiz, kendi başına bir iş yapması mümkün
değildi.
İşte böyle bir ortamda
Resulullah Muhammed, Kuzey Arabistan’ın
ticari merkezi olan Mekke’de vahiyle muhatap oldu. O, öncelikle, insanın özgür,
irade ve sorumluluk sahibi bir varlık olduğunu söyledi. İnsanın kaderinin
krallar ve yöneticiler tarafından değil kendi özgür seçimiyle belirlenmesi
gerektiğini söyledi. Yer altı ve yerüstü kaynakları da insanlığın tümüne aitti.
Her şeyin sahibi ve hâkimi olan Allah, yeryüzündeki nimetlerini herhangi bir
ayırıma tabi tutmadan tüm insanlığın hizmetine sunmuştu. Birilerinin devlet ve
kabile gücünü kullanarak insanları bu nimetlerden Mahrum etmesi zulümdü. Hiçbir
insanın bir başkasına üstünlüğü yoktu. Ayrımcılığın her türlüsü ayaklarının
altındaydı. Devlet idaresi dâhil insanları ilgilendiren işler istişare ile
yapılmak durumundaydı. İstişarenin/şuranın devre dışı bırakılması fitne ve
zulmün egemenliğine yol açardı. Soy sop, dil, din farklılığı bir üstünlük ve ayrıcalık
nedeni olamazdı. Herkes kazandığının karşılığını almak durumundaydı. Adalet,
ahlak, sorumluluk ve hakşinas olmadan yana daha pek çok söyledi.
Bunun için ayrımcılığı
temelden ortadan kaldırabilmek için kabile asabiyesini ortadan kaldırarak,
Müslümanların kardeşliği ilkesini getirdi. Böylece kabile asabiyesi yerine
İslam ümmetini/milletini ikame etti. Tüm insanlar Allah’ın kuluydu ve onun
yanında hepsi eşitti. Bu eşitliği, adaletten uzaklaşıp, ayrıcalıklı davranarak,
zulümler işleyerek bozan da insanın kendisiydi. Bu yaptığı şeyin adı
nankörlüktü. Bundan dolayı insanın iyiye yönelmesi ve kazandığını, imkânı olmayanlarla
paylaşması gerekiyordu. 23 yıllık nübüvvet hayatında söylediklerinin pek çoğunu
gerçekleştirdi. Eksik bıraktıklarının da tamamlanmasını Müslümanlara vasiyet
etti. Onlara rehber ve hakem olarak da Kur’an’ı bıraktı.
Ama Müslümanlar, çok
geçmeden siyasi çekişmelerin ve kabile tarafgirliğinin kurbanı olarak
Cahiliyedeki kabile asabiyesini yeniden ihya ettiler. İslam Milletini Arap
milletine dönüştürdüler. Kureyşi ve Kureyşli olmayı kutsayarak yüzlerce yıl
yönetimi hak edip etmediğine bakmadan, “hakkıdır” diyerek Kureyş’e teslim
ettiler. Sonuçta yeni idealler, yeni hedefler belirleyerek, fetih ve ganimet
üzerine kurulu bir anlayış ve bu anlayışa dayalı devletler/ imparatorluklar
kurdular. Ancak hem Resul’ün başlattığı yürüyüşü devam ettirmediler hem de Kur’an
onların bu dünyalarını yönlendiren bir düstur olmaktan çıktı. Ancak resulu ve
Kur’anı kendi anlayışlarına uygun olarak yeniden yorumlayarak, kendi anlayış ve
uygulamalarını meşrulaştıran bir araca dönüştürdüler.
İşte bugün pek çok
pozitif gelişmeye rağmen, toplumsal yapılanmamız ve önceliklerimiz olarak hala
aynı noktadayız. Ve pek çoğumuzun da bu durumdan pek bir şikâyeti yok. Şikâyeti
olanlarsa küçük bir azınlık olarak ne yapmak istediklerini tam olarak ortaya
koyamadılar. Ancak bu yapılanma göreceli bir refah sunsa da adaleti sağlayıp,
zulüm ve haksızlığı ortadan kaldıramadılar. Aksine yapılanmanın kendisi,
zulümler üreterek zalim bir mekanizmaya dönüştü. Bunu rahmet ve adalet üreten
bir mekanizmaya döndürmek için yeniden Müslüman/mümin olmayı denemek
Müslümanlara ağır geliyor. Bu modern Ebu Talip kompleksi, Kur’an’ı parçalara
ayırıp, sahipsiz, öksüz, mahcur, resulü ümmetsiz bırakmaya devam ediyor.[5]
[1]
Hatiboğlu M. Said, İslam'da İlk Siyasi
Kavmiyetçilik Hilafetin Kureyşîliği, Otto Yayınları, Ankara. Akbulut Ahmet Sahabe Devri Siyasi
Hadiselerinin Kelami Problemlere Etkisi, Birleşik yayıncılık, Ankara, Bakkal
Ali, Ebu Bekir’in Halife Seçilmesinde İmamlar Kureyş’tendir” Hadisinin Rolü Üzerine İstem, Yıl:3, Sayı:6,
2005, s. 87 - 104
[2]
Türklerin asker millet olmaları da biraz da bu algı ve tecrübe ile ilgili olsa
gerektir. Çünkü bilmekteyiz ki, Abbasilerin son 150 yılında asker olarak
Türkler önemli hizmetler görmüşler, bunun bir yansıması olarak, diğer küçük
devletler yanında Selçuklu ve Osmanlı tecrübesi bu dönemdeki tecrübenin bir
devamı olarak ele alınmalıdır.
[3] Oysa Kur’an’da çok açık bir biçimde “İnsanın
yeryüzünün halifesi” yani yeryüzünün en son yaratılanı, bir anlamda sorumlusu, yeryüzünün
onun yaşamasına hazır hale gelmesinden sonra insanın yeryüzündeki serüveninin
başlaması meselesinden söz etmiştir. “Rabbin
meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife (ona sahip çıkacak birini) yaratacağım”
demişti” Bakara:2/30), “Ey Dâvûd! biz seni yeryüzünde halife yaptık. İnsanlar
arasında hak ile hüküm ver. Nefis arzusuna uyma, yoksa seni Allah’ın yolundan
saptırır.” (Sad:38/26)
[4]
Kur’an’ın Resul algısı konusunda daha derinlemesine bilgi sahibi olmak için, bu
konuyu etraflıca tartıştığımız, Vahiy
Savunması –Kur’an Dışı Vahyin İmkansızlığı- (Ağaç Yayınları) isimli kitabımızın,
“Bir Resul/Nebi ve Beşer olarak Hz Mumammed” başlıklı VI bölümüne
bakabilirsiniz.
[5] “işte
onlar, (şimdi) Kur'an'ı da tutarsız, insicamsız bir anlam (demeti) olarak
göstermek istiyorlar” (Hicr:15/91)
“Ve (o
gün) Rasul: "Ey Rabbim!" diyecek, "Kavmimden (bazıları) bu
Kuran'ı gözden çıkarılacak bir şey olarak gördü!" (Furkan:25/30)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder