1 Şubat 2016 Pazartesi

Müslümanların Toplumsal Yapılanmalarının Trajik Serencamı

-Otoriter Düşünce ile Baskıcı Yapılar Arasındaki İlişki Üzerine-

GİRİŞ

Bir önceki sayıda “İslamcılık”ın, sorunlarının bugüne özgü olmadığını, doğasından kaynaklandığını ve kadim bir özelliğe sahip olduğunu ifade etmiştim. Kendilerini Müslüman olarak isimlendirenlerin varoluşlarını sürdürebilmek için yaptıkları mücadeleyi, ister “cihad” ister “İslami Mücadele” isterse “İslamcılık” olarak isimlendirsinler, ortaya koyulan ilke ve uygulamaların, Kur’an’ın temel ilke ve hedefleri ile kıyaslandığında, bu temel ilke ve hedeflerle ciddi çelişki ve çatışmalara işaret ettiğini ifade etmiştim. Çok özet olarak şunu söyleyebilirim: Hem hâkim Sünni İslami hem de Şii İslami oluşumlarda ve bunların türevi yapılardaki temel problemin, İslam algılarındaki batınilik- zahirilik arasında sıkışmışlık yanında, doğrudan Allah algılarıyla ilişkisi bulunan irade hürriyeti ve adalet algısı yoksunluğudur.

Bu yapıların, zihinsel kodları ve akideleri, daha kadim dönemlerde bu iki temel (irade hürriyeti ve adalet ilkesi) ilkeyi devre dışı bırakacak şekilde inşa edilince, ortaya çıkan davranışlar da hem bireysel hem de toplumsal anlamda bu gerçekliğe uygun olarak tezahür etmiştir. Yani bu yapı ve oluşumların Allah ile ilgili tasavvurları, dünya ile ilgili tasavvur ve beklentilerini de şekillendirmiştir. Bu farklı Allah tasavvurları tercih edilen hayatla yakından ilgilidir. Dolayısıyla bir taraftan bakıldığında teori pratiği belirlemiştir, başka bir noktadan bakıldığında ise pratik teoriyi ortaya çıkarmıştır. Sürekli birbirini tetikleyen bir durum söz konusudur. Çünkü sözünü ettiğimiz bu teoriyi oluşturan şey, İslam öncesinin geleneği ile Resul sonrası ilk on yıllarda yaşananlardır. Bu açıdan herhangi bir bireyin/kişinin dünyası bu şekilde oluşunca, içinde bulunduğu toplumsal yapılar da aynı algı çerçevesinde şekillenmek durumunda kalmış, mevcut örnekler de bu durumu teyit etmiştir.

Öncelikle şu tespiti yapmak durumundayız; İslam’ın hem ortaya çıktığı hem de dünyaya yayıldığı /fetihlerin yaygınlaştığı dönemlerde yeryüzündeki, egemen algı ve uygulamalar da bu yöndeydi. Yani, hem zihni algılar (teorik yapı) hem toplumsal yapılanmalar, yönetim şekilleri, hiyerarşik yapılanmaları hem de ortaya koyulan uygulamalar otoriter ve kişi merkezli bir durum arz ediyordu. Müslümanların, egemen dünya ile aynı noktaya gelmiş, aynı şekilde düşünüyor ve yaşıyor olması, İslam’ın bu eski dünyaya yeni ne getirdiği sorusunu akla getiriyor.

İslam’ın totoliter yapı ve anlayışlara bir cevap olarak gelmesi

Hâlbuki İslam bir bütün olarak, bu egemen otoriter, baskıcı yapı ve anlayışlara bir cevap olarak gelmişti. Çünkü bu yapılar kişinin özgür iradesini kullanmasını ve seçme hürriyetini engellediği gibi bireysel ve toplumsal adaletin önündeki en büyük engeli de oluşturuyordu. Aynı zamanda bu yapıların egemen olduğu düzenlerde toplumun tümüne yayılmış bir refahtan söz etmek de mümkün değildi. Bu yapılar doğaları gereği toplum arasında sınıfların oluşmasını ve oluşan sınıflar arasındaki çatışmaların da daimiliğini sağlıyordu. Bu durum doğal olarak, toplumsal refahı ve adaleti ortadan kaldırdığı gibi, hem evrendeki doğal dengeyi ve düzeni bozuyor, hem de yaratıcının evreni yaratmadaki amacı ve ilahi adalet ile de çelişiyordu.

İstisnai bazı küçük yapılanmalar hariç, devletlerin ve egemen güçlerin asıl ekonomik kaynağı savaş ve çatışmalardı. Zengin ve güçlü devletlerin zenginlik kaynakları tarım, sanayi ve doğal kaynaklar değildi, zenginliğin asıl nedeni savaş sonrası oluşan doğrudan veya dolaylı olarak el koyulan, gasp edilen mağlup ve mağdur toplumları zenginlik kaynaklarıydı. Bu durum otoriter yapıları beslediği gibi, halkı/ tebaayı da otoriteye ve otoriter yapıya mahkûm etmişti. Toplumun geçim ve zenginlik kaynağı savaşlardan ve işgal edilen/ fethedilen bölgelerden elde edilen ganimetlerden oluşuyordu. Bunlar galip toplumların halklarını bir müddet göreceli bir refah içerisinde yaşatırken, mağluplar, mal, can, namus dâhil her türlü değerlerini kaybediyor, bütün özgürlükleri ellerinden gidiyordu. Toprakları işgal edilmese, bir şekilde ellerinde kalsa bile mağlup olmanın ekonomik ve sosyal faturasını yöneticilerden çok halkın kendisi çekiyordu. Modern zamanlar dâhil sanki bu kısır döngü yeryüzünün kaderi haline getirilmişti.

İslam’ın tezi

İşte bunun için ilahi irade zaman zaman/gerektiğinde devreye girerek, insanoğlunun bu yapıp ettiklerine yönelik farklı bakış açıları getirerek, bozulan denge ve düzeni aslına döndürmeye çalışıyordu. İşte İslam da bu tür yapılara karşı verilmiş yeni (bugün için bile )bir cevaptı. O dönemin müktesebatı ve algısı çerçevesinde, o dönemin dili ve kültürünün sınırları içerisinde bir özgürlük, adalet ve refah talebi olarak ortaya çıkmıştı. Bu açıdan Kur’an’ın ve Resul’ün ilk yaptığı şey geldiği toplumun zihinsel kodlarını yeniden inşa etmek oldu. Toplumsal yapılanmalardaki dikey hiyerarşik yapıyı yıkarak, ilişki biçimini yatay olarak ve sorumluluk merkezinde yeniden kurdu. Kabile asabiyesi yerine adalet üzere bir millet var etmeye çalıştı. İlk yıllarda bunun muhteşem örnekliklerini de ortaya koydu. Bu yeni yapı kişileri, hangi inanç ve etnik yapıdan gelirse gelsin ve hangi anlayış üzerinde bulunursa bulunsun zulmetmeleri dışında onları asla ötekileştirip düşman ilan etmedi.

Düşüncesini, akletme, irade ve tercih edebilme hürriyeti, adalet ve ahlak/sorumluluk üzerine inşa eden İslam, toplumsal ilişkilerinin merkezine de sorumluluk/ahlak/ hesap verebilirlik, istişare ve adaleti koymuştu. Bireyler arasındaki denge ve adalet, onların hak ve hukukları da bu ilkelerin içselleştirilmeleriyle mümkün olacaktı. Onun için akletme ve sorumluluk bu anlayışın en temel iki sütununu oluşturuyordu. İçselleştirilmemiş ve başkasına ait olduğu düşünülen bir anlayışı uygulamak ne kadar mümkün olurdu. Bu durum olsa olsa münafıkların sayısının artmasını sağlardı. Bu nedenle Kur’an’da iman, olmuş bitmiş bir olgu olarak değil, bir süreç olarak ifade edilmiştir. “Ey iman edenler, iman ediniz”(Nisa:4/136) ayeti tam da bu durumu ifade etse gerektir.

Resulün sağlığında bu ilkeler hayata geçirildi, tüm renkleri içine alan, kabile asabiyesinin ve etnik yapının bir ayrıcalık ve üstünlük oluşturmadığı, ekonomik ve siyasi güce itibar edilmeyen ve hak, hukuk, sorumluluk/takva, ahlak ve özgürlüklerin merkeze alındığı, kimlik ve kişilik sahibi eşit bireylerden meydana gelen yeni bir millet oluşturuldu. Adına da İslam Milleti denildi. Bu millet adından da anlaşıldığı gibi barışı ve sadece Allah’a kulluğu/yönelmeyi amaçlıyordu. Resul sonrası ilk on yıl içinde insanın doğasından kaynaklanan bazı sorunlar yaşansa da temel hedeften uzaklaşılmadı. Özellikle, ilk halifenin seçilmesi sırasında yaşanan tartışmalar, oluşan küskünlükler ve bu süreçte ortaya çıkan “Ridde Savaşları/olayları” hem toplumsal yapıda hem de temel algıda ciddi kırılmalar meydana getirse de Hz Ömer dönemi uygulamaları ile bu sorunların önemli bir kısmı telafi edildi.

Kabile asabiyesine dönüş ve sürekli savaş hali veya “ganimet kültürü”

Ancak bu ilk on yılda kesintisiz devam eden fetih hareketi bu kırgınlıkların unutulup, yaraların sarılmasında önemli bir işlev gördü ise de asıl olumsuz yansımaları sonraki yıllarda ortaya çıktı. Ayrıca bu sürekli savaş/ “cihad” hali toplumsal sorunların nedenlerinin ve çözüm yollarının etraflı bir şekilde konuşulup tartışılmasına da imkân vermedi. Bu yolla bilinçli veya bilinçsiz temel bazı sorunların üstü örtülmüş oldu. Müslüman coğrafyadaki bu sürekli savaş ve “cihad” hali, diğer pek çok toplumda olduğu gibi, Müslüman bireylerin geçiminin de “ganimet” olgusu üzerinden karşılanması sonucunu doğurdu ve Müslüman topluluklar askeri bir topluma dönüştü. Böylece yaşam biçimi farklı sınıfsal katmanların ortaya çıkmasına ve bir “ganimet kültürü”nün oluşmasına neden oldu. Hz Ömer dönemi ile birlikte “ganimet” artık özellikle Arap Yarımadası kökenli Müslümanların yegâne geçim kaynağı haline geldi.

Aynı şekilde, özellikle ilk halife seçimi sırasında Ebu Bekir’in “Araplar bu Emr’i (reislik işini) ancak Kureyşli şu Hayy’e (cemaate) tanırlar. Onlar Arapların neseb ve mevki bakımından ortada olanıdır.Yani, “Kureyşliler kendilerinden olmayan birisine itaat etmezler” sözü[1] üzerine Hz Ömer’in bu kargaşa ortamında, hemen Kureyşin en zayıf kollarından birine ait olan Hz Ebu Bekir’e biat ederek onun halife seçilmesini sağladı. Bu seçimle, o dönemin şartları içerisinde “en makul olanının” yapıldığı ifade edilse de,  sonraki yıllarda bu “makul olan durum” kalıcı ve “zorunlu” bir örneklik olarak karşımıza çıktı ve bu “makul olan durum”dan “Kureyşin İmamlığı” teorisi icat edildi. Öyle ki bu, sıradan bir söz ve uygulama olarak değil, reddi veya tartışılması kişiyi dinden çıkarabilecek bir konuma oturtularak, Resulullah’ın “mütevetir/sahih bir sünneti” olarak sunuldu. Çok geçmeden hem topluluklar, hem ulema hem de egemenler tarafından kabul gördü ve temel İslami ilkeye dönüştü. Böylece bu anlayışı savunanlar tarafından “Kureyş’in imamlığı” meselesi, dinin temel ilkesi haline getirildi. Karşı çıkanlar, sapık, zındık, uç, marjinal gurup ve kişiler olarak lanse edildi. Ve bu algı sonraki yıllardaki, toplumsal yapılanmanın ve devlet idaresinin en temel sorunun ve ayrışmaların da kaynağını oluşturdu.

Bu seçim, çöldeki isyanın boy gösterdiği bir ortamda Müslüman toplumu lidersizlikten kurtarmışsa da, İslam’ın en temel hedeflerinden birisi, hatta varlık nedeni olan kabile asabiyesini ortadan kaldırıp, Müslümanları bir millet ve ümmet olarak olan yeniden inşa projesinin akamete uğramasının da en önemli sebeplerinden birisi olmuştur. İşte bu ilk uygulamalar, sonraki dönemlerdeki egemen otoriter ve baskıcı yapıların –hatta günümüzdeki Müslüman coğrafyadaki tüm tektipleştiren/otoriter ve zulüm üreten devlet yapısı ile kurum ve sivil oluşumların da- şekilsel ve bir görüntü olarak İslam boyasıyla boyanıp, İslam ile meşrulaştırılmalarında –veya İslam’ın, İslam algısının otoriterleşmesinde- etkili oldu. Ve bu durum, İslami bir gereklilik ve bir gelenek olarak toplumsal hayatın içinde kök saldı.
Sonraki on yıllar ve yüz yıllardaki otoriterleşmenin, adaletten uzaklaşılmasının, istişarenin/şuranın anlamsızlaştırılıp içinin boşaltmasının, hatta gereksiz olarak görülmesinin, irade özgürlüğünün ve bireyin tercihinin reddedilmesinin en temel sebeplerinden biri, bu ilk on yılda kabile asabiyesine kapı aralanması ve “fetihçi/savaşçı” uygulamalar ile arkadan gelen birkaç on yıldaki Kur’an’ın ruhuna aykırı uygulamalardır. Çünkü sonraki yıllardaki her bir uygulama ve davranış bu dönemdeki İslam algısı ve uygulamaları üzerine inşa edilmiştir. Yapılan pek çok yanlış ve haksız uygulamaya bu dönemlerden gerekçe üretilmiştir.

Sorunlu din algısı, sorunlu dönemlerde üretildi

Ancak sonraki Müslüman kuşaklar açısından daha önemlisi, İslam Dininin farklı boyutlarıyla tedvinin bu sorunlu yıllarda, üstelik bu ilk on yıllardaki algı, anlayış ve uygulamalar esas alınarak yapılmış olmasıdır. Kavgaların, çatışma ve savaşların, kutuplaşmaların, ayrışmaların, küskünlüklerin, düşmanlıkların, dışlamaların, ötekileştirmenin, dünyevileşmenin, tepkiselleşmenin, zahirileşmenin, batinileşmenin, içe kapanmanın, her türlü zıtlığın ve ümitsizliğin zirve yaptığı bir dönemde, olanlardan etkilenmeden bir zihin, fikir, din, dil, anlayış ve yapı inşa edebilmek ne kadar mümkündür? Ben mümkün olmayacağı ve olmadığı kanaatindeyim.

İşte bu dönemde tedvin edilen algı, anlayış, fikir ve metinler bugün din olarak yaşadığımız ve din olarak gördüğümüz şeylerdir. Bu tedvin edilen dinin, Resul dönemi uygulamalarıyla birlikte, Kur’an’ın temel ilke, hedef, nüzul seyri, nüzul ortamı ve bütünlüğü esas alınarak bir sağlaması ve kritiği yapılabilmiş midir? Yapılmışsa bile yüzyılımızın Müslüman’ı bunlardan ne kadar haberdardır? İlk iki yüzyılda bu algı, anlayış ve uygulamalara köklü eleştiriler getiren Rey Ehli’nin itirazlarından ve karşı argümanlarından ne kadar haberdarız? Bunların iktidar, devlet yönetimi, yöneticilerin, sorumlulukları, yönetim şekilleri ve hiyerarşik ve otoriter yapılarla ilgili söyledikleri hakkında hangi bilgiye sahibiz. En önemlisi bu itiraz ve karşı görüşlerin metinleri kütüphanelerimizde bulunmakta mıdır?

Maalesef, Müslümanlar olarak ne biz bunlardan haberdarız, ne de bu metinler kütüphanelerimizde mevcuttur. Çünkü ilk iki yüzyıla ait rey ehline, dolayısıyla ilk dönem Mutezile ekolüne ait metinler, hicri 250’lerden itibaren bilinçli ve planlı bir şekilde hayatın bütün aşamalarından yok edilmiştir. Bu nedenle, bu ekollerden ele alınıp okunabilecek ve bir sonraki nesle aktarılacak hiçbir metin bulunmamaktadır. Örneğin pek çok kitap ve risale yazdıkları halde ne Hasan Basri’den (Emevi sultanına yazdığı bir mektubu dışında), ne Ebu Hanife’den (kendisine ait olduğu şüpheli on sayfalık bir metin dışında), ne Vasıl b. Ata’dan, ne İbn Ubeyd’ten, ne Nazzam’dan ne de Hallaf’tan bir yazılı metnin bize ulaşmasına izin verilmemiştir. Ancak o dönemde yazılan egemen algıya kaynaklık eden zahiri, batini, ehli hadis ekollerine ait metinler pek çok versiyonu ile elimizde mevcuttur. İmam Şafi’nin, Mukatil b. Süleyman’ın, İbni Kuteybe’nin, Ahmet İbni Hanbel’in, İmam Yusuf’un kitapları buna örnek verilebilir.

O dönemle ilgili “bilgi”leri, ya çok sonraki yıllardaki, “filozoflaşmış”, toplumsal sorunlardan uzaklaşarak marjinalleşmiş, yahut “ehlileşmiş/mutedilleşmiş”, Ali Cübai,  Kadı Abdül Cebbar ve Zamahşeri gibi ehli rey ve Mutezile ekolü taraftarlarının yazdıkları üzerinden ya da karşıtlarının aktarımları ve tanımlamaları (el Bağdadi, İbn Kuteybe, İmam Şafii ve Müfessir Razi gibi…) üzerinden elde ediyoruz. Günümüzde bu ehli rey eksenli muhalif anlayışlarla ilgili çalışmalar yapanlar da buralardan yararlanarak bazı tespitlerde bulunmaya çalışıyorlar. Dolayısıyla yapılan tüm okumalar sizi bir noktaya kadar getiriyor ve ondan sonra kendi yorum ve çıkarımlarınızla karşı karşıya kalıyorsunuz. Çünkü çok kısıtlı ve yönlendirilmiş metinler bundan sonra size kılavuzluk yapamıyor. Bundan sonra kılavuzluğu, kendi birikiminize, tecrübenize ve aklınıza devretmeniz gerekiyor. Böyle yapmayıp, metinlerin tükendiği noktadan sonra konuşmayı hala bu yönlendirilmiş metinler üzerinden sürdürmek sizi egemen dile ve mantığa mahkûm ediyor. Böyle yaptığınızda yeni ve doğru bir şey söylemiş olmadığınız gibi egemen anlayışın arzusu yönünde, onun değirmenine su taşımış oluyorsunuz. Bu da özgürlüklerin önünün kesilmesi, otoriter ve baskıcı yapıların kutsanması anlamına geliyor. Bundan dolayıdır egemen İslam’ın temsilcilerinin bu muhalif yapıları nasıl dinin dışına çıkarıp yok saydığı, onlarla ilgili ipe sapa gelmez pek çok yaftalamalar yaptığı çoğu okuyucunun malumudur.

Fetihçi/cihadçı anlayışların ve asker bir millet olmanın toplumsal yansımaları

Aynı şekilde sonraki dönemlerde Müslüman zihnin şekillenmesine bu “fetihçi/savaşçı ve ganimet eksenli” yaşam biçiminin de önemli etkisi olmuş, Müslüman kuşaklar cepheden cepheye koşarken ve bunu kendileri için bir ayrıcalık/üstünlük olarak görürken, kendilerini hayatın bazı alanlarının dışında tutmuşlardır. Özellikle tarım, ticaret ve zanaat büyük ölçüde gayri Müslimlerin veya İslam’ı özümseyememiş mevaliden “yeni Müslümanların” tekeline geçmiştir. Bu durum bir ölçüde “zımmileri” de memnun etmiş, onlar kendilerine ayrılan alanlarda eski egemenliklerini biraz daha pekiştirerek devam ettirmişler. Zaman zaman bu alanlardaki üstünlüklerini siyasete de taşımışlardır.
Müslümanlar asker bir millet olarak aslında dünya işlerinden ellerini ayaklarını çekmişiler ve mistik yapılanmalara meyleder olmuşlardır.[2] Osmanlı deneyimi bunun en ilginç örnekleriyle doludur. Aynı şey ilim/bilim, felsefe, edebiyat ve sanat için de söz konusu olmuştur. Dar çerçeveli dini ilimler dışındaki bütün alanlar gayri Müslimlere bırakılarak, bir anlamda egemenliklerini de onlara teslim etmişlerdir. Bu alanlarda bugün bizim dilimizden düşürmediğimiz mevaliden bazı alimler de temayüz etmişti. Öyleki bugün bizim İslam Medeniyetinin güzel örnekleri diye gururla her platformda ortaya koymaya çalıştığımız bu ilim adamları kendi dönemlerinde önemli sıkıntılar yaşamış, geleneksel anlayışın dışında bir anlayışa sahip oldukları için, “zındıklık”la suçlanarak pek çoğunun ölümü normal yollardan olmamıştır. Bu dışarıda kalma durumu, Müslümanların hayatın dışında kalmalarına da neden olmuş. Özellikle bu durum, üretimin dışında kalmalarında ve tembelleşmelerinde de önemli rol oynamıştır. Hatta bu tembelleşme öyle bir hal almıştır ki, tek yaptıkları şey olan “cihad/kital” için bile yerlerine, mevaliden ücretli adamlar göndermeye başlamışlardır.

Öyle ki, ganimetlerin, işgal edilen/fethedilen bölge halkının mallarına el konulmasının ve sultandan elde edilen bazı ayrıcalıkların ortaya çıkardığı zenginleşme İslam coğrafyasında bir aristokrasinin oluşmasına neden oldu. Aniden zenginleşen, zenginleşmeleriyle birlikte siyasi güçleri de artan bu ailelerde geleneksel yaşam biçimleri yerine yeni yaşam biçimleri, yeni alışkanlıklar oluşmaya başladı. Özellikle başkentte ve bazı büyük şehirlerde zengin aileler arasında, lükse ve tüketime dayalı bir yarış ortaya çıktı. Büyük saraylar inşa edilerek buralarda “bin bir gece masalları” yaşanmaya başlandı. Bu yaşam biçimi zaman içerisinde kendi kültürünü ve edebiyatını da oluşturdu. Devletin adı İslam’dı, ülkede sözde şeriat hâkimdi. Müftüler fetvalarını veriyorlardı ama bu aristokratik yapı da istediği şekilde lüks ve şatafat içerisinde, helal haram sınırlarını önemsemeden yaşamaya devam ediyordu. Adalet ve mütevazılığin girmediği bu saraylardaki hayat bir şekilde kendi meşruiyetlerini elde etmişti.

Oysa Resul dönemi uygulamalarında, Müslüman hayatın mütevazılıği, onun örnek olmasının en belirgin yanını oluştururken, Müslümanların, hayatın her aşamasında ve her yerinde Müslüman sorumluluğu ve hassasiyetiyle var olduklarını gösteriyordu. Kur’an ifadeleri de onları sorumlu davranmaya ve mütevazı olmaya yöneltiyordu. Müslümanlar hayatın bütün alanlarında var olmakta, kendilerini geliştirmekte, eksik ve yetersiz oldukları alanlarda eksiklerini gidermek için çaba sarf etmekteydiler. Eksiklerini giderecek makamın/ kaynağın, Müslim ve gayri Müslim olması onlar açısından bir önem arz etmemekteydi. Ancak sonraki yıllarda iktidarda olmanın verdiği kibir ve üstünlük algısı Müslümanları pek çok konuda hayatın gerçekliğinden koparmış, bir yabancılaşma ve tembelliği de ortaya çıkarmıştı.

Bu “fetihçi/savaşçı” anlayışın oluşturduğu en temel sorunlardan birisi de gerçek anlamda bir “şehir”in kurulamamış olmasıdır. Çünkü hem yeni kurulan şehirler, hem de eski şehirlere yapılan ekler ve yerleşim biçimi, savaşların bir yansıması olarak kabile merkezli olmak durumunda kalmıştı. Eskiden, cahiliye döneminde, vahasında veya çöldeki beldesinde bir kabile hiyerarşisi ve kültürü çerçevesinde, dolayısıyla kendi aralarında bir bütün olarak yaşayan kabileler, bu hiyerarşik yapılarını ve mevcut geleneklerini kendilerine ayrılan mahallelerde yaşamaya devam etmişlerdi. Her kabileye ayrı mahalleler tahsis edilmiş, buralarda çöldeki yaşam biçimlerini devam ettirmişlerdi. Böylece Arap Yarımadasından/ çölden kadim dünyaya/ Mezopotamya’ya, Suriye’ye, İran’a, Mısır’a inip, buraların önemli ve tarihi şehirlerine yerleşen kabileler, bu yeni gettolarında/ vahalarında diğer kabilelerle ve şehrin yerlileriyle gereği gibi tanışıp kaynaşmadan, kendileri kalarak, dışarıdakini de ötekileştirerek yaşamaya devam etmişlerdi.

Bugüne geldiğimizde de benzer bir manzara ile karşılaşıyoruz. Bütün teknolojik yeniliklere, “siyasi ve sosyal devrimler”e rağmen şehirlerin yapısında, daha çok şişmesi dışında fazla bir değişiklik olmamıştır. Özellikle göçün devasa boyutlara ulaştırdığı bugünün metropollerindeki manzaranın bu geçmiş dönemdeki şehirlerin yapısından pek de farklı olmadığı görülmektedir.
Bundan dolayıdır, ataerkil kabilesel anlayışların ve otoriter hayat algısının devam ettiği bu yerleşim birimlerinde özgür düşünceli ve sorumluluk sahibi bireyler yetişmemektedir. Kendisini, kendi fikir ve eylemleri ile değil kabile/ aşiret, cemaat aidiyeti üzerinden tanımlamakta, kendisini bu yapılar ve bu yapıların ürettikleri üzerinden var kılmaktadır. Günümüzde modern kabileler olarak adlandırabileceğimiz ulus devletlerin birey ve toplum üzerindeki yansıması da bundan farklı değildir. Bu nedenle ulus devletler dâhil, bu tür yapılanmalardan birey değil, birer nefer, fedai ve emir eri çıkmaktadır.

İlk İslami uygulamalar

Risalet öncesi Mekke’deki yerleşim durumu da tam böyle bir manzara arz ediyordu. Her kabilenin kendine özgü mahallesi vardı. Ancak risalet sonrasında kabile asabiyesi ve kabile kardeşliği yerine “İslam Milleti/ ümmeti” ve “İslam kardeşliği” ilkesinin yerleştirilmesi bu yerleşim düzenini ve hiyerarşik yapıyı alt üst etti. Farklı etnik ve inanç kökeninden gelen insanlar aynı mahallelerde birlikte yaşamaya başladılar. Bunda Müşriklerin psikolojik baskılarının önemli bir katkısı olsa da kaynaşmak, paylaşmak, örnek olmak, farklı din ve kültürler ile bir arada herkesin kendisi kalarak yaşamaya çalışması ve farklılık içinde birlikte, gettolar oluşturmadan yaşamak Müslümanların bilinçli bir tercihiydi. Çünkü bunlar Müslüman olmanın en temel şiarlarıydı. Ancak burada tüm bunlar bir zorlamayla değil, ihtiyaçların yönlendirmesi esas alınarak, tedricilik içerisinde oluşturulmaya çalışılmıştır.

Aynı şeyin Hicret sonrası Medine’sinde de yaşandığını görüyoruz. Mekke’den gelen Muhacirlerin imkânlar dâhilinde şehrin çeşitli bölgelerine dağılarak yerleşimleri yapılmış. Bu durum Medine’de İslam öncesi dönemden kalma Evs- Hazreç kabilelerinin hem ayrışmasına hem de rekabetine son vererek, mahallelerin birbiriyle kaynaşmasına, insanların birbiri ile daha yakından tanışıp kaynaşmalarına vesile olmuştur.

Bu durum sadece Mekke’den gelen muhacirlerle sınırlı kalmamış, ilk dönem İslam coğrafyasındaki tüm bölgelerden gelenler için de söz konusu olmuştu. Medine, özellikle Resul döneminin son yıllarında bölgenin en kozmopolit ve çok kültürlü şehrine dönüşmüştü.  Bölgenin bütün renkleri Medine sokaklarında kendisine yer bulabiliyordu. Çöldeki bedeviden, Necranlı ve Habeşistanlı Hıristiyanlara, Bahreynli ve Şamlı tüccarlardan, dinini öğrenmek isteyen yeni Müslümanlara kadar her kesimden insana kucağını açmıştı. Yahudiler zaten şehrin asli unsurlarıydılar. Bu renklilik ve çok kültürlülük içinde her şey konuşulup tartışılıyordu. Bu tartışmalar yeni yapının temellerini de yükseltiyordu. Medine, bir siyasi merkez olmasının yanında bir ticari merkez olduğu gibi aynı zamanda da bir ilim merkeziydi de. Medine aynı zamanda kimler olduğu bilindiği halde Münafıkları içinde barındıracak kadar da bir hoşgörüye de sahipti.

Diğer tüm farklı unsurların kendilerini diledikleri gibi ifade etme imkân ve araçları varken Münafıklara da herhangi bir mahalle baskısı uygulanmıyordu. Onlar bile sivri dillerini sakınmadan kullanabiliyorlardı. Bölgenin yönetiminde de herhangi bir kabile ve etnik yapının özel bir ayrıcalığı söz konusu değildi. Görev dağılımında yetkinlik ve katılımcılık esas alınıyordu. Resul’ün yakın çevresinde, zencisi, Rum’u, Farsı dâhil her kesimden, her kabileden insan vardı. Daha sonraki yıllarda Medine’nin özgür düşüncenin merkezi olmasında bu fiziki yapının ve buradaki özgün tecrübenin de önemli bir katkısı olmuştur.

Kadir insandan muktedir topluluklara

Ancak daha sonraki yıllardaki, savaş konseptinin oluşturduğu güvenlik endişesi ve asimilasyon korkusu, Kabile asabiyesinin kutsanması, Resul sonrasında ilk dönem Müslümanlarının cahiliye/ kabile yerleşim, şehirleşme konseptine geri dönmelerine neden olmuştur. Daha sonraki yıllarda bu konsepte dini bir anlam yüklenmesi, bu konseptin İslami bir modelmiş gibi algılanması sonucunu doğurmuştur. Dolayısıyla bu durum, metropol boyutundaki şehirlerde bile, toplumların birbirinin yabancısı olarak ve öteki üreterek hayatlarını devam ettirmelerine yol açmıştır.

Böylece her toplum çölde olduğu gibi değişmeden, kendisi olarak kalmış, kaynaşma ve dayanışma oluşmamış, en önemlisi de bu toplumsal/ kabilesel yapı içerisinde bireyler/kişiler kabilenin bir dolgu malzemesi, bir neferi, savaşçısı olmaları dışında bir görev üstlenememişlerdir. Elde edilen zenginlikte bu kabile algısı ve geleneği içerisinde tüketilmiştir. Yani gerçek anlamda, sorumluluk sahibi, kendi tercihleri bulunan bir birey inşa edilememiştir. Başta İslam’ın (Kur’an ve Resul’ün) inşa ettiği, sorumluluk sahibi bu birey, daha sonraki algı, anlayış ve uygulamalar sonucunda hakkın rahmetine kavuşmuştur. Onu diriltme çabaları her dönemde söz konusu olmuş ise de bugüne kadar önemli bir başarı elde edilememiştir. Aslında toplumların, devletlerin, cemaatlerin hikâyeleri de bunlardan ibarettir.

Öyle ki, sürekli fetih ve savaş içerisinde olmak, onların sorgulama ve öğrenme duyularının dumura uğramasına neden olmuş, bunun sonucu olarak cephe gerisinde ve evlerinde bulundukları dönemlerde bile bir asker gibi düşünmeye başlamışlardır. Otoriter yapı, ast-üst ilişkisi ve dikey hiyerarşik yapılanma onlar için hayatın doğal bir yansıması olarak algılanmaya başlanmıştır. İşte Müslüman zihnindeki ve toplumsal yapılanmasındaki bu otoriter ve baskıcı yapının önemli bir nedeni de İslami bir şart olarak ortaya konan bu “sürekli cihad/ sürekli savaş” içinde yaşama durumudur.

Cihadın, kital ve savaş olarak algılanıp anlatılması, mücadele, cehd ve cihad kavramlarının içinin boşaltılmasına, dolayısıyla esas cihadın Müslümanca yani İslamın amaçlarını kavrayıp ona uygun olarak mütevazi bir şekilde yaşamak olduğunun unutulmasına/ unutturulmasına neden olmuştur.
Baştan beri anlatmaya çalıştığımız pek çok olay ve durum, Müslümanları, İslam’ın bilinç, sorumluluk ve özgürlük üreten ortamından uzaklaştırarak, tepkisel, içe dönük, kendine güvenmeyen, öteki üreten ve ürettiği bu ötekiyi sürekli kendisine düşman gören bir algının oluşmasını sağlamış. Bu nedenle bu algı, onun güvenlik eksenli ve otoriter merkezli bir dünyaya kaymasına neden olmuştur. Böyle bir dünyada yaşamak durumunda kalmalarının ve birbirini tetikleyen bu yapılanmanın temel iki nedeninden söz edilebilir.

Birincisi yeniden kabile asabiyesine dönüş, ikincisi ise İslam’la birlikte ortaya çıkan “fetihçi/cihadçı”, “sürekli savaş/ cihad” anlayışıdır. Hem kabile asabiyesine dönüş, hem de “kesintisiz cihad” anlayışı, insan algısının yeniden otoriter bir biçimde şekillenmesine neden olmuştur. Öyle ki, İslam’la birlikte şekillenen ve çevresiyle barış içinde yaşayan ve sorumluk sahibi insandan, çevresine hükmeden, ahlak ve adaleti değil gücü ve mülkü önemsemeyen, kadir-i mutlak insana dönüşmüştür. İlk dönemde üretilen, “insanın Allah’ın halifesi olması” tezi de bu kadiri mutlak insanın tezahüründen başka bir şey değildi[3]. Bu geriye doğru evirilme sadece insanın zihinsel serüveniyle sınırlı kalmamış, yapıp ettiklerine yansıdığı gibi, kurduğu yapılar, ortaya çıkardığı ürünler de bu yönde olmuştur. Üstelik tüm bunlar, insana irade ve seçme hakkı vermeyen, adaletinden değil, gücünden emin olamayacağımız kadiri mutlak Allah anlayışını merkeze alan, mutlak itaatçi ve bireyin iradesini yok sayan Cebriyeci bir anlayışın gölgesinde olup bitmiştir.

Bu nedenle böyle bir anlayıştan ve böyle bir ortamdan özgür irade ve sorumluluk sahibi bir birey değil, kalabalığı/orduyu tamamlayan bir nefer, bir asker çıkmıştır. Doğal olarak onların toplumsal yapılanmaları ve yapılanma biçimleri de tepeden aşağıya/ dikey/piramitsel olarak şekillenmiştir. Bu yapılanmalar doğal bir sürece değil zora dayandığı için, yapılanmaları da kaçınılmaz olarak bu şekilde gerçekleşmiştir. Oysa doğal ve sorumluluk eksenli bir yapılanma, ast-üst şeklinde değil, yatay ve iş bölümünü esas alarak inşa edilirdi, dolayısıyla öteki ve düşman da üretmezdi. Düşman üretmediği gibi, kendini düşman olarak tanımlayanlara da ayna olarak, kendilerine bakmalarını ve özeleştiri yapmaları imkânını sağlar, adil olmaktan kimseye zarar gelmeyeceğini bir süreç içinde onlar da öğrenirlerdi. Çünkü İslam’ın kendileriyle bir sorunu olmadığını, toplumsal adaleti, bireyin özgürlüğünü ve mutluluğunu hedeflediğini, zalim olmayanlara İslam’dan bir zarar gelmeyeceğini, zalimlere dokunacak olan zararın da zulümlerinin engellemesiyle sınırlı kalacağını bilirlerdi. Çünkü İslam toplulukları değil, bireyi, bireyin huzur ve mutluluğunu, onun özgür gelişimini esas alır. Bu nedenle toplumsal yapıyı da böyle bir insanı ortaya çıkaracak ve yaşatacak şekilde dizayn eder. Bundan dolayıdır ki ilk örneğine bakıldığında bu yapılanma, çevresindeki topluluklarca da korkunun değil adaletin ve barışın temsilcileri olarak algılanırlardı. Çevrelerinin karanlık olması onların da kararmalarına neden olmaz, aksine kendi aydınlıklarından çevreleri de yararlanırdı.

Resul dönemi uygulamaları bunun en güzel örneklikleri ile doludur. O dönem, Kur’an’ın rehberliğinde, yani Kur’an esas alınarak okunduğunda bize böyle bir fotoğraf sunar. Bu örneklik sadece Resul’ün şahsında değil, toplumun tümünü içine alacak genel toplumsal bir model sunulduğu görülür ve sadece seçkinleri, çok zekileri, çok zahitleri değil sıradan, ortalama bir insanı hedef aldığı görülür. Medine döneminde pek çok savaşın oluyor görünmesi, biraz Mekke hanedanlığının hazımsızlığı sonucu yaşanmak durumunda kalmış daha çok savunma refleksiyle olmuş bitmiş şeylerdir. Biraz da Mekke ile olan sürtüşmeleri aile içi kavgalar olarak okumak gerekir. Bununla birlikte sonraki dönemin savaş merkezli hayat algısına göre oluşturulan tarih algısı bu olayları olduğundan fazla büyüterek, sonraki yıllardaki fetihçi anlayışın dayanağı haline getirmişler ve savaşçı bir resul portresi oluşturmuşlardır. Bu algı Resulün Medine’yi barış ve huzurun merkezi yapma mücadelesinin örtülmesine neden olmuştur.

Çünkü sonraki dönemlerin üretilmiş tarihinden kalkılarak bir okuma yapıldığında farklı bir resul ve farklı bir “asr-ı saadet” ile karşılaşırız. Böyle bir okumaya göre Resulullah Muhammed, barış ve özgürlüğün değil savaşın ve ganimetin peygamberidir. Üstelik sonraki dönemde cereyan eden olayların da başlatıcısı ve ilk uygulayıcısıdır. Bir elinde kılıç bir elinde Kur’an, İmparatorluklar döneminin kadiri mutlak devletini inşa etmiştir. Dolayısıyla böyle bir devlet içinde ortaya çıkan olaylardaki sorumluluğun da sahibidir.

Ancak bu okuma pek çok açıdan bünyesinde problemler barındırmaktadır. Çünkü bu okuma, Kur’an’ın resul anlatımı ve ona yüklediği misyonla ve en önemlisi de Kur’an’ın temel hedefleriyle çok açık biçimde çelişmektedir. Ancak bu okumalarda bu açık çelişki görülemediği gibi var olan da tabu haline getirilerek, tartışma dışında bırakılmıştır. Oysa aynı tarihi veriler ve olaylar, Kur’an’dan bağımsız olarak, önyargısız biçimde ve çapraz bir okumaya tabi tutularak okunduğunda da geleneksel olandan farklı sonuçlar ortaya çıkabilmektedir.[4]

Ancak ne yazık ki daha sonraki yıllarda bir kısmını makale içerisinde ifade ede geldiğimiz pek çok sebepten dolayı Müslüman toplumun resul algısı tamamen değiştiği gibi, Kur’an’ın temel ilke hedeflerinin onlar açısından bağlayıcılığı da kalmamıştı. Lider ve ulemanın öncelikleri Kur’an’ın öncelikleri haline gelmiş, böylece yeni bir birey ve toplum ortaya çıkmıştır. En acı olanı ise Peygamberimizle aynı havayı teneffüs eden sahabelerin bile bu yeni yapıdan paylarını alarak yeni insanlara dönüşmüş olmalarıdır. İşte bu yeni insan, yeni Müslüman günümüzdeki Müslüman’dır. Resul sonrası ilk yirmi yıldan sonradır da, -yani yaklaşık olarak 1500 yıldır da- aynı Müslüman’dır.

Bugün ne durumdayız

Bugüne geldiğimizde kendilerini İslam ile ilişkilendiren yapılanmaların, devletlerin, cemaatlerin, grupların hepsinin;

1-      Lider merkezli,  hiyerarşik/pramitsel/ dikey yapılanmaları ve istişareden uzak oluşları,
2-        Ötekileştiren ideolojik nitelikleri ve
3-       Bireyin iradesini ortadan kaldırmaları

Konusunda tüm Müslümanlar hemfikirdir. Ancak bu hemfikirliliğin ne anlama geldiği konusunda Müslümanlar hemfikir değillerdir. Şöyle ki; bu üç şıkta ifade edilen durum, Müslümanların kahır ekseriyetince, doğal ve olması gereken bir durumdur, üstelik onlara göre İslami olan da budur. Yani, lider merkezli olma, ötekileştirme ve bireyin iradesizliği zaten olması gereken bir şeydir. Bunlar egemen İslam algısının da özünü oluştururlar. Bizim de içinde bulunduğumuz azınlığı temsil eden insanlar için ise durum probleme işaret eder ve iki boyutludur. Geçmişteki ve günümüzdeki mevcut yapılanmaların böyle oldukları doğrudur, ancak bu durum, olması gereken olmadığı gibi İslami olan da değildir. Yani bunlar toplumsal sorunlarımızın en problemli alanlarını oluştururlar. Yazının önceki bölümlerinde İslam algısının ve Müslümanların toplumsal yapılanmalarının bu hale gelmesinin nedenlerini ve nasıl olması gerektiğini az çok konuştuğumuz kanaatindeyim.

Bu güne geldiğimizde günümüzdeki yapılanmaların hiyerarşilerindeki katılık ve lider sultası tüm teknolojik yeniliklere ve dünyanın bireylerin avuçları içerisinde olmalarına rağmen eskisini aratacak düzeyde olduğunda şüphe yoktur. Tüm bu teknolojik yenilikler şeffaflığı ve özgürlüğü değil, bağımlılığı ve sorgulanmazlığı tetiklemektedir. Liderler ve cemaatlerin önderleri de bu durumdan sonuna kadar yararlanmaktadırlar. Bu açıdan baktığımızda modern görünümlü pek çok sivil toplum örgütlerindeki yapılanmaların da geleneksel hiyerarşi içerisinde oluştuğunu görürüz. Modern bir görüntü arz eden onlarca komite, komisyon ve çalışma grubu, doğal bir iş bölümüne ve bir istişarenin varlığına işaret etmez. Bu komiteler daha çok emir komuta zincirinin bir parçası olarak, emri hayata geçirmek için vardırlar. Dolayısıyla buralardan çıksa çıksa en iyimser haliyle, lideri, ya da cemaat veya yapıyı kutsayan, bir arı kolonisindeki işçi arılar ve işçi arılar düzeni çıkar.

Günümüzde belki eskisinden farklı olarak cemaat/ yapı ve müntesip/üye ilişkilerini, onların aidiyetini, algı ve doğmalardan çok dünyevi çıkarların belirliyor olmasıdır. Yapı ve cemaatlerin bu özelliği, onların üye bulmalarını ve üyelerin onları sahiplenmelerini kolaylaştırdığı bir gerçektir. Ancak bu sahiplenmelerin nitelikten çok bir niceliğe işaret ettiği de başka bir gerçek olsa gerektir.

Üyelerdeki bu dünyevileşme talebi, cemaat ve yapılar çok dünyevileştiği için mi ortaya çıkmıştır, yoksa üyelerin böyle bir yaklaşım içinde olmaları mı cemaati bu noktaya getirmiştir. Bu gerçekten tartışmalı bir durumdur. Bu durum biraz yumurta tavuk ilişkisine benzemektedir. Dolayısıyla hem üye cemaati bu noktaya itmekte hem de cemaat doktrini üyeyi böyle bir talep konusunda tetiklemektedir. Aslında bu, sonuç açısından o kadar da önemli bir durum değildir, sonuçta cemaat üyeden, üye cemaatten memnun bir şekilde birbirlerini taşımaya devam etmektedirler. Günümüzdeki sivilinden resmisine mevcut durum aynen böyledir.

Bu dünyevileşme talebi, kendisini ve içinde bulunduğu yapıyı sorgulamaya mı neden olur yoksa onu bulunduğu yere daha da bağımlı hale mi getirir? sorusunun bu yapı içerisinde fazla anlamlı olmadığını düşünüyorum. Ancak iletişim araçlarının artması insanların etkileşimine bazı yeni imkânlar sağlayabilir ümidi, zaman içerisinde bir sorgulamanın ortaya çıkmasına zemin oluşturma ihtimalini de akla getirmektedir. Bunu yaşayıp göreceğiz veya yaşayanlar görecektir.
Ancak biz şunu çok açık bir şekilde görüyoruz ki, doğrudan bir dünyevileşme/ zenginleşme talebi olmayan, çalışmaları böyle bir sonuç doğurmayan, örneğin hak ve adaleti savunan sivil yapılar üye bulmakta zorlandıkları gibi, diğer yapılar tarafından da dışlanıyorlar. Bunun böyle olmasında, kendi hatalarının olup olmadığının bu yapılar açısından bir özeleştiri konusu yapılması zorunluluğu inkâr edilemez. Ancak sorumluluğa ve özgürlüğe talip olmak, insanlık tarihi göstermiştir ki çok matah bir şey değildir ve insanlar düşünmek ve sorumluluk almaktan genel olarak korkmaktadırlar. Egemen yapıların bu muhalif grupçukları dışlamalarını elbette sadece bugüne özgü görmemek gerekir. Gücü ve otoriteyi merkeze alan yapıların genel durumudur bu ve kadim dönemlerden bu yana da hep böyledir.

Ne yapmalıyız?

Peki, ne yapmalıyız? Aslında yapacak fazla bir şey yok. “Ey iman edenler, iman ediniz” ayetini hayatımıza geçirmemiz yeterli olacaktır. Ama bu ne demektir? İman edilecek şey nedir? Söylemeye çalıştığım iman tazelemenin ötesinde bir şeydir. Aynı şekilde tam olarak bir metodolojik yenileşmeden de söz etmiyorum. Bu iki durumu da içine alacak şekilde hem bir düşünme ameliyesi içine girmekten, hem de sorumluluğunun bilincinde, adaleti ikame etmeyi ve paylaşmayı esas alan bir hayata talip olmaktan, yani Kadiri mutlak olan Allah’ı, aynı zamanda rahman rahim olarak yeryüzünde de aramaktan ve bunu yeni bir metodoloji ile ona yönelerek, onu okuyarak Kur’an’dan yeniden keşfetmekten söz ediyorum. İman ve tövbe arasındaki kapının aracısız olarak tüm kullar için her daim açık olmasından ve tövbenin sadece bir arınma değil, bir diriliş olmasından da söz ediyorum. Sanırım böyle bir algıyla hem zihinsel bir arınma ve yenilenme içerisine gireriz hem de bu arınma bize daha örnek alınabilir bir hayat yaşamamıza imkân verir.

Çok kültürlülük içinde tevhidin, zulmün egemenliğine rağmen adaletin şahitliğini yapabilmenin imkânlarını ortaya koyabiliriz. Savaşı değil, barışı, öldürmeyi değil diriltmeyi, biriktirmeyi değil paylaşmayı esas alıp, kendin için istediğini başkaları için de istemeyi temel akidevi bir gereklilik olarak gördüğümüzde bir başlama ve değişim noktasını da oluşturmuş oluruz. Ama bunun pek çok odak tarafından tüm bir dünyaya özellikle de İslam olarak adlandırılan dünyaya karşı başlatılan bir meydan okuma olarak kabul edileceğini peşinen kabul etmemiz gerekir. Biz, sıradan şeyler düşünüp, sıradan bir hayat yaşadığımızı varsaysak da, dini ve siyasi egemenlerle, mevcudun takipçileri, bu küçücük, sıradan yeniden varoluş denemelerini kendi devasa dünyaları için büyük bir tehlike olarak görebilirler. Ve bu sıradan denemeleri daha doğduğunda lanetli ilan edip, sahiplerini “ashabı uhdud” kuyusuna atma yarışına girebilirler.

Ama bu sıradan denemeler, yılmadan tekrarlandığında, en azından mevcudun takipçileri, bunların kendileri için bir tehdit değil rahmet olduğunu zaman içerisinde anlayacaklardır. Bunun için bu sıradan denemelerin, " ben kimseyi takmam" diyen, sorumluluktan kaçan, "anarşist/başıboş" bir tavırla değil, (Çünkü anarşist/başıboş, serseri tavırda çevresindekini yok sayan onu dışlayan ve bazen kendisini merkeze alan, bazen de kendisini de dışlayan, belirsizliğin egemen olduğu bir yapı söz konusudur.) zalim olmayan herkesi “kardeşi” olarak kabul eden bir anlayış içerisinde olması gerekir. Aynı şekilde bu denemelerin, kurtarıcı, benbilirimci, benmerkezci, tebliğci, tepeden bakan, dolayısıyla dışlayacı ve ötekileştirici bir özellik taşımaması gerekir. Ortaya konan örnekliğin, aynı düzlem içinde ve yatay ilişkiler şeklinde cereyan etmesi zaten işin olmazsa olmazı olmalıdır.

Bu usule yönelik ilkelerin, fikri alt yapısını akıl-vahiy, irade serbestîsi, sorumluluk bilinci, adalet ve ahlak ile adil, âlim ve rahman-rahim olan bir Allah anlayışının merkeze alındığı bir düşünce sistemi ile hayat bulması, er geç yeni insanı/ Müslüman’ı ve yeni toplumu ortaya çıkaracaktır. İşte buradan kalkarak öncelikle insanı ve İslam’ı yeniden keşfettiğimizde ve bireyi bu yeni İslam’la yeniden inşa ettiğimizde ve zaman içerisinde;

-Lider merkezli baskıcı zihniyetlerin
-Bireyin iradesini yok sayan algı ve düzenin
-Kendinden olmayanı yok sayan ve dışlayan zihniyetin

Yerini bu yeni yapılara terk edeceği de görülecektir.
Çünkü emek ve çaba karşılıksız kalmaz.

SONUÇ

Tarihler miladi 610’ları gösterdiğinde, Arap yarımadasındaki çöllerde kabile asabiyesine dayalı bağımsız kabile toplulukları, şehir merkezlerinde ise yine kabile asabiyesi üzerine kurulu site şehir devletleri egemenliklerini sürdürüyordu. O yıllarda, dünyanın farklı bölgelerindeki, Bizans, Roma, İran, Çin, Hindistan gibi ülkeler de krallıklarla yönetiliyordu. Tüm bu yapılarda yönetim kişi merkezliydi, devlet ve devlete ait topraklar kralın mülküydü. Yönetim de babadan oğla geçiyordu, halkın yönetim üzerinde herhangi hakkı ve etkisi söz konusu değildi. Çölde de son sözü her zaman kabile reisi söyler, reisin emirleri yasa yerine geçerdi. Bireyler, kralların adalet algısı kadar bir adaletten nasiplenir, onun ikram ettiği kadar dünya nimetlerine kavuşurlardı. Malları, canları her şeyleri kral içindi. Gerektiğinde toprakta çalışır, gerektiğinde onun için savaşırlardı. Çöldeki durum biraz daha adil olsa da sonuçta kabile üyesi birisi, kabilenin bir neferiydi ve kabile reisinden habersiz, kendi başına bir iş yapması mümkün değildi.

İşte böyle bir ortamda Resulullah Muhammed, Kuzey Arabistan’ın ticari merkezi olan Mekke’de vahiyle muhatap oldu. O, öncelikle, insanın özgür, irade ve sorumluluk sahibi bir varlık olduğunu söyledi. İnsanın kaderinin krallar ve yöneticiler tarafından değil kendi özgür seçimiyle belirlenmesi gerektiğini söyledi. Yer altı ve yerüstü kaynakları da insanlığın tümüne aitti. Her şeyin sahibi ve hâkimi olan Allah, yeryüzündeki nimetlerini herhangi bir ayırıma tabi tutmadan tüm insanlığın hizmetine sunmuştu. Birilerinin devlet ve kabile gücünü kullanarak insanları bu nimetlerden Mahrum etmesi zulümdü. Hiçbir insanın bir başkasına üstünlüğü yoktu. Ayrımcılığın her türlüsü ayaklarının altındaydı. Devlet idaresi dâhil insanları ilgilendiren işler istişare ile yapılmak durumundaydı. İstişarenin/şuranın devre dışı bırakılması fitne ve zulmün egemenliğine yol açardı. Soy sop, dil, din farklılığı bir üstünlük ve ayrıcalık nedeni olamazdı. Herkes kazandığının karşılığını almak durumundaydı. Adalet, ahlak, sorumluluk ve hakşinas olmadan yana daha pek çok söyledi.

Bunun için ayrımcılığı temelden ortadan kaldırabilmek için kabile asabiyesini ortadan kaldırarak, Müslümanların kardeşliği ilkesini getirdi. Böylece kabile asabiyesi yerine İslam ümmetini/milletini ikame etti. Tüm insanlar Allah’ın kuluydu ve onun yanında hepsi eşitti. Bu eşitliği, adaletten uzaklaşıp, ayrıcalıklı davranarak, zulümler işleyerek bozan da insanın kendisiydi. Bu yaptığı şeyin adı nankörlüktü. Bundan dolayı insanın iyiye yönelmesi ve kazandığını, imkânı olmayanlarla paylaşması gerekiyordu. 23 yıllık nübüvvet hayatında söylediklerinin pek çoğunu gerçekleştirdi. Eksik bıraktıklarının da tamamlanmasını Müslümanlara vasiyet etti. Onlara rehber ve hakem olarak da Kur’an’ı bıraktı.

Ama Müslümanlar, çok geçmeden siyasi çekişmelerin ve kabile tarafgirliğinin kurbanı olarak Cahiliyedeki kabile asabiyesini yeniden ihya ettiler. İslam Milletini Arap milletine dönüştürdüler. Kureyşi ve Kureyşli olmayı kutsayarak yüzlerce yıl yönetimi hak edip etmediğine bakmadan, “hakkıdır” diyerek Kureyş’e teslim ettiler. Sonuçta yeni idealler, yeni hedefler belirleyerek, fetih ve ganimet üzerine kurulu bir anlayış ve bu anlayışa dayalı devletler/ imparatorluklar kurdular. Ancak hem Resul’ün başlattığı yürüyüşü devam ettirmediler hem de Kur’an onların bu dünyalarını yönlendiren bir düstur olmaktan çıktı. Ancak resulu ve Kur’anı kendi anlayışlarına uygun olarak yeniden yorumlayarak, kendi anlayış ve uygulamalarını meşrulaştıran bir araca dönüştürdüler.
İşte bugün pek çok pozitif gelişmeye rağmen, toplumsal yapılanmamız ve önceliklerimiz olarak hala aynı noktadayız. Ve pek çoğumuzun da bu durumdan pek bir şikâyeti yok. Şikâyeti olanlarsa küçük bir azınlık olarak ne yapmak istediklerini tam olarak ortaya koyamadılar. Ancak bu yapılanma göreceli bir refah sunsa da adaleti sağlayıp, zulüm ve haksızlığı ortadan kaldıramadılar. Aksine yapılanmanın kendisi, zulümler üreterek zalim bir mekanizmaya dönüştü. Bunu rahmet ve adalet üreten bir mekanizmaya döndürmek için yeniden Müslüman/mümin olmayı denemek Müslümanlara ağır geliyor. Bu modern Ebu Talip kompleksi, Kur’an’ı parçalara ayırıp, sahipsiz, öksüz, mahcur, resulü ümmetsiz bırakmaya devam ediyor.[5]




[1] Hatiboğlu M. Said, İslam'da İlk Siyasi Kavmiyetçilik Hilafetin Kureyşîliği, Otto Yayınları, Ankara. Akbulut Ahmet Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelami Problemlere Etkisi, Birleşik yayıncılık, Ankara, Bakkal Ali, Ebu Bekir’in Halife Seçilmesinde İmamlar Kureyş’tendir” Hadisinin Rolü Üzerine İstem, Yıl:3, Sayı:6, 2005, s. 87 - 104
[2] Türklerin asker millet olmaları da biraz da bu algı ve tecrübe ile ilgili olsa gerektir. Çünkü bilmekteyiz ki, Abbasilerin son 150 yılında asker olarak Türkler önemli hizmetler görmüşler, bunun bir yansıması olarak, diğer küçük devletler yanında Selçuklu ve Osmanlı tecrübesi bu dönemdeki tecrübenin bir devamı olarak ele alınmalıdır.
[3] Oysa Kur’an’da çok açık bir biçimde “İnsanın yeryüzünün halifesi” yani yeryüzünün en son yaratılanı, bir anlamda sorumlusu, yeryüzünün onun yaşamasına hazır hale gelmesinden sonra insanın yeryüzündeki serüveninin başlaması meselesinden söz etmiştir. “Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife (ona sahip çıkacak birini) yaratacağım” demişti” Bakara:2/30), “Ey Dâvûd! biz seni yeryüzünde halife yaptık. İnsanlar arasında hak ile hüküm ver. Nefis arzusuna uyma, yoksa seni Allah’ın yolundan saptırır.” (Sad:38/26)
[4] Kur’an’ın Resul algısı konusunda daha derinlemesine bilgi sahibi olmak için, bu konuyu  etraflıca tartıştığımız, Vahiy Savunması –Kur’an Dışı Vahyin İmkansızlığı- (Ağaç Yayınları) isimli kitabımızın, “Bir Resul/Nebi ve Beşer olarak Hz Mumammed” başlıklı VI bölümüne bakabilirsiniz.
[5] işte onlar, (şimdi) Kur'an'ı da tutarsız, insicamsız bir anlam (demeti) olarak göstermek istiyorlar” (Hicr:15/91)
“Ve (o gün) Rasul: "Ey Rabbim!" diyecek, "Kavmimden (bazıları) bu Kuran'ı gözden çıkarılacak bir şey olarak gördü!" (Furkan:25/30)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder