1 Şubat 2016 Pazartesi

İslamcılık, İslami Mücadele, Mücadele ve Kur’an

GİRİŞ

Kur’an da açık bir şekilde dile getirilen Habil- Kabil karşıtlığından da anlaşıldığı gibi insanlığın ilk günlerinden bu yana, yeryüzü, kendisine ve içindekilere egemen olmak veya orada barış ve huzur içerisinde, herkesin kendisi kalarak yaşamak isteyenlerin mücadele alanına sahne olagelmektedir. İnsanoğlunun tarihi bu yönü ile kendisi ve hemcinsleriyle bu karşıtlık içerisindeki mücadeleler tarihidir.

Bu her şeye egemen ve sahip olma ile, barış ve kendisi kalarak/olarak yaşama karşıtlığı en temel hatta en genel bir karşıtlığa tekabül etmektedir. Bu tekabulüyetin varlığı, her bir tarafın/karşıtın kendi içinde çok sayıda farklı karşıtlıkları barındırdığı/ barındırabileceği gerçeğini ortadan kaldırmaz. Aksine bu temel karşıtlığın ezeliliği ve hakem olma konumu her bir taraftaki iç karşıtlıkları ve bu karşıtlıklar içerisinde ortaya konan mücadeleleri daha sağlıklı analiz etmememizi sağlar.

Her bir taraf kendi mücadelesini –bugün pek çok örneğini gördüğümüz gibi- “hak”, “emek”, “adalet”, “özgürlük”, “huzur”, “barış” gibi her dönemde olumlu anlamlar içeren kelime ve kavramlarla betimleyip, en yüce değerlerle ve ulvi amaçlarla tanımlayabilirler. Göreceli veya şekilsel olarak her bir tarafın mücadelesini bu şekilde ifade etmelerinde bir gerçeklik payı da bulunabilir veya bir noktaya kadar gerçekten de öyle olabilir. Her bir taraf, kendilerine göre mücadele edeceği bir zalim veya kendisini haklı çıkaracağı bir mağduriyet durumu/kavramı ortaya koyabilir veya kendileri için böyle bir fotoğrafı resmedebilirler. Bazı durumlarda “zalim kim?”, “mazlum kim?”,” kim hangi mücadeleyi veriyor?” sorularının hemen doğru bir cevabını bulmak mümkün olmayabilir. Mücadele edilenin zalim olması, mücadele edenin her durumda mağdur veya haklı olduğu anlamına gelmeyebilir. Zalim, her durumda bir mazlum ve mağduriyet üretebilir ama üretilen bu mazlumiyetin her durumda haklı bir karşıtlığa tekabül ettiği anlamına gelmez. Zulmün devam etmesini sağlayan bir araç da olabilir. Bu nedenle bu karşıtlıklar, hak-zulüm karşıtlığında ayrı değil aynı safta (zulüm safında) bulunabilirler.

Bu açıdan mücadelenin kime karşı olduğu anlamlı olmakla birlikte mücadelenin ruhunu ve amacını kavramak için bu durum tek başına yeterli bir argüman değildir. Mücadelenin ilkelerinin, yönteminin, bileşenlerinin/ortaklarının, araçlarının ve amacının neler olduğunun bilinmesi onu tanımak ve tanımlayabilmek için zorunludur. Ancak bunlar bilindikten sonra yapılan mücadelenin temel karşıtlıktan hangi tarafa ait olduğu söylenebilir. İsimlerden, tarafların iddialarından veya salt görünenden kalkarak, olan hakkında bir kanaat belirtmek bazı durumlarda yanıltıcı olabilir.

Aynı şey geçmiş ve günümüzdeki “İslami veya İslamcı Mücadeleler” için de söz konusudur. İslami olanın ne olduğu bir tarafa, yeryüzünün üçte birini oluşturan Müslüman coğrafyada her oluşumun kendisini İslam ile ilintilendirerek tanımlaması, zalim de olsa mazlum da olsa bulunduğu konumu “İslami” argümanlarla meşrulaştırmaya/pekiştirmeye çalışması, üstelik bu coğrafyada çok sayıda farklı –hatta birbirine taban tabana zıt-  İslam anlayışlarının varlığı, bu mücadelelerin “ne”liği ve “kim”liği hakkında konuşmayı zorlaştırmaktadır. Bu nedenle önce var olanı anlamak durumundayız.

Var olanı yani kastedileni anlamak

Burada ele alınan konu, “İslamcılık ve İslami mücadele” olduğuna göre, önce bu ifadelerle ne kastedildiğini keşfetmemiz gerekir. Gerçekten konu keşfedilecek kadar çok anlamlı ve karmaşıktır. İlgili kelimeler sıradan bildik kelimeler olsa da sıra bunlarla ne kastedildiğini anlamaya geldiğinde anlamın karmaşık bir yapı arz ettiği veya içeriğinin buharlaştığını fark ederiz. Durum bu olunca ilgili kavramlar içeriğinin herkesin kendisine göre doldurduğu kelimelere dönüşür. Öyle ki oluşum ve eylemlerini bu isimlerle tanımlayan kesimlerin tavır, tanım ve davranışları da bu kelimelerin anlam dünyasını alabildiğine genişletir ve yeni yeni anlamlar kazanmasına neden olur. Böylece herkese göre ayrı bir İslamcılık ve İslami mücadele tanımı yapmak gerekir.

Bu nedenle üzerinde konuşabilmek ve bazı genellemeler yapabilmek için ilgili ifadelerin anlam sahasını daraltmak ve onları herkese göre anlama zorunluluğunun dışına çıkmak gerekir. Çünkü herkesin kendisine göre bir İslam’ı olduğu gibi kendisine göre bir İslamcılığı veya İslami mücadelesi de vardır.

Bundan dolayı ilk yapılması gereken şey bu kelimelerle ne kastedildiğini ortaya koymaktır. Bilmemiz gerekir ki burada en açık olan şey konunun dünyevi olan ile ilgisidir. Herkesin üzerinde ittifak ettiği temel nokta burasıdır. Bu dünyada nasıl bir yaşantı özlemimiz var? Neyi, nerede, ne zaman, ne kadar, nasıl yaşamak istiyoruz, konunun özü bunlarla ilgili. Etkin mi, edilgen mi, emreden mi emredilen mi, veren mi alan mı olmak istiyoruz?

Acaba kastedilen şey salt bir iktidar mücadelesi midir? Yoksa hayatta sıradan insanlar olarak, doğru-yanlış, eksik-fazla kendi kabullerimizle, kendimiz olarak, kimseye haksızlık etmeden, mevcut imkânlardan yeteneğimiz ve çabamız oranında yararlanarak adil bir şekilde yaşamanın önündeki engellerin ortadan kaldırılması ve böyle bir ortamın inşa edilmesi için mücadele etmek midir?

Eğer durum gerçekten böyle ise böyle bir algıyı sadece “İslam” ön eki ile ifade etmek doğru olmaz. Çünkü böyle bir kaygı, hangi anlayış ve inanışa sahip olursa olsun her insan ve topluluk için söz konusu olabilir. Her canlı varlığını sürdürebilmek için bir şekilde benzer bir mücadelenin içinde olmak durumundadır. Hayat dediğimiz şey, ona böyle bir davranış içinde olmayı dayatır, o bilinçli veya bilinçsiz, örgütlü veya örgütsüz varlığını sürdürebilmek için kendisini bir mücadele içinde bulur. Ancak bunun adı “İslamcılık” olmasa gerektir. İslamcılık veya İslami mücadele dediğimiz şeyin, bu genel durumdan bağımsız olmasa da mücadelesinde bazı temel farklılıklarının bulunması gerektir. Yani herkesin, her anlayıştaki insanın ortaya koyduğu mücadeledeki şablonlardan, davranış kalıplarından farklı bazı özellikler de arz etmesi lazımdır diye düşünüyorum.

Acaba bu temel farklılıklar sadece simgesel ve İslam’a aidiyatla ilgili bir durum mudur? Yani farkları bunları sadece Müslüman bir kimlikle yapmış olmaları mıdır?  Yani İslamcılıkları veya İslami mücadeleleri bu kimlik altında, bu dünyada, bu dünyaya yönelik –yukarıda saya geldiğimiz- yapıp ettiklerinden mi ibarettir? Veya İslamcılık, kamuda/sosyal hayatta görünür olma veya oraya kendi ilkeleriyle egemen olma mücadelesinin veya taleplerinin adı mıdır? Kısacası İslamcılık benzer kodlarlarla, dünya nimetlerine talip olmanın, onu yönetmenin, bir sulta ve otorite oluşturmanın bir adı mıdır?

Talep ve tartışılanlara bakıldığında İslamcılık, kişinin iç serüveninden, arınma, olgunlaşma ve kendisi olma mücadelesinden farklı bir şey gibi görünüyor. Anlaşılan İslamcılık veya İslami mücadele denilen şey Müslüman’ın görünür dünyadaki konumunun ne ve nasıl olmasıyla, daha doğrusu sahip olmak istedikleri ve bunların oluşturacağı imkânlarla ilgili olsa gerektir.

Ayrıca geleneksel veya modern anlamıyla cihad/cehd dediğimiz şeyle, bu İslamcılık dediğimiz şey arasındaki bağıntıyı, ayniliği veya farklılığı da ortaya koymamız gerekir. Bunu yapmadan, bu kavramın Müslüman zihindeki karşılığını ortaya koymak mümkün olmaz. Bu gerçekleşmeyince herkes aynı kelimelerle konuşsa da aynı şey üzerinde konuşulmuş olmaz.

Biraz daha açalım. Sıradan bir Müslüman’ın, yani, ibadetlerini yapan, helal ve harama dikkat eden ve toplum içinde bir fert olarak yaşayan bir Müslüman’ın yapıp ettiği şeyler veya duruşu İslami bir mücadele veya İslamcılık olarak kabul edilmekte midir? Aynı şekilde kadim geleneksel sufi cemaatlerden/tarikatlardan birine ittiba etmiş ve hayatını o çerçevede idame ettiren birinin bu bağlamdaki konumu nedir? Aynı şekilde günümüz geleneksel cemaatlerini bu tartışmalarda nereye oturtacağız? Bu yapıları ve sıradan Müslümanların durumunu bu tartışmalar çerçevesinde öncelikli bir açıklığa kavuşturmamız gerekir ki tartışmada yol alabilelim.

Ancak günümüzdeki İslamcılık tartışmalarında bu alanlarda problemler olduğunu görüyoruz. Geleneksel yaşama biçimi, örgütlü ise, yani bir cemaat çerçevesinde sürüyorsa farklı bir bağlamda, geleneksel bireysel dini yaşayış şeklinde cereyan ediyorsa farklı bir bağlamda ele alınıyor. Ayrıca bu durum, tanımlayanın konumuna göre de değişebiliyor. Kişi kendisini İslamcılık karşıtı bir konuma yerleştirmiş veya seküler bir algıya sahipse farklı, dini bir cemaat ve İslamcı bir algı içerisinde ise farklı bir tanımlama içerisinde buluyor. İslamcılık dediğimiz şey buna göre daralıp genişleyebiliyor.
Ancak kastedilen şeyin ne olduğunu anlasak bile İslami olanın ne olduğunu ortaya koymadan veya kişi ve cemaatlerin “İslami olanı”nın ne olduğunu resmetmeden, kısacası bu konuda bir tanım yapmadan yol almamız zor görünüyor.

İslami olanın tanımı

Var olanı anlamak biraz da onu tanımlamaya bağlıdır. Tanımlama yapmak da bazı ilke ve kuralları gerektirir. Hem kim, hangi İslami algıdan hareketle bir eylem ve davranış ortaya koymakta, tanımlamalar yapmakta hem de biz bunları değerlendirirken hangi kriterlerden hareketle konuşmaktayız, bunları belirlememiz gerekir. Bu açıdan öncelikle İslami olan nedir sorusu üzerinde durmalıyız.

İslam’ın Allah ve adalet algısı ile bireye/insana yüklediği sorumluluk çerçevesinde bir tanımlama yapabiliriz, buradan kalkarak bazı ilke ve kuralar tespit edebiliriz. Öncelikle söylememiz gerekir ki, İslam’ın Allah’ı, insan ile ilişkilerinde kendisini Adalet ile sınırlandırmakta, ilke ve prensiplerini/dinini bu çerçevede vaz etmektedir. İnsana yüklediği sorumluluklar da adalet ilkesinden hareketle belirlenmektedir. İnsan açısından durum ise sorumluluk ve irade sahibi bir varlık olarak adaleti ikame etmesidir. Kur’an’a göre insanın bu dünyadaki mücadelesi de bundan, yani adaleti ikameden ibarettir[1]. Ancak bu adaleti ikame nasıl olacaktır?

Bu durumu hem günümüzdeki hem de tarihteki geleneksel yapılar ve anlayışlar çerçevesinde incelediğimizde Müslümanların İslam ve adalet algılarının içinde ciddi sorun barındırdığına şahit oluyoruz. Bireyleri bir yana bırakırsak kendilerini bir grup veya cemaat olarak ifade edenlerin Allah, İslam, hayat ve adalet algıları, siyasi, ekonomik, kelami, fıkhi, felsefi, yerel pek çok nedenden dolayı farklılaşmış durumdadır. Her bir yapı kendilerini farklı ilke, imge ve simgelerle tanımlamaktadır. Doğal olarak da bunlara uygun bir hayat yaşamaktadırlar. Verdikleri mücadeleler de bu çerçevede olmaktadır. Bunun sonucu olarak, ortak metinleri olan Kur’an’ın mesajlarını ve onun ilk uygulayıcısı olan Resulullah’ın mücadelelerini farklı okuma ve yorumlama biçimleri ortaya çıkmıştır.
İlahi metni farklı okuma biçimleri, birbirini nakzeden, hatta Kur’an’ın temel ilkeleri ve hedefleri ile çelişen farklı mücadele yöntemlerinin de ortaya çıkmasına neden olmuştur. Ancak hepsinde ortak nokta adaleti salt kendileri için geçerli bir olgu olarak görmeleridir.  Tarih bunun örnekleriyle doludur. Bugün de her yapı kendi anlayışına uygun bir mücadele içinde yoluna devam etmektedir. 
Ancak bu mücadelelerin sadra şifa olmadığı da ortadadır.

Konuya Kur’an’ın temel ilkeleri ve ortaya koyduğu örneklikler çerçevesinde yaklaştığımızda ise farklı bir fotoğrafla karşılaşmaktayız. Bu durum Kur’an’da temel ilkeleri ortaya konan mücadele yöntemi ile kıyaslandığında daha net olarak anlaşılacaktır.

Kur’an’a göre bu adaleti ikame işi, adaleti ahlaki bir düstur olarak içselleştirmiş, sorumluluk ve irade sahibi kişiler tarafından gerçekleştirilecektir. Burada da belirleyici olan adalet ve ahlaktır. Bu nedenle adaleti ahlakın temeli olarak gören, sorumluluk ve irade sahibi bir birey, hangi eylem ve işi yaparsa yapsın, sonu zulüm ve ötekileştirme/dışlama olan bir davranış içerisine girmez. Aynı şekilde bunu Allah’ın sevdiği/ olmasını istediği ve nefret ettiği/ olmasını istemediği davranışlar çerçevesinde okuduğumuzda benzer sonuçlara ulaşıyoruz. Kur’an’ın bu konudaki ifadelerini şu şekilde özetleyebiliriz.

Allah, maddi durumları ister iyi ister kötü olsun, her durumda ihtiyaç sahipleriyle paylaşan, öfkelerini yenip insanların hata ve kusurlarını bağışlayan güzel davranışlı kimseleri (muhsinin) (Ali İmlran;3/134), verdiği sözü yerine getirip, emanete hıyanetten sakınanları (muttakiler) (Ali İmran;3/76), servetlerinden harcayarak kendilerini tehlikeye atmayanları (böylece cehennem ateşinden korunanları) ve iyilik yapmaya samimiyetle devam edenleri (Muhsinleri) (Bakara;2/195), pişmanlıkla kendisine yönelenleri ve özlerini temiz tutanları (tevvablar) (Bakara;2/222), sıkıntılara göğüs gerenleri (sabredenler) (Ali İmran;3/146), işlerini danışma ile yapıp, sonunda Allaha tevekkül edenleri (mütevekkiller) (Ali İmran;3/159), muhatapları kim olursa olsun adil olanları ve her durumda adaleti gözetenleri (muksitler) (Maide;5/42), günah kirinden arınmak isteyenleri (mutahharrinler) (Tevbe;9/108) sever

Aynı şekilde Yüce Rabbimiz, haddi aşanları (mu’tedinler) (Bakara;2/190), bozguncuları, fesat çıkaranları (fesad)  (Bakara;2/205), günahkâr inkârcıyı (keffarin esim) (Bakara;2/276), kafirleri (Ali İmran;/32), zalimleri (Ali İmran;3/57), böbürlenip kibirlenenleri (muhtelen fehur) (Nisa;4/36), günah işlemeyi alışkanlık haline getirmiş kimseleri (hevvanen esim) (Nisa;4/107), haddi aşanları (müsrifun) (Araf;7/31), hainleri, (hainin) (Enfal;8/58), kibirlenip büyüklük taslayanları (müstekbirler) (Nahl;16/23), hain nankörleri (havvenun kefur) (Hac;22/38), kendini merkeze alıp şımaranları (ferihin) (Kasas;28/76) sevmez.

Özellikle şu ayette, ahlaki davranışların ne olduğu, iyi ve kötünün yeryüzündeki tezahürü sade ve öz bir şekilde ortaya konmaktadır. “Ey peygamber, inanan kadınların, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamaları, hırsızlık yapmamaları, zina etmemeleri çocuklarını öldürmemeleri, elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemeleri ve hiçbir iyi işe karşı çıkmamaları şartıyla sana biat etmeye geldikleri zaman biatlarını kabul et ve Allah'tan onların bağışlanmalarını dile! Çünkü Allah çok bağışlayandır merhamet edendir” (Mumtehine;60/12).

Bu ayette öz olarak anlatılanlar, ortalama bir insanda bulunması gereken ahlaki ilke ve değerlerdir. Olumlu veya olumsuz olarak tasnif edebileceğimiz bu davranışları şu başlıklar altında özetleyebiliriz.

  1. Doğru ve dürüst olmak, yalan söylememek, iftira etmemek.
  2. Kibirlenip büyüklenmemek, haddini bilmek.
  3. Başkasının hakkına tecavüz etmemek, hırsızlık yapmamak, her türlü zulümden uzak durmak ve adil olmak.
  4.  Paylaşmak; her durumda insanlara yardım etmek, (ekonomik, bedensel ve bilgi vs yönünden).
  5.  Fuhuş ve ahlaksızlıktan uzak durmak.
  6.  Ana-baba ve yakınlardan başlayarak bütün insanlara iyi davranmak.
  7.  İşleri konusunda insanlarla istişarede bulunmak.
  8.  Cana kıymamak.
  9. Çevreye zarar vermemek.


İşte bu ilkeler çerçevesinde oluşmuş bir yöntemle, bu ilkeleri özümsemiş, bunları yaşamlarının sıradan bir parçası haline getirmiş bireylerin oluşturduğu toplumların verdiği bir mücadele ile ancak zulmü ortadan kaldırıp adaleti ikame etmek mümkün olabilir.

Bu ilkelerden bakıldığında, kişi ister herhangi bir vahada veya adada tek başına yaşıyor olsun, isterse aidiyat içinde olarak veya olmayarak bir toplulukla birlikte bir köyde veya metropolde yaşasın, hayatının her aşaması bir mücadele ve eylem içinde geçmek durumundadır. İlkeli olmak ve bir ilkeye göre yaşamak kişiyi bir model ve örneklik haline getiriyor. Kendisine ve çevresine karşı duyduğu sorumluluk aynı zamanda ona saygı duyulmasına ve örnek alınmasına da neden oluyor. Herkesin bir şekilde birbirinden etkilendiği ve birbirlerini örnek aldığı bir topluluk adaletin ikame edilmesine ve onun gelecek kuşaklara taşımasını da sağlıyor. Eğer kişi bu ve benzer ilkeleri olmadan yaşıyorsa, ister istemez çevresindekilerle bir çatışma içerisine girmek durumunda kalıyor ve çevresini de bir kaosa sokuyor.

İlkesiz ve kuralsız olmak, sadece ilkeleri ve kuralları olanları değil, kendisi gibi ilkesi ve kuralları olmayanların da ötekileştirilmesi sonucunu doğuruyor. Çünkü kişisel çıkarlar kendisiyle sınırlı olduğu için ancak tek kişilik dünyalar inşa ediyor. Sınırsız sayıdaki tek kişilik dünyalar, yeryüzünü çıkarların savaş alanına dönüştürüyor. Bu da toplumsal hayatta çatışma ve kargaşa demektir.
Ayrıca ilkesiz olmak kişiyi ya tümüyle edilgen kılıp bir başkasının uydusu haline getiriyor ve onu kendisi olmaktan çıkarıyor ya da onu kendini yeterli gören ve her şeyi ben merkezli düşünen ve hayatında başkasına yer vermeyen her şeyi tahrif ve tahrip eden bir nesneye/canavara dönüştürüyor. Özellikle modern metropoller bu algıyı her gün biraz daha egemen kılıyor ve kaos ortamını daha da kesif hale getiriyor.

Varolanın değerlendirilmesi

Yukarıda saydığımız bu Kur’ani ilkeler ilk defa Resul önderliğinde ve örnekliğinde ona İnananlar tarafından benimsenerek, adalet toplumsal hayata egemen oldu. Her renkten, farklı etnik kökenden ve anlayıştan gelen insanlar adalet potasında eriyerek bu ilkeler çerçevesinde bir millet oluşturdular. Böylece Kur’ani mücadelenin seçkin örnekliklerini ortaya koydular.

Daha sonraki yıllarda millet olma şuurunun yerini kabile asabiyesine ve dünyanın geçici nimetlerine devretmeye başlamasıyla birlikte bu örneklikler azalmaya, adaletin yerini haksızlık ve zulüm almaya başladı. Dünyevi çıkarlar, insani hırs ve tutkular, Kur’ani ilkelerin örtülmesine neden oldu. Kur’an’ın Allah algısı yerini cahiliye ve kadim egemen kültürlerin Allah algısına bıraktı. Bu algı insanın iradesinin elinden alınmasına neden olduğu gibi sorumluluğunun da egemenlerin iradesine devredilmesi sonucunu doğurdu. Aynı şekilde örnek alınabilinir, “üsvetül hasene” olan Resul algısı, yerini her şeyin kendisi için yaratıldığı, mucizeler içinde yaşayan, her şeyi yapabilen ancak iradesi olmayan ve muhataplarının kendisine ulaşması asla mümkün olmayan bir “nur”dan peygambere bıraktı.

Peygamber algısı hayatın dışına çıktığı oranda din algısı da tersine somutlaştı ve katı, somut algı ve anlayışlar dine egemen oldu. Din, şekil ve katı kurallardan oluşan ve bazı kişilerin ağzından çıkan şeraite dönüştü. Her şey zıddını doğurduğu gibi bu anlayışlar da çok geçmeden zıddını doğurarak batini tepkisel yapılar ve oluşumlar ortaya çıkmaya başladı. Öyle ki, bir noktadan sonra din ve hayat, bazıları için ne olduğu belli olmayan, anlaşılamayan, kavranamayan, en önemlisi de ölçülemeyen salt soyut batini fikir ve düşüncelere boğuldu. . Hayat doğaüstü güçlerin, keramet ve mucizelerin kontrolüne geçti. Keramet göstermeyenin ilmine itibar edilmediği için, ilmine itibar edilecek ilim ehli bulunamaz oldu. Tüm bunlar olurken egemenler egemenliklerini en acımasız şekilde sürdürmeye devam ettiler. Halk Batınicilerle zahiriciler arasında sıkışıp kaldı. Egemenlerden kurtulmak için kah zahiricilere yöneldiler kah Batınicilere…  İnsanın özgürlüğünü önemseyen,  onun iradesine vurgu yapan ve herkes için adalet isteyen akımlar da çıkmadı değil, ama bu kargaşa ve gel-gitler arasında hayata egemen olan bu iki zıt kutuplu ama yanılgıyı tekrarlayan büyük yapılar yanında bunların pek esamesi okunmadı.

Hangi Allah, resul, din, ahlak ve adalet algısı egemense Müslümanların mücadelesi de o şekle büründü. Kısmi yapılanmalar dışında, Kur’ani ilkeler çerçevesinde oluşmuş kalıcı mücadele örneklikleri ortaya konamadı. Çünkü algılar anlayışları, anlayışlar yöntemleri belirlediği için Peygamber dönemi hep bir “Altın Çağ” olarak kaldı. Bu “altın çağ” metaforu, aynı zamanda var olan eksik, sorunlu, gayri adil yapıları meşrulaştırma işlevi gördü. Çünkü o “altın çağ”ın sakinlerinin her birisi güneşin etrafındaki gökteki bir yıldız gibiydi. Kendileri ise yeryüzünde aciz, sorumluluklarını başkasına devretmiş iradeleri ellerinden alınan sıradan kullardı/kölelerdi.

Ancak hayatın acı gerçekleri onları isyana zorladığında, içinde adalet olmayan zahir- batin karşıtlığından birisi ve silahlı bir grup ve cihad erleri olarak siyasi arenada veya savaş meydanında yerlerini aldılar. Öyleki bu akımlar, hayatın bütün alanlarının bir savaş alanı olduğu anlayışıyla hareket ederek, her biri karşıtını/düşmanını yok eden bir savaş makinesine dönüştü. Yüzyıllar boyunca Müslüman yöneticiler önderliğindeki Müslüman ordular karşılıklı olarak, daha önceden fethedilmiş Müslüman coğrafyada “cihad” adı altında Müslüman kardeşlerinin kanlarını döküp, kadın ve çocuklarını esirler edinerek, kendi canları karşılığında cenneti satın aldıklarını sandılar. Bir parça toprak parçası, bir tadımlık iktidar için “Müslüman mücahitler”, Müslüman kardeşinin canını, malını, namusunu kendilerine mübah/helal sayarak kurdukları yeni iktidarlarında içinde adaleti barındırmayan İslam şeriatını hâkim kıldıklarını söylediler. Bu iktidarlar Muhammed Resulullah’ın metodu yerine kendilerini çoğunlukla Moğolların yöntemi “bul ve yok et” yöntemine yakın hissediyorlar olmalılar ki, geçtikleri yerler bir viraneye dönüşüyordu. Oysa Hz. Peygamber önderliğindeki Müslümanlar Mekke’ye girdiklerinde, yıllarca kendilerine kan kusturmuş olmalarına rağmen, intikam duygusunu bir tarafa atıp, geçmişi geçmişte bırakarak yeni beyaz bir sayfa açarak, karşıtlıkları ve düşmanlıkları ortadan kaldırmışlar, kan davasına imkan vermemişlerdi.

Yüz yıllarca, Müslüman coğrafyada Sünni, Şii’yi, Şii Sünni’yi ötekileştirerek kendini var etti.. Şii, ötekileştirecek Sünni, Sünni ötekileştirecek Şii bulamadığında kendi içinden bir öteki bulmada zorlanmadı. Kendi içinde öteki öreterek, küçüldükçe küçüldüler. Ancak kendi küçük dünyalarını sorgulamak, onu aklı selim ve zalim olmayan her bir bireyi içine alacak şekilde büyütmek akıllarından bile geçmedi. Veya muhatabı insan olan ve herkesi kucaklayan adil bir düzen kurarak, o düzen içerisinde herkesin ve her anlayışın kendisi olarak, her şeyin olması gerektiği gibi olacağı bir yapı kuramadılar. Olması gereken, bizim kurduğumuz küçük yapımızdır dediler ve bu küçük yapılarına kayıtsız şartsız tabi olacak, teslim olacak, biat edecek kul ve kullar aradılar/beklediler.

Tepkisel oluşumlar, ancak karşı tepkisel oluşumlar icat ederler. Doğaları gereği adil bir düzen kuramazlar, çünkü ancak öteki üreterek varlıklarını devam ettirebilirler. Adalet onların elinde iktidarlarını koruyup keskinleştiren bir kılıçtan öte bir şey değildir. Öteki de pusuya yatarak kendi zamanını kollamaya başlar. Dolayısıyla adaleti ruhlarına sindirememiş gruplar, ancak içinde başkası olmayan kapalı devre yapılar kurabilirler. Başkası ile karşılaştıklarında düzenleri birden altüst olur. Bu nedenle bunlar içinde “başkası” olan ve onlarla eşit düzeyde barışık insanlar olarak yaşamayı beceremezler, dinlerinin elden gideceğini, namuslarının kirletileceğini ve iktidarlarının yıkılacağını zannederler.  Bu nedenle tepkisellikle var olan kimlikler ve onların oluşturduğu yapılar, bireyin özgürlüğünü önceleyen adil bir düzen kurmak yerine sıradan sultanlıklar inşa ederken, “rüzgâr eken fırtına biçer” gerçeği nedeniyle, daha katı ve acımasız yeni karşıt tepkiselliklerin tohumlarını toprağa atmaktan başka bir şey yapmazlar. Adil bir düzenin inşasına kadar bu kısır döngüler sürer gider.

On dokuzuncu yy sömürgeler çağına geldiğimizde Müslümanlar, “benim”, ” bizim” diyecekleri üzerinde devletçilik yaptıkları bir toprak parçalarının kalmadığını gördüler. Yine gördüler ki, ötekileştirerek kendilerini var kılabilecekleri, “kafir”, “sapık, “fasık” diyecekleri karşıt ideolojik ve fikri yerel yapılar da kalmamıştı. Herkes kendi canının derdine düşmüştü, hatta “devlet” bile çoğu kimsenin umurunda bile değildi. Yaklaşık iki yüz yıl böyle geçti. Kendilerine geldiklerinde, dillerinin, kültürlerinin, geleneklerinin, alışkanlıklarının, araçlarının, ihtiyaçlarının değişmiş olduğunu gördüler ve tarihi yenilginin boyutlarının farkına vardılar.

Bu yenilgi beraberinde, yıllarca birbirini ötekileştirmiş, olanların birbirini yeniden keşfetmeleri ve “kardeşler” olabilmeleri için yeni fırsatlar ve imkanlar ortaya çıkardı denirken, kadim Müslüman coğrafyadaki halkların her birinin, Türk, Arap, Fars, Azeri, Peştu, Kürt, Berberi, Çerkez, Malay gibi ulusal bir kimlikle yeniden tanımlandıklarını gördüler. Üstelik her bir unsur tanımlandığı şeyde bir hikmet arayarak, kendini o tanıma ait hissediyor, onu sahipleniyor ve bu yeni sığınağına dört elle sarılıyordu.  Coğrafyaları da bu kimliğe göre yeniden dizayn edilmişti ve yeni egemenlik ve hükmetme biçimleri ortaya çıkmıştı. Artık Müslümanlar bu modern tanımlamalar üzerinden birbirini ötekileştirmeye ve birbirine yabancılaştırmaya çalışıyorlardı. Yabancılaştırma ne kadar derinleştirilirse, o kadar kendileri olabileceklerini zannediyorlardı.

Modern dönemler modern karşıtlıklar/tepkisellikler icat ederek, birey ve toplumların hem kendileri olmalarının önüne geçilmiş oluyor hem de adil ve sağlıklı oluşumların ortaya çıkmasının önüne geçiliyordu. Ulusal aidiyat düşüncesi öyle etkili ve bağlayıcı bir algıya dönüştü ki, sizin bir başkasını ötekileştirmek veya bir başkasının sizi ötekileştirmek için herhangi bir şey yapması gerekmiyor. Sizin doğduğunuz aile veya coğrafya, konuştuğunuz dil veya Ulasal devletlerin size verdiği ve yanınızda taşımak zorunda bırakıldığınız nüfus cüzdanları öteki olup taşlanmanız için yeterli oluyor.

Böyle bir tanımlama ve algı günümüz Müslüman zihnini de çekip çeviriyorsa, elbette bu zihnin ortaya koyduğu mücadele yöntemi, mücadelesini yaptığı şeyler, olmazsa olmaz dediği kırmızıçizgileri de bu çerçevede belirginleşip ortaya çıkıyor. Fikri, ideolojik, siyasi mücadeleler, hatta kavga ve savaşlar da bu çerçevede cereyan ediyor. Yeni paradigmalar, yeni koalisyonlar, yeni kutuplaşmalar bu ulusalcılık ve milliyetçilik algısı üzerinden oluşturuluyor. Sermayenin küreselleşmeye başlaması ve dünyanın tek devlet haline gelmiş olması hali Milliyetçi ve ulusalcı düşünce biçimine bir halel getirmiyor, aksine küresel sermayenin toplumların içerisine daha kolay nüfuz etmesine neden oluyor. Aynı zamanda bu durum kendi içinde karşıtını ürettiği için egemenliğinin daha belirgin ve kalıcı olmasına da neden oluyor. Müslümanlar da böyle bir dünyanın içinde bu argümanlarla, bu karşıtlık içerisinde kendilerini ifade edip örgütleniyorlar ve İslami mücadelelerini bu çerçevede gerçekleştiriyorlar.

İşte İslamcılık dediğimiz şey de tam da böyle bir ortamda ortaya çıkıyor.

İslamcılık

İslamcılık, bugünün dünyasında iktidar talebi olan, kendi kimliği ile var olmaya çalışan her tür anlayıştan İslami yapılanmalar için kullanılan bir isimdir. Modern bir isimlendirmedir ve daha çok karşıtlarının üretip kullandığı bir isimdir. Her tür isimlendirme gibi zamanında bir yaftalama, ayrıştırma ve suçlama için kullanılmış olsa da bir noktadan sonra yaftalananlar da bu tür tanımlama ve isimlendirmeleri normal karşılayıp kendileri de benimseyip kullanmaya başlıyorlar. Ancak ben hala problemli bir isimlendirme olduğu kanaatindeyim.

İslamcılık, gelenekselinden, yenilikçisine günümüzdeki her tür anlayışın, gerek fikri, gerek siyasi düzeydeki örgütlü örgütsüz bütün oluşumlar için kullanıldığı için, çok genel, kendi kimliği ile var olma ve mevcut olandan pay alma arzusu dışında bir ortak hedeften söz etmek mümkün olmaz. Bütün geleneksel tonları ve mezhebi algıları içinde barındıran oluşumlardan söz etmemiz mümkün olduğu gibi, her şeyi ile yeni ve modern oluşumlardan ve fikri akımlardan söz etmek mümkündür.
Bu nedenle her oluşum, fikrini, dünya ve devlet taleplerini ait olduğu kodlar üzerinden yapar. Tamamen tepkisel, yarı tepkisel, edilgen veya özgün yapılarını sahip oldukları bu kodlarla, bu kodların günümüzdeki yansımalarıyla ilgilidir.

Elbette geçmişte olduğu gibi günümüzdeki oluşumlar da kendilerini Kur’an, Sünnet gibi temel dini refarans kaynaklarıyla ve mezhep, ekol, siyasi yapı gibi ilk dönem yapılandırmalarla ilintilendirmek ve görüş ve eylemlerini buralara dayandırarak açıklamaya çalışırlar. Ancak ortaya koydukları fikir eylem ve talep yeni bir duruma işaret eder. Düşüncelerini, ister sadece Kur’an’dan, veya Kur’an- sünnet birlikteliğinden, ister herhangi bir tefsir veya fıkıh kitabından, isterse bir mezhebin düşüncelerinden oluşturmuş olsunlar, yaptıkları ve söyledikleri şey yeni bir şeydir ve bugünün şartları esas alınarak üretilmişlerdir. Bugünün ihtiyaçlarının ürettiği bir dil ve algı ile yapılan bir okumadır. Ortaya çıkan, her tür düşünce ve eylem böyle bir okumanın sonucudur.

Bunların tasnifi ve hangisinin daha isabetli olduğu tartışmaları da göreceli ve tartışmayı yapanın durduğu yerle ilgi bir durumdur. Bu tespit, yapılan her şeyin mubahlığının deklere edilmesi anlamına gelmeyeceği gibi tersini de söylemez. Çünkü sonuçta tespiti yapan da okuyan da bunları bulunduğu yerden okumaktadır ve bulunduğu yer de yeni bir durum ve kendisine özgüdür. Bir bakış açısına ve düşünme kodlarına hatta yargı ve önyargılara sahiptir. Bu geçmiş ve günümüzdeki her bir birey için söz konusudur. Aynı amaç etrafında toplanmış topluluklar da bu değerlendirme ve genellemenin dışında değildir.

Mesala ben bu makalenin baş kısımlarında bir hareketin İslami olmasının imkan ve şartlarını kendi algım ve müktesebatım çerçevesinde yaptım. Hatta bazı ilke ve prensipler tespit etmeye çalıştım. Dolayısıyla İslamcılıkla ilgili yaklaşımım o satırlardan çıkarılabilir. Ancak ben şahsen hiçbir yapıyı toptan reddetme ve kabullenme taraftarı değilim. Her yapının içindeki doğrular aynı zamanda benim de doğrularımdır. Elbette hareketin temel felsefesi yönü herkes gibi benim için de çok önemli ve belirleyicidir.

Bu açıdan bakıldığında her hareket ve oluşum kendi rolünü oynamaktadır. Oynamaya da devam etmesi gerekir. Yanlış görenler gördükleri yanlışları ifade etmeli, düzeltilmesi gerekenleri düzeltmelidir. Tehlikeli olan tek kutuplu ve tek merkezli bir dünyanın ve devlet aygıtının oluşmasıdır. Aynı zamanda “körler sağırlar birbirini ağırlar” algısı da sağlıklı düşüncelerin ortaya çıkmasını ve nimetlerin adil bölüşümün önünde engeller oluşturur. Daha önce dile getirdiğimiz gibi bu tür yapıların egemen olduğu ortamlarda adalet tecelli etmez.

Ancak adına ister İslamcılık diyelim, İslami mücadele diyelim, en radikalinden en soft ve gelenekseline kadar her oluşum ancak talep edeni varsa ayakta durur. Ayakta durduğu sürece de müntesipleri açısından bir anlam ve değer ifade ediyor demektir. Özellikle küresel sermayenin ve militarist güçlerin baskı ve tahakkümünü daha çok hissettirmeye başladığı bugünün dünyasında İslamcılığın bunlar karşısında önemli bir işlev gördüğü kanaatindeyim. Gerçi bazı tonlarıyla İslamcılık egemen güçlerin işgal ve saldırılarına zemin hazırlasa da Müslüman coğrafyada öze dönüşe ve yeni kimlik oluşumlarına önemli katkıları olduğunu düşünüyorum.

Ayrıca bu tür hareketlilikler ve çok merkezlilik/taraflılık sağlıklı ve adil yapılanmaların gündeme gelmesine yol açabileceği gibi, irade ve sorumluluk sahibi bireylerin toplumlarla kaynaşıp çoğalmalarına da neden olabilir.

Ancak şunu söylemek gerekir ki, Peygamber sonrası tarihine baktığımızda her şeyi ile sahiplendiğimiz, hakkaniyete uygun, öteki üretmeyen, kim olursa olsun zalime karşı ve adalet herkes içindir diyen bir siyasi oluşumdan pek söz edemiyoruz. Zaman zaman bu tür düşünceleri seslendiren fikri oluşumlar ortaya çıkmış, düşüncelerini kuşaktan kuşağa aktarmış, tüm yapılar üzerinde az çok bazı etkiler bırakmış olsalar da onların bu düşüncelerini bir bütün olarak ete kemiğe büründürdükleri adil bir sosyal düzen kurduklarına şahit olmuyoruz. İnsanın aceleciliğinden veya tepkisel olanın daha kolay elde edilir olmasından olsa gerek ideal olan daha çok kitaplarda kalıyor. Ancak, ideal olanın egemen olması için, ideal olanı yılmadan gündemde tutmak, hayatın içinde var olduğunu göstermek, ideal olanın sıradan olduğunu anlatmak ve ideali yaşayanların sayısını arttırmak ve hayatı normalleştirmek gerekiyor.

İslamcılık ve siyasal İslam isimlendirmesi konusu

"Siyasal İslam" ifadesi ilk defa bu yüzyılın ortalarında Batılı sosyal bilimciler tarafından, özel bir amaca yönelik olarak bilinçli bir şekilde üretildi. Amaç Müslümanları kendi içlerinde ayrıştırma ve ötekileştirmeydi. Ancak amaç bununla sınırlı değildi. Bu sıradan bir isimlendirme ile büyük işler planlanmıştı. Bu deyimle egemenlerin egemenliklerini pekiştirmek, işlerini kolaylaştırmak ve yeni egemenlik alanları açmak, yaptıkları zulüm ve haksızlıklara mazeret oluşturmak istiyorlardı. Biz yıllar sonra bu kelimenin hangi bağlamda ve kimleri dövmek için kullandıklarını gördüğümüzde ister istemez böyle bir tanımlama içine girilmek durumunda kanlınıyor. Çünkü hem yerel hem de uluslar arası siyasi aktörler bu isimlendirmeyi siyasi bir manivela olarak kullanıp bir temizleme ve yıldırma harekâtına girmişlerdi.

Bu isimlendirmeyi yapanlar, yaptıkları isimlendirmenin masum bir durum tespitinden öte bir anlama sahip olduğunun da elbette farkındaydılar. Bu ve benzer tanımlamaların, akademik tespitin ötesinde, ülkelerin genel politikalarıyla ilgili bir sosyal mühendislik projesi boyutunun olduğu bugün artık bu projeye muhatap olanlar tarafından da kısmen anlaşılmış durumdadır. Bu nedenle bu ifadeleri, ilgili ülkelerin belirlenmiş politikalarından soyutlayarak okumak mümkün değildir. Bunlardan bağımsız olarak okunduğunda ise bu ifadelerin herhangi bir anlama gelmedikleri görülür.

Her şeyden önce bu ifade, çok amaçlı bir deyim olarak tasarlanmış görülüyor. Bunu, deyimin kullanılış biçiminden rahatlıkla anlıyoruz. İlk amacın, bir nifak, ikilik yaratmak olduğu görülüyor: Yani "siyasal İslam" ve "siyasal olmayan İslam" ayırımı ile Müslümanlar arasında hem kavramsal anlamda, hem günlük hayata yönelik bir ihtilaf oluşturmak. Yani yöneten ve yönetmeyen islam. Yöneten İslam; dünya işleriyle ilgilenen, insanoğlunun günlük hayatını yönlendiren, yaptığı işler için, "iyi"-"kötü", helal"-"haram", "sevap"-"günah" diye ayıran, insanlarla ilişkileri için kuralları olan bir İslam. Bu İslam, inancı, sadece, vicdanlara, zihinlere ve mabetlere (ki son günlerde bu da siyasal İslam sınırları içine alınmaya çalışılıyor) ait olarak görmeyen günlük hayatta birebir yansımasını ve karşılığını isteyen bir İslam.

"Siyasal olmayan İslam" ise, dünya işlerini "Sezar"a, ötekilerini ise (geriye bir şey kalıyorsa) onu da Allah'a, Allah’ın şahsında din adamlarına/ diyenete bırakıyor. Buna göre; din, sıkıştığımızda dua edeceğimiz, moral olarak iyi durumda olmamız için ibadet edeceğimiz, bir aygıt olarak tasarlanılıyor. Veya dini "Sezar"ın işini kolaylaştırmak için, bazı ahlaki unsurların (şimdi bunu da dini alanın dışına çıkarmak için, ahlaka “etik” diyorlar) bulunduğu, insanın vicdanında, "Sezar”ın insafı ve izni ölçüsünde mabetlerde de arzı endam edebilecek bir manevi müsekkin olarak düşünüyorlar.

Bunlar, elbette bu netlikte ortaya konmuyor. Proje, bu. Uygulanan, bu. Ancak bu proje uygulanırken bu söylemle birlikte çeşitli enstrümanlar da kullanılıyor. Bu enstrümanlar, bu anlayışı topluma yavaş yavaş ve hissettirmeden/ çaktırmadan yedirmeyi hedefliyor. Bunun için de öncelikli olarak ortamın sisli olması gerekiyor. Bu, toplumun zihninin dağınık olması veya belli konulara yönlendirilmesi (veya şartlandırılması) anlamına geliyor. Toplum zihninin dağıtılması veya şartlandırılması için, iç içe girmiş birçok olay birden veya bir süreç içerisinde günlük hayatı işgal ediyor. Bunun için "Sezar"ın elinde bulundurduğu, halen tedavülde olan veya yedeğinde sakladığı birçok araç devreye giriyor.

"Siyasal İslam" deyiminin toplum literatüründe yer bulabilmesi için de benzer uygulamalar yaşandı tüm yeryüzünde. Öncelikli olarak, siyasal olmayan, yani, "yönetmeyen İslam" var mıdır sorusunun sorulmasının engellenmesi gerekiyordu. Çünkü yeryüzündeki tüm Müslüman topluluklar farklı oranlarda da olsa İslam'''ı günlük hayatlarıyla özdeşleştirmişlerdi. İslam''ı dünyada yaşanması gereken bir din olarak algılıyorlar, dinin düsturlarını, günlük hayatın olmazsa olmaz ilkeleri olarak kabul ediyorlardı.

Gerçi dünyada, dini günlük hayattan kovma çalışmalarının tarihi çok eskilere dayanıyordu. Materyalist dünya, ilk büyük başarısını Roma İmparatorluğu eliyle Hıristiyanlığı kiliseye hapsederek elde etmişti. Ancak, Yahudilik ve İslam için aynı şey söz konusu değildi. İslam'ı, ortaçağın, eli kanlı, şehvet düşkünü aynı zamanda kadın düşmanı, sadist, zorba, görgüsüz, barbar, anlayışsız, üstelik kafası çalışmayan bön insanların dini olarak sunuyorlardı. Bu tanımlamaların bir ölçüye kadar karşılıkları alındıysa ve Batı egemenliğinin günümüze kadar sürmesinde bu hâkim anlayışın azımsanmayacak katkısı bulunduysa da İslam için kullanılan bütün sıfatlar ve yöntemler, onu tümüyle dünyadan dışlamaya yetmemişti. Bu nedenle, son olaylarla birlikte sosyal bilimcilerin önderliğinde yeni yöntemlerini deniyorlar. Şimdi son yirmi yıldır bu süreci yaşıyoruz. Aslında son yüz yıldır benzer bir süreci Yahudiler de yaşıyor, ancak onlara tersinden başlatmışlar.

Müslüman’a, yönetmeyen, günlük hayattan soyutlanmış bir İslam’ın mümkünlüğü anlatılmadan önce, ortaya konan örneklerle, kullanılan araçlarla, "siyasal İslam”ın ne kadar itici ve çirkin bir şey olduğu anlatılıyor. Üstelik bu, "yüce bir din" edebiyatıyla yapılıyor. "Siyasal İslamcıların vahşilikleri vurgulandıktan sonra, "oysa bizim yüce dinimiz, güzel dinimiz, ne kadar da hoşgörü sahibidir" denerek asıl maksat gizlenmiş oluyor. Günümüzde, Firavun'un sihirbazlarının gördüğü işlevi gören "Sezar"a ait araçlarla çok zaman icat edilmiş olaylar "profesyonelce" işlenerek toplum, "arzulanana” hazırlanıyor.

Böylece toplum gösterilen bu "çirkin görüntüleri” siyasal İslam ile veya yönetmeye talip İslam ile özdeşleştirecek, onlar da yaklaşık bin sekiz yüz sene önce Hıristiyanlığa yapmış olduklarını bugün İslam için yapmış olacaklar. İran'a uygulanan örnek, nerede İslam’dan kaynaklanan bir özgürlük ve kurtuluş hareketi varsa hemen oralara da adapte edilerek, Tunus, Cezayir, Bosna ve Türkiye örneğinde görüldüğü gibi daha işin başında boğuluyordu. Hatta bir özgürlük hareketin veya yönetmeye talip bir yapının oluşup oluşmadığı dikkate alınmadan, "olması gereken yeni İslam anlayışının" çerçevesi de çizilmiş durumdadır. "siyasal İslam”ın ne olduğu tanımlanırken aynı zaman da "siyasal olmayan İslam”ın da ne olduğu tanımlanmış oluyordu.

Artık, belki de bir müddet sonra "siyasi İslam" terimini kullanmaya gerek kalmayacak, İslam denildiğinde, "siyasal olmayan" yani dünyayla bir bağı kalmamış, müntesiplerinin hayatlarına karışmayan bir İslam anlaşılacaktır. Bu en azından "çağdaş Sezarlar"ın ve onların sihirbazlarının arzu ettikleri, görmek istedikleri bir durum. Çünkü dini bir anda toplumun hayatından çıkarmanın imkânsızlığı, bazı, halkı Müslüman olan ülkelerdeki uygulamalarla net bir şekilde görüldü. Şimdi din, "yüce dinimiz" edebiyatıyla din olmaktan ve yeryüzünde yaşanılır olmaktan çıkarılıyor.

İki yüzyıla yakındır, İslamı istediği şekilde anlamaya, İslam toplumunu da görmek istediği yerde ve şekilde görmeye alışmış Batı, "İran İslam Devrimi" olarak da anılan halk hareketinden sonra büyük bir şok yaşadı. Bu olayla, İslam ve İslam toplumu ile ilgili geliştirilen argümanların önemli bir kısmının boşlukta kaldığını açık bir şekilde gördü. Bu yüzyılın başında başlayan ve İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra hız kazanan özgürlük hareketlerinde de bu argümanları boş çıkmıştı ama o zaman bunu anlamak istememiş, işi te'villerle geçiştirmişti. Ancak bu kez olay çok farklıydı. Kısa bir bocalama süresi geçirdikten sonra "bu durum" karşısındaki, karşı argümanlarını geliştirmekte gecikmedi. Öncelikli amacı hareketi, İran içine hapsetmek, halkı müslüman olan diğer ülkeler ve bu ülkelerin halkları tarafından dışlanmasını sağlamaktı. Arkasından da hareketi çeşitli manipülasyonlar ve yöntemler kullanarak bulunduğu yerde boğmaktı.

Bunun için öncelikli olarak, bu "olağandışı durum"un tanımlanması gerekiyordu. Batı'nın, ekonomik, siyasi ve askeri gücü vardı, ancak bu tanımlama işini bu güçler yapamazdı. Daha önceki tecrübelerinden de biliniyordu ki işe bunlarla başlanırsa durumu daha da kötüleştirebilirdi. Batı ne yapacağını kara kara düşünürken imdadına sosyal bilimciler yetişti. ((Veya Batı hemen sosyal bilimcileri bu işle görevlendirdi.) Sosyal bilimciler de bu işin hakkını verdiler, "durum"u yeniden tanımladılar. Kavramlar yeniden gözden geçirildi, gerektiğinde yeni kavramlar icad edildi, birçok kelime yeni anlamlarıyla tedavüle sunuldu. Böylece bu, "durum" karşısındaki Batı'nın konumu da belirlenmiş oldu. Bu durumdan biz de oldukça karlı çıktık, kelime hazinemizz oldukça zenginleşti, literatürümüze batılı entelijansiya tarafından birr çok yeni kelime kazandırılmış oldu(!).

Batı, birinci amacına ulaştı. Bu hareketin, bölgesel, marjinal ve arizi bir hareket olarak algılanmasını ve "çok kötü bir örnek" olarak kabul edilmesini sağladı. "Bu arızi durumu bertaraf edebilmek için" ekonomik, sosyal, siyasal ve askeri bütün güç, birikim ve tecrübeler harekete geçirildi. Bu anlamda en önemli görevi de sosyal bilimciler ifa etti. Gerçi Batı'da sosyal bilimciler bunu her zaman yapıyorlardı. "Batı Medeniyeti"nin kendilerine ihtiyaç duyduğu dönemlerdde, özellikle görev üsleniyor, sistemin "ileri karakolu" gibi çalışıyorlardı. Buharlı geminin icadıyla birlikte, gerçek yüzünü gizlemeye gerek duymayan Batı'nın, yeryüzünü sömürgeleştirme projesinde de buharlı gemiler kadar önemli görevler ifa etmişlerdi.  Bu dönem, aynı zamanda sosyal bilimlerin ne kadar önemli bir silah olduğunun keşfedildiği bir dönemdir de. Batı, o gündür bugündür sosyal bilimcileri, sisteminin önemli bir parçası olarak görmekte, onlara gerekli ortamı oluşturmak için bütün kaynaklarını aktarmaktadır. Çünkü Batı, bugünkü konumlarını, sosyal bilimcilere borçlu olduğunun bilincindedir. Aynı zamanda, bu medeniyetin devamının sağlanmasında da, onlara "büyük görevler" düştüğünün de farkındadır.

İşte bu sosyal bilimciler, "İran İslam Devrimi" sonrası süreçte de görevlerini hakkıyla ifa ettiler, özellikle de, İslam kültürü ve halkı müslüman olan ülkelerle ilgili önemli raporlar/araştırmalar hazırladılar. Bu raporlar (Son günlerde bizim holdingler(!)de uyanmış olacak ki çok yüzeysel de kalsa bazııı raporlar hazırlattılar. Örneğin Odalar Birliği ve TÜSİAD'ın hazırlattığı raporlar gibi) özel vakıflar ve holdinglerin finansal destekleriyle hazırlanıyor. Bunlar yerinde yapılan ve yıllarca süren çalışmalar sonucunda oluşuyor. Genellikle de akademik çalışmalar adı altında yapılıyor, daha sonra da gerekli mercilere sunulacak raporlar haline getiriliyor.

İran Şahı''nın ABD'ye kaçmasıyla sonuçlanan halk hareketinden sonra fiili sömürge yıllarında oluşturulan İslam imajı ve İslam toplumu anlayışının aşındığı ve Batı'nın çıkarlarına cevap vermediği net bir şekilde ortaya çıkmıştı. Artık Batı''nın bu konuda yeni bir strateji geliştirmesi gerektiği tüm batılılarca anlaşılmıştı. Çünkü, ondokuzuncu yüzyılın sonlarında başlayan İslami uyanış İkinci Dünya Savaşından snra ivme kazanmış, seksenli yıllarda ise Batı'nın bir numaralı korkusu haline gelmişti. Bu korku aynı zamanda, korkulan şeyi de bir numaralı düşman haline getirmişti.

Bir tarafı düşman bellemek, onunla savaşı gerekli kılardı. Düşmanla yapılacak savaştan galip çıkabilmek için önce onu anlamak, sonra da onu tanımlamak gerekiyordu. Onu anlamak belki bir şeydi, bir adım sayılabilirdi. Ancak düşmanı başkalarına anlatmak için de özellikle tanımlamak gerekiyordu. Bu tanımın öncelikle "bilimsel" verilere dayanması gerekiyordu. Bunun kadar önemli bir öncelik de bu tanımların "tarafsız" ve "akademik" uzmanlarca, "tarafsız" ve "akademik" ortamlarda yapılması zaruretiydi. Zaten, Batı'da bu anlamda hem "tarafsız akademisyenler/sosyal bilimciler", hem de "objektif kurumlar" oldukça fazlaydı(!).

Bu "bilimsel veriler"e göre, İslam karşısındaki yeni "konsept" belirlenebilirdi. Öyle de oldu. Batı Medeniyeti'nin yeni düşmanının "İslam" olduğu "bilimsel araştırmalar"a dayandırılarak ortaya koydu. Bizde olduğu gibi buna irtica demek kimsenin aklına gelmedi. Ancak, bu İslam, yalın bir İslam olarak ifade edilmiyordu. Ekleri, sıfatları vardı. (Gerçi eskiden de İslam'ı yalın haliyle kullanmıyorlardı, geçmişte de ekleri, sıfatları vardı. Ancak bu kullanımlar bugün için bir anlam ifade etmiyordu.) Bu İslam, yeniden tanımlanan bir İslamdı. Bu İslam'ın adı da "siyasal islam"dı.

Batı'nın çıkarlarına cevap vermediği net bir şekilde ortaya çıkmıştı. Artık Batı''nın bu konuda yeni bir strateji geliştirmesi gerektiği tüm batılılarca anlaşılmıştı. Çünkü, ondokuzuncu yüzyılın sonlarında başlayan İslami uyanış İkinci Dünya savaşından sonra daha da bir netleşip, kimlik kazanmış ve batıya bir başkaldırıya dönüşüştür.




[1] Konu ile ilgili daha kapsamlı değerlendirmeler için, “Kutsalın Egemenliğinden Adaletin Egemenliği” (İşaret yayınları İstanbul) kitabımıza başvurulabilir.  Özellikle “Adaletin Egemenliği ” bölümü  169-202 sayfaları arasında bu konular tartışılmaktadır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder