GİRİŞ
Kur’an da açık bir
şekilde dile getirilen Habil- Kabil karşıtlığından da anlaşıldığı gibi
insanlığın ilk günlerinden bu yana, yeryüzü, kendisine ve içindekilere egemen
olmak veya orada barış ve huzur içerisinde, herkesin kendisi kalarak yaşamak
isteyenlerin mücadele alanına sahne olagelmektedir. İnsanoğlunun tarihi bu yönü
ile kendisi ve hemcinsleriyle bu karşıtlık içerisindeki mücadeleler tarihidir.
Bu her şeye egemen ve
sahip olma ile, barış ve kendisi kalarak/olarak yaşama karşıtlığı en temel
hatta en genel bir karşıtlığa tekabül etmektedir. Bu tekabulüyetin varlığı, her
bir tarafın/karşıtın kendi içinde çok sayıda farklı karşıtlıkları barındırdığı/
barındırabileceği gerçeğini ortadan kaldırmaz. Aksine bu temel karşıtlığın
ezeliliği ve hakem olma konumu her bir taraftaki iç karşıtlıkları ve bu
karşıtlıklar içerisinde ortaya konan mücadeleleri daha sağlıklı analiz
etmememizi sağlar.
Her bir taraf kendi
mücadelesini –bugün pek çok örneğini gördüğümüz gibi- “hak”, “emek”, “adalet”,
“özgürlük”, “huzur”, “barış” gibi her dönemde olumlu anlamlar içeren kelime ve
kavramlarla betimleyip, en yüce değerlerle ve ulvi amaçlarla tanımlayabilirler.
Göreceli veya şekilsel olarak her bir tarafın mücadelesini bu şekilde ifade
etmelerinde bir gerçeklik payı da bulunabilir veya bir noktaya kadar gerçekten de
öyle olabilir. Her bir taraf, kendilerine göre mücadele edeceği bir zalim veya
kendisini haklı çıkaracağı bir mağduriyet durumu/kavramı ortaya koyabilir veya
kendileri için böyle bir fotoğrafı resmedebilirler. Bazı durumlarda “zalim kim?”,
“mazlum kim?”,” kim hangi mücadeleyi veriyor?” sorularının hemen doğru bir
cevabını bulmak mümkün olmayabilir. Mücadele edilenin zalim olması, mücadele
edenin her durumda mağdur veya haklı olduğu anlamına gelmeyebilir. Zalim, her
durumda bir mazlum ve mağduriyet üretebilir ama üretilen bu mazlumiyetin her
durumda haklı bir karşıtlığa tekabül ettiği anlamına gelmez. Zulmün devam
etmesini sağlayan bir araç da olabilir. Bu nedenle bu karşıtlıklar, hak-zulüm karşıtlığında ayrı değil aynı
safta (zulüm safında) bulunabilirler.
Bu açıdan mücadelenin
kime karşı olduğu anlamlı olmakla birlikte mücadelenin ruhunu ve amacını
kavramak için bu durum tek başına yeterli bir argüman değildir. Mücadelenin
ilkelerinin, yönteminin, bileşenlerinin/ortaklarının, araçlarının ve amacının
neler olduğunun bilinmesi onu tanımak ve tanımlayabilmek için zorunludur. Ancak
bunlar bilindikten sonra yapılan mücadelenin temel karşıtlıktan hangi tarafa
ait olduğu söylenebilir. İsimlerden, tarafların iddialarından veya salt
görünenden kalkarak, olan hakkında bir kanaat belirtmek bazı durumlarda
yanıltıcı olabilir.
Aynı şey geçmiş ve
günümüzdeki “İslami veya İslamcı Mücadeleler” için de söz konusudur. İslami
olanın ne olduğu bir tarafa, yeryüzünün üçte birini oluşturan Müslüman
coğrafyada her oluşumun kendisini İslam ile ilintilendirerek tanımlaması, zalim
de olsa mazlum da olsa bulunduğu konumu “İslami” argümanlarla meşrulaştırmaya/pekiştirmeye
çalışması, üstelik bu coğrafyada çok sayıda farklı –hatta birbirine taban
tabana zıt- İslam anlayışlarının
varlığı, bu mücadelelerin “ne”liği ve “kim”liği hakkında konuşmayı
zorlaştırmaktadır. Bu nedenle önce var olanı anlamak durumundayız.
Var
olanı yani kastedileni anlamak
Burada ele alınan konu,
“İslamcılık ve İslami mücadele” olduğuna göre, önce bu ifadelerle ne
kastedildiğini keşfetmemiz gerekir. Gerçekten konu keşfedilecek kadar çok
anlamlı ve karmaşıktır. İlgili kelimeler sıradan bildik kelimeler olsa da sıra
bunlarla ne kastedildiğini anlamaya geldiğinde anlamın karmaşık bir yapı arz
ettiği veya içeriğinin buharlaştığını fark ederiz. Durum bu olunca ilgili
kavramlar içeriğinin herkesin kendisine göre doldurduğu kelimelere dönüşür.
Öyle ki oluşum ve eylemlerini bu isimlerle tanımlayan kesimlerin tavır, tanım
ve davranışları da bu kelimelerin anlam dünyasını alabildiğine genişletir ve
yeni yeni anlamlar kazanmasına neden olur. Böylece herkese göre ayrı bir
İslamcılık ve İslami mücadele tanımı yapmak gerekir.
Bu nedenle üzerinde
konuşabilmek ve bazı genellemeler yapabilmek için ilgili ifadelerin anlam
sahasını daraltmak ve onları herkese göre anlama zorunluluğunun dışına çıkmak
gerekir. Çünkü herkesin kendisine göre bir İslam’ı olduğu gibi kendisine göre
bir İslamcılığı veya İslami mücadelesi de vardır.
Bundan dolayı ilk
yapılması gereken şey bu kelimelerle ne kastedildiğini ortaya koymaktır. Bilmemiz
gerekir ki burada en açık olan şey konunun dünyevi olan ile ilgisidir. Herkesin
üzerinde ittifak ettiği temel nokta burasıdır. Bu dünyada nasıl bir yaşantı
özlemimiz var? Neyi, nerede, ne zaman, ne kadar, nasıl yaşamak istiyoruz,
konunun özü bunlarla ilgili. Etkin mi, edilgen mi, emreden mi emredilen mi,
veren mi alan mı olmak istiyoruz?
Acaba kastedilen şey
salt bir iktidar mücadelesi midir? Yoksa hayatta sıradan insanlar olarak,
doğru-yanlış, eksik-fazla kendi kabullerimizle, kendimiz olarak, kimseye
haksızlık etmeden, mevcut imkânlardan yeteneğimiz ve çabamız oranında
yararlanarak adil bir şekilde yaşamanın önündeki engellerin ortadan
kaldırılması ve böyle bir ortamın inşa edilmesi için mücadele etmek midir?
Eğer durum gerçekten
böyle ise böyle bir algıyı sadece “İslam” ön eki ile ifade etmek doğru olmaz.
Çünkü böyle bir kaygı, hangi anlayış ve inanışa sahip olursa olsun her insan ve
topluluk için söz konusu olabilir. Her canlı varlığını sürdürebilmek için bir
şekilde benzer bir mücadelenin içinde olmak durumundadır. Hayat dediğimiz şey,
ona böyle bir davranış içinde olmayı dayatır, o bilinçli veya bilinçsiz,
örgütlü veya örgütsüz varlığını sürdürebilmek için kendisini bir mücadele
içinde bulur. Ancak bunun adı “İslamcılık” olmasa gerektir. İslamcılık veya
İslami mücadele dediğimiz şeyin, bu genel durumdan bağımsız olmasa da
mücadelesinde bazı temel farklılıklarının bulunması gerektir. Yani herkesin,
her anlayıştaki insanın ortaya koyduğu mücadeledeki şablonlardan, davranış
kalıplarından farklı bazı özellikler de arz etmesi lazımdır diye düşünüyorum.
Acaba bu temel
farklılıklar sadece simgesel ve İslam’a aidiyatla ilgili bir durum mudur? Yani farkları
bunları sadece Müslüman bir kimlikle yapmış olmaları mıdır? Yani İslamcılıkları veya İslami mücadeleleri
bu kimlik altında, bu dünyada, bu dünyaya yönelik –yukarıda saya geldiğimiz- yapıp
ettiklerinden mi ibarettir? Veya İslamcılık, kamuda/sosyal hayatta görünür olma
veya oraya kendi ilkeleriyle egemen olma mücadelesinin veya taleplerinin adı
mıdır? Kısacası İslamcılık benzer kodlarlarla, dünya nimetlerine talip olmanın,
onu yönetmenin, bir sulta ve otorite oluşturmanın bir adı mıdır?
Talep ve tartışılanlara
bakıldığında İslamcılık, kişinin iç serüveninden, arınma, olgunlaşma ve kendisi
olma mücadelesinden farklı bir şey gibi görünüyor. Anlaşılan İslamcılık veya
İslami mücadele denilen şey Müslüman’ın görünür dünyadaki konumunun ne ve nasıl
olmasıyla, daha doğrusu sahip olmak istedikleri ve bunların oluşturacağı
imkânlarla ilgili olsa gerektir.
Ayrıca geleneksel veya
modern anlamıyla cihad/cehd dediğimiz şeyle, bu İslamcılık dediğimiz şey
arasındaki bağıntıyı, ayniliği veya farklılığı da ortaya koymamız gerekir. Bunu
yapmadan, bu kavramın Müslüman zihindeki karşılığını ortaya koymak mümkün
olmaz. Bu gerçekleşmeyince herkes aynı kelimelerle konuşsa da aynı şey üzerinde
konuşulmuş olmaz.
Biraz daha açalım.
Sıradan bir Müslüman’ın, yani, ibadetlerini yapan, helal ve harama dikkat eden
ve toplum içinde bir fert olarak yaşayan bir Müslüman’ın yapıp ettiği şeyler
veya duruşu İslami bir mücadele veya İslamcılık olarak kabul edilmekte midir?
Aynı şekilde kadim geleneksel sufi cemaatlerden/tarikatlardan birine ittiba
etmiş ve hayatını o çerçevede idame ettiren birinin bu bağlamdaki konumu nedir?
Aynı şekilde günümüz geleneksel cemaatlerini bu tartışmalarda nereye
oturtacağız? Bu yapıları ve sıradan Müslümanların durumunu bu tartışmalar
çerçevesinde öncelikli bir açıklığa kavuşturmamız gerekir ki tartışmada yol
alabilelim.
Ancak günümüzdeki
İslamcılık tartışmalarında bu alanlarda problemler olduğunu görüyoruz.
Geleneksel yaşama biçimi, örgütlü ise, yani bir cemaat çerçevesinde sürüyorsa
farklı bir bağlamda, geleneksel bireysel dini yaşayış şeklinde cereyan ediyorsa
farklı bir bağlamda ele alınıyor. Ayrıca bu durum, tanımlayanın konumuna göre
de değişebiliyor. Kişi kendisini İslamcılık karşıtı bir konuma yerleştirmiş
veya seküler bir algıya sahipse farklı, dini bir cemaat ve İslamcı bir algı
içerisinde ise farklı bir tanımlama içerisinde buluyor. İslamcılık dediğimiz
şey buna göre daralıp genişleyebiliyor.
Ancak kastedilen şeyin
ne olduğunu anlasak bile İslami olanın ne olduğunu ortaya koymadan veya kişi ve
cemaatlerin “İslami olanı”nın ne olduğunu resmetmeden, kısacası bu konuda bir
tanım yapmadan yol almamız zor görünüyor.
İslami
olanın tanımı
Var olanı anlamak biraz
da onu tanımlamaya bağlıdır. Tanımlama yapmak da bazı ilke ve kuralları
gerektirir. Hem kim, hangi İslami algıdan hareketle bir eylem ve davranış
ortaya koymakta, tanımlamalar yapmakta hem de biz bunları değerlendirirken
hangi kriterlerden hareketle konuşmaktayız, bunları belirlememiz gerekir. Bu
açıdan öncelikle İslami olan nedir sorusu üzerinde durmalıyız.
İslam’ın Allah ve
adalet algısı ile bireye/insana yüklediği sorumluluk çerçevesinde bir tanımlama
yapabiliriz, buradan kalkarak bazı ilke ve kuralar tespit edebiliriz. Öncelikle
söylememiz gerekir ki, İslam’ın Allah’ı, insan ile ilişkilerinde kendisini
Adalet ile sınırlandırmakta, ilke ve prensiplerini/dinini bu çerçevede vaz
etmektedir. İnsana yüklediği sorumluluklar da adalet ilkesinden hareketle
belirlenmektedir. İnsan açısından durum ise sorumluluk ve irade sahibi bir
varlık olarak adaleti ikame etmesidir. Kur’an’a göre insanın bu dünyadaki
mücadelesi de bundan, yani adaleti ikameden ibarettir[1].
Ancak bu adaleti ikame nasıl olacaktır?
Bu durumu hem
günümüzdeki hem de tarihteki geleneksel yapılar ve anlayışlar çerçevesinde
incelediğimizde Müslümanların İslam ve adalet algılarının içinde ciddi sorun
barındırdığına şahit oluyoruz. Bireyleri bir yana bırakırsak kendilerini bir
grup veya cemaat olarak ifade edenlerin Allah, İslam, hayat ve adalet algıları,
siyasi, ekonomik, kelami, fıkhi, felsefi, yerel pek çok nedenden dolayı
farklılaşmış durumdadır. Her bir yapı kendilerini farklı ilke, imge ve
simgelerle tanımlamaktadır. Doğal olarak da bunlara uygun bir hayat
yaşamaktadırlar. Verdikleri mücadeleler de bu çerçevede olmaktadır. Bunun
sonucu olarak, ortak metinleri olan Kur’an’ın mesajlarını ve onun ilk
uygulayıcısı olan Resulullah’ın mücadelelerini farklı okuma ve yorumlama
biçimleri ortaya çıkmıştır.
İlahi metni farklı
okuma biçimleri, birbirini nakzeden, hatta Kur’an’ın temel ilkeleri ve
hedefleri ile çelişen farklı mücadele yöntemlerinin de ortaya çıkmasına neden
olmuştur. Ancak hepsinde ortak nokta adaleti salt kendileri için geçerli bir
olgu olarak görmeleridir. Tarih bunun
örnekleriyle doludur. Bugün de her yapı kendi anlayışına uygun bir mücadele
içinde yoluna devam etmektedir.
Ancak bu mücadelelerin sadra şifa olmadığı da
ortadadır.
Konuya Kur’an’ın temel
ilkeleri ve ortaya koyduğu örneklikler çerçevesinde yaklaştığımızda ise farklı
bir fotoğrafla karşılaşmaktayız. Bu durum Kur’an’da temel ilkeleri ortaya konan
mücadele yöntemi ile kıyaslandığında daha net olarak anlaşılacaktır.
Kur’an’a göre bu
adaleti ikame işi, adaleti ahlaki bir düstur olarak içselleştirmiş, sorumluluk
ve irade sahibi kişiler tarafından gerçekleştirilecektir. Burada da belirleyici
olan adalet ve ahlaktır. Bu nedenle adaleti ahlakın temeli olarak gören,
sorumluluk ve irade sahibi bir birey, hangi eylem ve işi yaparsa yapsın, sonu
zulüm ve ötekileştirme/dışlama olan bir davranış içerisine girmez. Aynı şekilde
bunu Allah’ın sevdiği/ olmasını istediği ve nefret ettiği/ olmasını istemediği
davranışlar çerçevesinde okuduğumuzda benzer sonuçlara ulaşıyoruz. Kur’an’ın bu
konudaki ifadelerini şu şekilde özetleyebiliriz.
Allah, maddi durumları
ister iyi ister kötü olsun, her durumda ihtiyaç sahipleriyle paylaşan,
öfkelerini yenip insanların hata ve kusurlarını bağışlayan güzel davranışlı
kimseleri (muhsinin) (Ali
İmlran;3/134), verdiği sözü yerine getirip, emanete hıyanetten sakınanları (muttakiler) (Ali İmran;3/76),
servetlerinden harcayarak kendilerini tehlikeye atmayanları (böylece cehennem
ateşinden korunanları) ve iyilik yapmaya samimiyetle devam edenleri (Muhsinleri) (Bakara;2/195), pişmanlıkla
kendisine yönelenleri ve özlerini temiz tutanları (tevvablar) (Bakara;2/222), sıkıntılara göğüs gerenleri (sabredenler) (Ali İmran;3/146), işlerini
danışma ile yapıp, sonunda Allaha tevekkül edenleri (mütevekkiller) (Ali İmran;3/159), muhatapları kim olursa olsun adil
olanları ve her durumda adaleti gözetenleri (muksitler) (Maide;5/42), günah kirinden arınmak isteyenleri (mutahharrinler) (Tevbe;9/108) sever.
Aynı şekilde
Yüce Rabbimiz, haddi aşanları (mu’tedinler)
(Bakara;2/190), bozguncuları, fesat çıkaranları (fesad) (Bakara;2/205),
günahkâr inkârcıyı (keffarin esim) (Bakara;2/276),
kafirleri (Ali İmran;/32), zalimleri (Ali İmran;3/57), böbürlenip
kibirlenenleri (muhtelen fehur)
(Nisa;4/36), günah işlemeyi alışkanlık haline getirmiş kimseleri (hevvanen esim) (Nisa;4/107), haddi
aşanları (müsrifun) (Araf;7/31),
hainleri, (hainin) (Enfal;8/58),
kibirlenip büyüklük taslayanları (müstekbirler)
(Nahl;16/23), hain nankörleri (havvenun
kefur) (Hac;22/38), kendini merkeze alıp şımaranları (ferihin) (Kasas;28/76) sevmez.
Özellikle şu
ayette, ahlaki davranışların ne olduğu, iyi ve kötünün yeryüzündeki tezahürü
sade ve öz bir şekilde ortaya konmaktadır. “Ey peygamber, inanan kadınların,
Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamaları, hırsızlık yapmamaları, zina etmemeleri
çocuklarını öldürmemeleri, elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup
getirmemeleri ve hiçbir iyi işe karşı çıkmamaları şartıyla sana biat etmeye
geldikleri zaman biatlarını kabul et ve Allah'tan onların bağışlanmalarını
dile! Çünkü Allah çok bağışlayandır merhamet edendir” (Mumtehine;60/12).
Bu ayette öz
olarak anlatılanlar, ortalama bir insanda bulunması gereken ahlaki ilke ve
değerlerdir. Olumlu veya olumsuz olarak tasnif edebileceğimiz bu davranışları
şu başlıklar altında özetleyebiliriz.
- Doğru ve dürüst olmak, yalan söylememek, iftira etmemek.
- Kibirlenip büyüklenmemek, haddini bilmek.
- Başkasının hakkına tecavüz etmemek, hırsızlık yapmamak, her türlü zulümden uzak durmak ve adil olmak.
- Paylaşmak; her durumda insanlara yardım etmek, (ekonomik, bedensel ve bilgi vs yönünden).
- Fuhuş ve ahlaksızlıktan uzak durmak.
- Ana-baba ve yakınlardan başlayarak bütün insanlara iyi davranmak.
- İşleri konusunda insanlarla istişarede bulunmak.
- Cana kıymamak.
- Çevreye zarar vermemek.
İşte bu ilkeler
çerçevesinde oluşmuş bir yöntemle, bu ilkeleri özümsemiş, bunları yaşamlarının
sıradan bir parçası haline getirmiş bireylerin oluşturduğu toplumların verdiği
bir mücadele ile ancak zulmü ortadan kaldırıp adaleti ikame etmek mümkün
olabilir.
Bu ilkelerden
bakıldığında, kişi ister herhangi bir vahada veya adada tek başına yaşıyor
olsun, isterse aidiyat içinde olarak veya olmayarak bir toplulukla birlikte bir
köyde veya metropolde yaşasın, hayatının her aşaması bir mücadele ve eylem
içinde geçmek durumundadır. İlkeli olmak ve bir ilkeye göre yaşamak kişiyi bir
model ve örneklik haline getiriyor. Kendisine ve çevresine karşı duyduğu
sorumluluk aynı zamanda ona saygı duyulmasına ve örnek alınmasına da neden
oluyor. Herkesin bir şekilde birbirinden etkilendiği ve birbirlerini örnek
aldığı bir topluluk adaletin ikame edilmesine ve onun gelecek kuşaklara
taşımasını da sağlıyor. Eğer kişi bu ve benzer ilkeleri olmadan yaşıyorsa, ister
istemez çevresindekilerle bir çatışma içerisine girmek durumunda kalıyor ve
çevresini de bir kaosa sokuyor.
İlkesiz ve kuralsız
olmak, sadece ilkeleri ve kuralları olanları değil, kendisi gibi ilkesi ve
kuralları olmayanların da ötekileştirilmesi sonucunu doğuruyor. Çünkü kişisel
çıkarlar kendisiyle sınırlı olduğu için ancak tek kişilik dünyalar inşa ediyor.
Sınırsız sayıdaki tek kişilik dünyalar, yeryüzünü çıkarların savaş alanına
dönüştürüyor. Bu da toplumsal hayatta çatışma ve kargaşa demektir.
Ayrıca ilkesiz olmak
kişiyi ya tümüyle edilgen kılıp bir başkasının uydusu haline getiriyor ve onu
kendisi olmaktan çıkarıyor ya da onu kendini yeterli gören ve her şeyi ben
merkezli düşünen ve hayatında başkasına yer vermeyen her şeyi tahrif ve tahrip
eden bir nesneye/canavara dönüştürüyor. Özellikle modern metropoller bu algıyı
her gün biraz daha egemen kılıyor ve kaos ortamını daha da kesif hale getiriyor.
Varolanın
değerlendirilmesi
Yukarıda saydığımız bu Kur’ani
ilkeler ilk defa Resul önderliğinde ve örnekliğinde ona İnananlar tarafından
benimsenerek, adalet toplumsal hayata egemen oldu. Her renkten, farklı etnik
kökenden ve anlayıştan gelen insanlar adalet potasında eriyerek bu ilkeler
çerçevesinde bir millet oluşturdular. Böylece Kur’ani mücadelenin seçkin
örnekliklerini ortaya koydular.
Daha sonraki yıllarda
millet olma şuurunun yerini kabile asabiyesine ve dünyanın geçici nimetlerine
devretmeye başlamasıyla birlikte bu örneklikler azalmaya, adaletin yerini
haksızlık ve zulüm almaya başladı. Dünyevi çıkarlar, insani hırs ve tutkular,
Kur’ani ilkelerin örtülmesine neden oldu. Kur’an’ın Allah algısı yerini
cahiliye ve kadim egemen kültürlerin Allah algısına bıraktı. Bu algı insanın
iradesinin elinden alınmasına neden olduğu gibi sorumluluğunun da egemenlerin
iradesine devredilmesi sonucunu doğurdu. Aynı şekilde örnek alınabilinir,
“üsvetül hasene” olan Resul algısı, yerini her şeyin kendisi için yaratıldığı,
mucizeler içinde yaşayan, her şeyi yapabilen ancak iradesi olmayan ve muhataplarının
kendisine ulaşması asla mümkün olmayan bir “nur”dan peygambere bıraktı.
Peygamber algısı
hayatın dışına çıktığı oranda din algısı da tersine somutlaştı ve katı, somut
algı ve anlayışlar dine egemen oldu. Din, şekil ve katı kurallardan oluşan ve
bazı kişilerin ağzından çıkan şeraite dönüştü. Her şey zıddını doğurduğu gibi
bu anlayışlar da çok geçmeden zıddını doğurarak batini tepkisel yapılar ve
oluşumlar ortaya çıkmaya başladı. Öyle ki, bir noktadan sonra din ve hayat,
bazıları için ne olduğu belli olmayan, anlaşılamayan, kavranamayan, en önemlisi
de ölçülemeyen salt soyut batini fikir ve düşüncelere boğuldu. . Hayat doğaüstü
güçlerin, keramet ve mucizelerin kontrolüne geçti. Keramet göstermeyenin ilmine
itibar edilmediği için, ilmine itibar edilecek ilim ehli bulunamaz oldu. Tüm
bunlar olurken egemenler egemenliklerini en acımasız şekilde sürdürmeye devam
ettiler. Halk Batınicilerle zahiriciler arasında sıkışıp kaldı. Egemenlerden
kurtulmak için kah zahiricilere yöneldiler kah Batınicilere… İnsanın özgürlüğünü önemseyen, onun iradesine vurgu yapan ve herkes için
adalet isteyen akımlar da çıkmadı değil, ama bu kargaşa ve gel-gitler arasında hayata
egemen olan bu iki zıt kutuplu ama yanılgıyı tekrarlayan büyük yapılar yanında
bunların pek esamesi okunmadı.
Hangi Allah, resul,
din, ahlak ve adalet algısı egemense Müslümanların mücadelesi de o şekle
büründü. Kısmi yapılanmalar dışında, Kur’ani ilkeler çerçevesinde oluşmuş kalıcı
mücadele örneklikleri ortaya konamadı. Çünkü algılar anlayışları, anlayışlar yöntemleri
belirlediği için Peygamber dönemi hep bir “Altın Çağ” olarak kaldı. Bu “altın
çağ” metaforu, aynı zamanda var olan eksik, sorunlu, gayri adil yapıları
meşrulaştırma işlevi gördü. Çünkü o “altın çağ”ın sakinlerinin her birisi
güneşin etrafındaki gökteki bir yıldız gibiydi. Kendileri ise yeryüzünde aciz, sorumluluklarını
başkasına devretmiş iradeleri ellerinden alınan sıradan kullardı/kölelerdi.
Ancak hayatın acı gerçekleri
onları isyana zorladığında, içinde adalet olmayan zahir- batin karşıtlığından
birisi ve silahlı bir grup ve cihad erleri olarak siyasi arenada veya savaş
meydanında yerlerini aldılar. Öyleki bu akımlar, hayatın bütün alanlarının bir
savaş alanı olduğu anlayışıyla hareket ederek, her biri karşıtını/düşmanını yok
eden bir savaş makinesine dönüştü. Yüzyıllar boyunca Müslüman yöneticiler
önderliğindeki Müslüman ordular karşılıklı olarak, daha önceden fethedilmiş
Müslüman coğrafyada “cihad” adı altında Müslüman kardeşlerinin kanlarını döküp,
kadın ve çocuklarını esirler edinerek, kendi canları karşılığında cenneti satın
aldıklarını sandılar. Bir parça toprak parçası, bir tadımlık iktidar için
“Müslüman mücahitler”, Müslüman kardeşinin canını, malını, namusunu kendilerine
mübah/helal sayarak kurdukları yeni iktidarlarında içinde adaleti barındırmayan
İslam şeriatını hâkim kıldıklarını söylediler. Bu iktidarlar Muhammed
Resulullah’ın metodu yerine kendilerini çoğunlukla Moğolların yöntemi “bul ve
yok et” yöntemine yakın hissediyorlar olmalılar ki, geçtikleri yerler bir
viraneye dönüşüyordu. Oysa Hz. Peygamber önderliğindeki Müslümanlar Mekke’ye
girdiklerinde, yıllarca kendilerine kan kusturmuş olmalarına rağmen, intikam
duygusunu bir tarafa atıp, geçmişi geçmişte bırakarak yeni beyaz bir sayfa
açarak, karşıtlıkları ve düşmanlıkları ortadan kaldırmışlar, kan davasına imkan
vermemişlerdi.
Yüz yıllarca, Müslüman
coğrafyada Sünni, Şii’yi, Şii Sünni’yi ötekileştirerek kendini var etti.. Şii,
ötekileştirecek Sünni, Sünni ötekileştirecek Şii bulamadığında kendi içinden
bir öteki bulmada zorlanmadı. Kendi içinde öteki öreterek, küçüldükçe
küçüldüler. Ancak kendi küçük dünyalarını sorgulamak, onu aklı selim ve zalim
olmayan her bir bireyi içine alacak şekilde büyütmek akıllarından bile geçmedi.
Veya muhatabı insan olan ve herkesi kucaklayan adil bir düzen kurarak, o düzen
içerisinde herkesin ve her anlayışın kendisi olarak, her şeyin olması gerektiği
gibi olacağı bir yapı kuramadılar. Olması gereken, bizim kurduğumuz küçük
yapımızdır dediler ve bu küçük yapılarına kayıtsız şartsız tabi olacak, teslim
olacak, biat edecek kul ve kullar aradılar/beklediler.
Tepkisel oluşumlar,
ancak karşı tepkisel oluşumlar icat ederler. Doğaları gereği adil bir düzen
kuramazlar, çünkü ancak öteki üreterek varlıklarını devam ettirebilirler.
Adalet onların elinde iktidarlarını koruyup keskinleştiren bir kılıçtan öte bir
şey değildir. Öteki de pusuya yatarak kendi zamanını kollamaya başlar. Dolayısıyla
adaleti ruhlarına sindirememiş gruplar, ancak içinde başkası olmayan kapalı
devre yapılar kurabilirler. Başkası ile karşılaştıklarında düzenleri birden
altüst olur. Bu nedenle bunlar içinde “başkası” olan ve onlarla eşit düzeyde
barışık insanlar olarak yaşamayı beceremezler, dinlerinin elden gideceğini,
namuslarının kirletileceğini ve iktidarlarının yıkılacağını zannederler. Bu nedenle tepkisellikle var olan kimlikler ve
onların oluşturduğu yapılar, bireyin özgürlüğünü önceleyen adil bir düzen
kurmak yerine sıradan sultanlıklar inşa ederken, “rüzgâr eken fırtına biçer”
gerçeği nedeniyle, daha katı ve acımasız yeni karşıt tepkiselliklerin
tohumlarını toprağa atmaktan başka bir şey yapmazlar. Adil bir düzenin inşasına
kadar bu kısır döngüler sürer gider.
On dokuzuncu yy
sömürgeler çağına geldiğimizde Müslümanlar, “benim”, ” bizim” diyecekleri
üzerinde devletçilik yaptıkları bir toprak parçalarının kalmadığını gördüler.
Yine gördüler ki, ötekileştirerek kendilerini var kılabilecekleri, “kafir”,
“sapık, “fasık” diyecekleri karşıt ideolojik ve fikri yerel yapılar da
kalmamıştı. Herkes kendi canının derdine düşmüştü, hatta “devlet” bile çoğu
kimsenin umurunda bile değildi. Yaklaşık iki yüz yıl böyle geçti. Kendilerine
geldiklerinde, dillerinin, kültürlerinin, geleneklerinin, alışkanlıklarının,
araçlarının, ihtiyaçlarının değişmiş olduğunu gördüler ve tarihi yenilginin boyutlarının
farkına vardılar.
Bu yenilgi beraberinde,
yıllarca birbirini ötekileştirmiş, olanların birbirini yeniden keşfetmeleri ve
“kardeşler” olabilmeleri için yeni fırsatlar ve imkanlar ortaya çıkardı
denirken, kadim Müslüman coğrafyadaki halkların her birinin, Türk, Arap, Fars,
Azeri, Peştu, Kürt, Berberi, Çerkez, Malay gibi ulusal bir kimlikle yeniden
tanımlandıklarını gördüler. Üstelik her bir unsur tanımlandığı şeyde bir hikmet
arayarak, kendini o tanıma ait hissediyor, onu sahipleniyor ve bu yeni
sığınağına dört elle sarılıyordu. Coğrafyaları
da bu kimliğe göre yeniden dizayn edilmişti ve yeni egemenlik ve hükmetme
biçimleri ortaya çıkmıştı. Artık Müslümanlar bu modern tanımlamalar üzerinden
birbirini ötekileştirmeye ve birbirine yabancılaştırmaya çalışıyorlardı.
Yabancılaştırma ne kadar derinleştirilirse, o kadar kendileri olabileceklerini
zannediyorlardı.
Modern dönemler modern
karşıtlıklar/tepkisellikler icat ederek, birey ve toplumların hem kendileri
olmalarının önüne geçilmiş oluyor hem de adil ve sağlıklı oluşumların ortaya
çıkmasının önüne geçiliyordu. Ulusal aidiyat düşüncesi öyle etkili ve bağlayıcı
bir algıya dönüştü ki, sizin bir başkasını ötekileştirmek veya bir başkasının
sizi ötekileştirmek için herhangi bir şey yapması gerekmiyor. Sizin doğduğunuz
aile veya coğrafya, konuştuğunuz dil veya Ulasal devletlerin size verdiği ve
yanınızda taşımak zorunda bırakıldığınız nüfus cüzdanları öteki olup
taşlanmanız için yeterli oluyor.
Böyle bir tanımlama ve
algı günümüz Müslüman zihnini de çekip çeviriyorsa, elbette bu zihnin ortaya
koyduğu mücadele yöntemi, mücadelesini yaptığı şeyler, olmazsa olmaz dediği
kırmızıçizgileri de bu çerçevede belirginleşip ortaya çıkıyor. Fikri,
ideolojik, siyasi mücadeleler, hatta kavga ve savaşlar da bu çerçevede cereyan
ediyor. Yeni paradigmalar, yeni koalisyonlar, yeni kutuplaşmalar bu ulusalcılık
ve milliyetçilik algısı üzerinden oluşturuluyor. Sermayenin küreselleşmeye
başlaması ve dünyanın tek devlet haline gelmiş olması hali Milliyetçi ve
ulusalcı düşünce biçimine bir halel getirmiyor, aksine küresel sermayenin
toplumların içerisine daha kolay nüfuz etmesine neden oluyor. Aynı zamanda bu
durum kendi içinde karşıtını ürettiği için egemenliğinin daha belirgin ve
kalıcı olmasına da neden oluyor. Müslümanlar da böyle bir dünyanın içinde bu
argümanlarla, bu karşıtlık içerisinde kendilerini ifade edip örgütleniyorlar ve
İslami mücadelelerini bu çerçevede gerçekleştiriyorlar.
İşte İslamcılık
dediğimiz şey de tam da böyle bir ortamda ortaya çıkıyor.
İslamcılık
İslamcılık, bugünün
dünyasında iktidar talebi olan, kendi kimliği ile var olmaya çalışan her tür
anlayıştan İslami yapılanmalar için kullanılan bir isimdir. Modern bir
isimlendirmedir ve daha çok karşıtlarının üretip kullandığı bir isimdir. Her
tür isimlendirme gibi zamanında bir yaftalama, ayrıştırma ve suçlama için
kullanılmış olsa da bir noktadan sonra yaftalananlar da bu tür tanımlama ve
isimlendirmeleri normal karşılayıp kendileri de benimseyip kullanmaya
başlıyorlar. Ancak ben hala problemli bir isimlendirme olduğu kanaatindeyim.
İslamcılık,
gelenekselinden, yenilikçisine günümüzdeki her tür anlayışın, gerek fikri,
gerek siyasi düzeydeki örgütlü örgütsüz bütün oluşumlar için kullanıldığı için,
çok genel, kendi kimliği ile var olma ve mevcut olandan pay alma arzusu dışında
bir ortak hedeften söz etmek mümkün olmaz. Bütün geleneksel tonları ve mezhebi
algıları içinde barındıran oluşumlardan söz etmemiz mümkün olduğu gibi, her
şeyi ile yeni ve modern oluşumlardan ve fikri akımlardan söz etmek mümkündür.
Bu nedenle her oluşum,
fikrini, dünya ve devlet taleplerini ait olduğu kodlar üzerinden yapar. Tamamen
tepkisel, yarı tepkisel, edilgen veya özgün yapılarını sahip oldukları bu kodlarla,
bu kodların günümüzdeki yansımalarıyla ilgilidir.
Elbette geçmişte olduğu
gibi günümüzdeki oluşumlar da kendilerini Kur’an, Sünnet gibi temel dini
refarans kaynaklarıyla ve mezhep, ekol, siyasi yapı gibi ilk dönem
yapılandırmalarla ilintilendirmek ve görüş ve eylemlerini buralara dayandırarak
açıklamaya çalışırlar. Ancak ortaya koydukları fikir eylem ve talep yeni bir
duruma işaret eder. Düşüncelerini, ister sadece Kur’an’dan, veya Kur’an- sünnet
birlikteliğinden, ister herhangi bir tefsir veya fıkıh kitabından, isterse bir
mezhebin düşüncelerinden oluşturmuş olsunlar, yaptıkları ve söyledikleri şey
yeni bir şeydir ve bugünün şartları esas alınarak üretilmişlerdir. Bugünün
ihtiyaçlarının ürettiği bir dil ve algı ile yapılan bir okumadır. Ortaya çıkan,
her tür düşünce ve eylem böyle bir okumanın sonucudur.
Bunların tasnifi ve
hangisinin daha isabetli olduğu tartışmaları da göreceli ve tartışmayı yapanın
durduğu yerle ilgi bir durumdur. Bu tespit, yapılan her şeyin mubahlığının
deklere edilmesi anlamına gelmeyeceği gibi tersini de söylemez. Çünkü sonuçta
tespiti yapan da okuyan da bunları bulunduğu yerden okumaktadır ve bulunduğu
yer de yeni bir durum ve kendisine özgüdür. Bir bakış açısına ve düşünme
kodlarına hatta yargı ve önyargılara sahiptir. Bu geçmiş ve günümüzdeki her bir
birey için söz konusudur. Aynı amaç etrafında toplanmış topluluklar da bu
değerlendirme ve genellemenin dışında değildir.
Mesala ben bu makalenin
baş kısımlarında bir hareketin İslami olmasının imkan ve şartlarını kendi algım
ve müktesebatım çerçevesinde yaptım. Hatta bazı ilke ve prensipler tespit
etmeye çalıştım. Dolayısıyla İslamcılıkla ilgili yaklaşımım o satırlardan
çıkarılabilir. Ancak ben şahsen hiçbir yapıyı toptan reddetme ve kabullenme
taraftarı değilim. Her yapının içindeki doğrular aynı zamanda benim de
doğrularımdır. Elbette hareketin temel felsefesi yönü herkes gibi benim için de
çok önemli ve belirleyicidir.
Bu açıdan bakıldığında
her hareket ve oluşum kendi rolünü oynamaktadır. Oynamaya da devam etmesi
gerekir. Yanlış görenler gördükleri yanlışları ifade etmeli, düzeltilmesi
gerekenleri düzeltmelidir. Tehlikeli olan tek kutuplu ve tek merkezli bir
dünyanın ve devlet aygıtının oluşmasıdır. Aynı zamanda “körler sağırlar
birbirini ağırlar” algısı da sağlıklı düşüncelerin ortaya çıkmasını ve
nimetlerin adil bölüşümün önünde engeller oluşturur. Daha önce dile
getirdiğimiz gibi bu tür yapıların egemen olduğu ortamlarda adalet tecelli
etmez.
Ancak adına ister
İslamcılık diyelim, İslami mücadele diyelim, en radikalinden en soft ve
gelenekseline kadar her oluşum ancak talep edeni varsa ayakta durur. Ayakta
durduğu sürece de müntesipleri açısından bir anlam ve değer ifade ediyor
demektir. Özellikle küresel sermayenin ve militarist güçlerin baskı ve tahakkümünü
daha çok hissettirmeye başladığı bugünün dünyasında İslamcılığın bunlar
karşısında önemli bir işlev gördüğü kanaatindeyim. Gerçi bazı tonlarıyla
İslamcılık egemen güçlerin işgal ve saldırılarına zemin hazırlasa da Müslüman
coğrafyada öze dönüşe ve yeni kimlik oluşumlarına önemli katkıları olduğunu
düşünüyorum.
Ayrıca bu tür
hareketlilikler ve çok merkezlilik/taraflılık sağlıklı ve adil yapılanmaların
gündeme gelmesine yol açabileceği gibi, irade ve sorumluluk sahibi bireylerin
toplumlarla kaynaşıp çoğalmalarına da neden olabilir.
Ancak şunu söylemek
gerekir ki, Peygamber sonrası tarihine baktığımızda her şeyi ile
sahiplendiğimiz, hakkaniyete uygun, öteki üretmeyen, kim olursa olsun zalime
karşı ve adalet herkes içindir diyen bir siyasi oluşumdan pek söz edemiyoruz.
Zaman zaman bu tür düşünceleri seslendiren fikri oluşumlar ortaya çıkmış,
düşüncelerini kuşaktan kuşağa aktarmış, tüm yapılar üzerinde az çok bazı
etkiler bırakmış olsalar da onların bu düşüncelerini bir bütün olarak ete
kemiğe büründürdükleri adil bir sosyal düzen kurduklarına şahit olmuyoruz. İnsanın
aceleciliğinden veya tepkisel olanın daha kolay elde edilir olmasından olsa
gerek ideal olan daha çok kitaplarda kalıyor. Ancak, ideal olanın egemen olması
için, ideal olanı yılmadan gündemde tutmak, hayatın içinde var olduğunu
göstermek, ideal olanın sıradan olduğunu anlatmak ve ideali yaşayanların
sayısını arttırmak ve hayatı normalleştirmek gerekiyor.
İslamcılık
ve siyasal İslam isimlendirmesi konusu
"Siyasal İslam" ifadesi ilk
defa bu yüzyılın ortalarında Batılı sosyal bilimciler tarafından, özel bir
amaca yönelik olarak bilinçli bir şekilde üretildi. Amaç Müslümanları kendi
içlerinde ayrıştırma ve ötekileştirmeydi. Ancak amaç bununla sınırlı değildi. Bu
sıradan bir isimlendirme ile büyük işler planlanmıştı. Bu deyimle egemenlerin
egemenliklerini pekiştirmek, işlerini kolaylaştırmak ve yeni egemenlik alanları
açmak, yaptıkları zulüm ve haksızlıklara mazeret oluşturmak istiyorlardı. Biz
yıllar sonra bu kelimenin hangi bağlamda ve kimleri dövmek için kullandıklarını
gördüğümüzde ister istemez böyle bir tanımlama içine girilmek durumunda
kanlınıyor. Çünkü hem yerel hem de uluslar arası siyasi aktörler bu
isimlendirmeyi siyasi bir manivela olarak kullanıp bir temizleme ve yıldırma harekâtına
girmişlerdi.
Bu isimlendirmeyi yapanlar, yaptıkları isimlendirmenin
masum bir durum tespitinden öte bir anlama sahip olduğunun da elbette farkındaydılar.
Bu ve benzer tanımlamaların, akademik tespitin ötesinde, ülkelerin genel politikalarıyla
ilgili bir sosyal mühendislik projesi boyutunun olduğu bugün artık bu projeye
muhatap olanlar tarafından da kısmen anlaşılmış durumdadır. Bu nedenle bu ifadeleri,
ilgili ülkelerin belirlenmiş politikalarından soyutlayarak okumak mümkün
değildir. Bunlardan bağımsız olarak okunduğunda ise bu ifadelerin herhangi bir
anlama gelmedikleri görülür.
Her şeyden önce bu ifade, çok amaçlı bir
deyim olarak tasarlanmış görülüyor. Bunu, deyimin kullanılış biçiminden
rahatlıkla anlıyoruz. İlk amacın, bir nifak, ikilik yaratmak olduğu görülüyor:
Yani "siyasal İslam" ve "siyasal olmayan İslam" ayırımı ile
Müslümanlar arasında hem kavramsal anlamda, hem günlük hayata yönelik bir
ihtilaf oluşturmak. Yani yöneten ve yönetmeyen islam. Yöneten İslam; dünya
işleriyle ilgilenen, insanoğlunun günlük hayatını yönlendiren, yaptığı işler
için, "iyi"-"kötü", helal"-"haram",
"sevap"-"günah" diye ayıran, insanlarla ilişkileri için
kuralları olan bir İslam. Bu İslam, inancı, sadece, vicdanlara, zihinlere ve mabetlere
(ki son günlerde bu da siyasal İslam sınırları içine alınmaya çalışılıyor) ait
olarak görmeyen günlük hayatta birebir yansımasını ve karşılığını isteyen bir İslam.
"Siyasal olmayan İslam" ise,
dünya işlerini "Sezar"a, ötekilerini ise (geriye bir şey kalıyorsa)
onu da Allah'a, Allah’ın şahsında din adamlarına/ diyenete bırakıyor. Buna
göre; din, sıkıştığımızda dua edeceğimiz, moral olarak iyi durumda olmamız için
ibadet edeceğimiz, bir aygıt olarak tasarlanılıyor. Veya dini
"Sezar"ın işini kolaylaştırmak için, bazı ahlaki unsurların (şimdi
bunu da dini alanın dışına çıkarmak için, ahlaka “etik” diyorlar) bulunduğu,
insanın vicdanında, "Sezar”ın insafı ve izni ölçüsünde mabetlerde de arzı
endam edebilecek bir manevi müsekkin olarak düşünüyorlar.
Bunlar, elbette bu netlikte ortaya
konmuyor. Proje, bu. Uygulanan, bu. Ancak bu proje uygulanırken bu söylemle
birlikte çeşitli enstrümanlar da kullanılıyor. Bu enstrümanlar, bu anlayışı
topluma yavaş yavaş ve hissettirmeden/ çaktırmadan yedirmeyi hedefliyor. Bunun
için de öncelikli olarak ortamın sisli olması gerekiyor. Bu, toplumun zihninin
dağınık olması veya belli konulara yönlendirilmesi (veya şartlandırılması)
anlamına geliyor. Toplum zihninin dağıtılması veya şartlandırılması için, iç
içe girmiş birçok olay birden veya bir süreç içerisinde günlük hayatı işgal
ediyor. Bunun için "Sezar"ın elinde bulundurduğu, halen tedavülde olan
veya yedeğinde sakladığı birçok araç devreye giriyor.
"Siyasal İslam" deyiminin
toplum literatüründe yer bulabilmesi için de benzer uygulamalar yaşandı tüm
yeryüzünde. Öncelikli olarak, siyasal olmayan, yani, "yönetmeyen İslam"
var mıdır sorusunun sorulmasının engellenmesi gerekiyordu. Çünkü yeryüzündeki
tüm Müslüman topluluklar farklı oranlarda da olsa İslam'''ı günlük hayatlarıyla
özdeşleştirmişlerdi. İslam''ı dünyada yaşanması gereken bir din olarak
algılıyorlar, dinin düsturlarını, günlük hayatın olmazsa olmaz ilkeleri olarak
kabul ediyorlardı.
Gerçi dünyada, dini günlük hayattan
kovma çalışmalarının tarihi çok eskilere dayanıyordu. Materyalist dünya, ilk
büyük başarısını Roma İmparatorluğu eliyle Hıristiyanlığı kiliseye hapsederek
elde etmişti. Ancak, Yahudilik ve İslam için aynı şey söz konusu değildi.
İslam'ı, ortaçağın, eli kanlı, şehvet düşkünü aynı zamanda kadın düşmanı,
sadist, zorba, görgüsüz, barbar, anlayışsız, üstelik kafası çalışmayan bön
insanların dini olarak sunuyorlardı. Bu tanımlamaların bir ölçüye kadar
karşılıkları alındıysa ve Batı egemenliğinin günümüze kadar sürmesinde bu hâkim
anlayışın azımsanmayacak katkısı bulunduysa da İslam için kullanılan bütün sıfatlar
ve yöntemler, onu tümüyle dünyadan dışlamaya yetmemişti. Bu nedenle, son
olaylarla birlikte sosyal bilimcilerin önderliğinde yeni yöntemlerini
deniyorlar. Şimdi son yirmi yıldır bu süreci yaşıyoruz. Aslında son yüz yıldır
benzer bir süreci Yahudiler de yaşıyor, ancak onlara tersinden başlatmışlar.
Müslüman’a, yönetmeyen, günlük hayattan
soyutlanmış bir İslam’ın mümkünlüğü anlatılmadan önce, ortaya konan örneklerle,
kullanılan araçlarla, "siyasal İslam”ın ne kadar itici ve çirkin bir şey
olduğu anlatılıyor. Üstelik bu, "yüce bir din" edebiyatıyla
yapılıyor. "Siyasal İslamcıların vahşilikleri vurgulandıktan sonra,
"oysa bizim yüce dinimiz, güzel dinimiz, ne kadar da hoşgörü
sahibidir" denerek asıl maksat gizlenmiş oluyor. Günümüzde, Firavun'un
sihirbazlarının gördüğü işlevi gören "Sezar"a ait araçlarla çok zaman
icat edilmiş olaylar "profesyonelce" işlenerek toplum, "arzulanana”
hazırlanıyor.
Böylece toplum gösterilen bu
"çirkin görüntüleri” siyasal İslam ile veya yönetmeye talip İslam ile
özdeşleştirecek, onlar da yaklaşık bin sekiz yüz sene önce Hıristiyanlığa
yapmış olduklarını bugün İslam için yapmış olacaklar. İran'a uygulanan örnek,
nerede İslam’dan kaynaklanan bir özgürlük ve kurtuluş hareketi varsa hemen
oralara da adapte edilerek, Tunus, Cezayir, Bosna ve Türkiye örneğinde
görüldüğü gibi daha işin başında boğuluyordu. Hatta bir özgürlük hareketin veya
yönetmeye talip bir yapının oluşup oluşmadığı dikkate alınmadan, "olması
gereken yeni İslam anlayışının" çerçevesi de çizilmiş durumdadır.
"siyasal İslam”ın ne olduğu tanımlanırken aynı zaman da "siyasal
olmayan İslam”ın da ne olduğu tanımlanmış oluyordu.
Artık, belki de bir müddet sonra
"siyasi İslam" terimini kullanmaya gerek kalmayacak, İslam
denildiğinde, "siyasal olmayan" yani dünyayla bir bağı kalmamış,
müntesiplerinin hayatlarına karışmayan bir İslam anlaşılacaktır. Bu en azından
"çağdaş Sezarlar"ın ve onların sihirbazlarının arzu ettikleri, görmek
istedikleri bir durum. Çünkü dini bir anda toplumun hayatından çıkarmanın imkânsızlığı,
bazı, halkı Müslüman olan ülkelerdeki uygulamalarla net bir şekilde görüldü.
Şimdi din, "yüce dinimiz" edebiyatıyla din olmaktan ve yeryüzünde
yaşanılır olmaktan çıkarılıyor.
İki yüzyıla yakındır, İslamı istediği
şekilde anlamaya, İslam toplumunu da görmek istediği yerde ve şekilde görmeye
alışmış Batı, "İran İslam Devrimi" olarak da anılan halk hareketinden
sonra büyük bir şok yaşadı. Bu olayla, İslam ve İslam toplumu ile ilgili
geliştirilen argümanların önemli bir kısmının boşlukta kaldığını açık bir
şekilde gördü. Bu yüzyılın başında başlayan ve İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra
hız kazanan özgürlük hareketlerinde de bu argümanları boş çıkmıştı ama o zaman
bunu anlamak istememiş, işi te'villerle geçiştirmişti. Ancak bu kez olay çok
farklıydı. Kısa bir bocalama süresi geçirdikten sonra "bu durum"
karşısındaki, karşı argümanlarını geliştirmekte gecikmedi. Öncelikli amacı
hareketi, İran içine hapsetmek, halkı müslüman olan diğer ülkeler ve bu
ülkelerin halkları tarafından dışlanmasını sağlamaktı. Arkasından da hareketi
çeşitli manipülasyonlar ve yöntemler kullanarak bulunduğu yerde boğmaktı.
Bunun için öncelikli olarak, bu
"olağandışı durum"un tanımlanması gerekiyordu. Batı'nın, ekonomik,
siyasi ve askeri gücü vardı, ancak bu tanımlama işini bu güçler yapamazdı. Daha
önceki tecrübelerinden de biliniyordu ki işe bunlarla başlanırsa durumu daha da
kötüleştirebilirdi. Batı ne yapacağını kara kara düşünürken imdadına sosyal
bilimciler yetişti. ((Veya Batı hemen sosyal bilimcileri bu işle
görevlendirdi.) Sosyal bilimciler de bu işin hakkını verdiler,
"durum"u yeniden tanımladılar. Kavramlar yeniden gözden geçirildi,
gerektiğinde yeni kavramlar icad edildi, birçok kelime yeni anlamlarıyla
tedavüle sunuldu. Böylece bu, "durum" karşısındaki Batı'nın konumu da
belirlenmiş oldu. Bu durumdan biz de oldukça karlı çıktık, kelime hazinemizz
oldukça zenginleşti, literatürümüze batılı entelijansiya tarafından birr çok
yeni kelime kazandırılmış oldu(!).
Batı, birinci amacına ulaştı. Bu
hareketin, bölgesel, marjinal ve arizi bir hareket olarak algılanmasını ve
"çok kötü bir örnek" olarak kabul edilmesini sağladı. "Bu arızi
durumu bertaraf edebilmek için" ekonomik, sosyal, siyasal ve askeri bütün
güç, birikim ve tecrübeler harekete geçirildi. Bu anlamda en önemli görevi de
sosyal bilimciler ifa etti. Gerçi Batı'da sosyal bilimciler bunu her zaman
yapıyorlardı. "Batı Medeniyeti"nin kendilerine ihtiyaç duyduğu
dönemlerdde, özellikle görev üsleniyor, sistemin "ileri karakolu"
gibi çalışıyorlardı. Buharlı geminin icadıyla birlikte, gerçek yüzünü gizlemeye
gerek duymayan Batı'nın, yeryüzünü sömürgeleştirme projesinde de buharlı
gemiler kadar önemli görevler ifa etmişlerdi.
Bu dönem, aynı zamanda sosyal bilimlerin ne kadar önemli bir silah
olduğunun keşfedildiği bir dönemdir de. Batı, o gündür bugündür sosyal
bilimcileri, sisteminin önemli bir parçası olarak görmekte, onlara gerekli
ortamı oluşturmak için bütün kaynaklarını aktarmaktadır. Çünkü Batı, bugünkü
konumlarını, sosyal bilimcilere borçlu olduğunun bilincindedir. Aynı zamanda,
bu medeniyetin devamının sağlanmasında da, onlara "büyük görevler"
düştüğünün de farkındadır.
İşte bu sosyal bilimciler, "İran
İslam Devrimi" sonrası süreçte de görevlerini hakkıyla ifa ettiler,
özellikle de, İslam kültürü ve halkı müslüman olan ülkelerle ilgili önemli
raporlar/araştırmalar hazırladılar. Bu raporlar (Son günlerde bizim
holdingler(!)de uyanmış olacak ki çok yüzeysel de kalsa bazııı raporlar
hazırlattılar. Örneğin Odalar Birliği ve TÜSİAD'ın hazırlattığı raporlar gibi)
özel vakıflar ve holdinglerin finansal destekleriyle hazırlanıyor. Bunlar
yerinde yapılan ve yıllarca süren çalışmalar sonucunda oluşuyor. Genellikle de
akademik çalışmalar adı altında yapılıyor, daha sonra da gerekli mercilere
sunulacak raporlar haline getiriliyor.
İran Şahı''nın ABD'ye kaçmasıyla
sonuçlanan halk hareketinden sonra fiili sömürge yıllarında oluşturulan İslam
imajı ve İslam toplumu anlayışının aşındığı ve Batı'nın çıkarlarına cevap
vermediği net bir şekilde ortaya çıkmıştı. Artık Batı''nın bu konuda yeni bir
strateji geliştirmesi gerektiği tüm batılılarca anlaşılmıştı. Çünkü,
ondokuzuncu yüzyılın sonlarında başlayan İslami uyanış İkinci Dünya Savaşından
snra ivme kazanmış, seksenli yıllarda ise Batı'nın bir numaralı korkusu haline
gelmişti. Bu korku aynı zamanda, korkulan şeyi de bir numaralı düşman haline
getirmişti.
Bir tarafı düşman bellemek, onunla
savaşı gerekli kılardı. Düşmanla yapılacak savaştan galip çıkabilmek için önce
onu anlamak, sonra da onu tanımlamak gerekiyordu. Onu anlamak belki bir şeydi,
bir adım sayılabilirdi. Ancak düşmanı başkalarına anlatmak için de özellikle
tanımlamak gerekiyordu. Bu tanımın öncelikle "bilimsel" verilere
dayanması gerekiyordu. Bunun kadar önemli bir öncelik de bu tanımların
"tarafsız" ve "akademik" uzmanlarca, "tarafsız"
ve "akademik" ortamlarda yapılması zaruretiydi. Zaten, Batı'da bu
anlamda hem "tarafsız akademisyenler/sosyal bilimciler", hem de
"objektif kurumlar" oldukça fazlaydı(!).
Bu "bilimsel veriler"e göre,
İslam karşısındaki yeni "konsept" belirlenebilirdi. Öyle de oldu. Batı
Medeniyeti'nin yeni düşmanının "İslam" olduğu "bilimsel
araştırmalar"a dayandırılarak ortaya koydu. Bizde olduğu gibi buna irtica
demek kimsenin aklına gelmedi. Ancak, bu İslam, yalın bir İslam olarak ifade
edilmiyordu. Ekleri, sıfatları vardı. (Gerçi eskiden de İslam'ı yalın haliyle
kullanmıyorlardı, geçmişte de ekleri, sıfatları vardı. Ancak bu kullanımlar
bugün için bir anlam ifade etmiyordu.) Bu İslam, yeniden tanımlanan bir
İslamdı. Bu İslam'ın adı da "siyasal islam"dı.
Batı'nın çıkarlarına cevap vermediği net
bir şekilde ortaya çıkmıştı. Artık Batı''nın bu konuda yeni bir strateji
geliştirmesi gerektiği tüm batılılarca anlaşılmıştı. Çünkü, ondokuzuncu
yüzyılın sonlarında başlayan İslami uyanış İkinci Dünya savaşından sonra daha
da bir netleşip, kimlik kazanmış ve batıya bir başkaldırıya dönüşüştür.
[1]
Konu ile ilgili daha kapsamlı değerlendirmeler için, “Kutsalın Egemenliğinden
Adaletin Egemenliği” (İşaret yayınları İstanbul) kitabımıza
başvurulabilir. Özellikle “Adaletin
Egemenliği ” bölümü 169-202 sayfaları
arasında bu konular tartışılmaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder