Günümüzdeki Sünni
olsun, Şii olsun bütün oluşumlardaki, cemaatlerdeki ve bunların türevi yapılardaki
temel problem, batınilik- zahirilik arasındaki sıkışmışlık, öteki üreten bir
din algısı ve Allah anlayışlarının bir tezahürü olarak otoriteleşme ile irade
hürriyeti ve adalet yoksunluğudur.
Bu yapıların, zihinsel
kodları ve akidelerinin temelleri, bu iki temel (irade hürriyeti ve adalet
ilkesi) ilkenin atlanarak inşa edildiği kadim dönemlere dek uzanır. Bu yapı ve
oluşumların Allah ile ilgili tasavvurları, dünya ile ilgili tasavvur ve
beklentilerini de şekillendirmiştir. Bu farklı Allah tasavvurları tercih edilen
hayatla yakından ilgilidir. Dolayısıyla bir taraftan bakıldığında teori pratiği
belirlemiştir, başka bir noktadan bakıldığında ise pratik teoriyi ortaya
çıkarmıştır. Sürekli birbirini tetikleyen bir durum söz konusudur. Çünkü sözünü
ettiğimiz bu teoriyi oluşturan şey, İslam öncesinin geleneği ile Resul sonrası
ilk on yıllarda yaşananlardır. Herhangi bir bireyin/kişinin dünyası bu şekilde
oluşunca, içinde bulunduğu toplumsal yapılar da aynı algı çerçevesinde
şekillenmek durumunda kalmış, mevcut örnekler de bu durumu teyit etmiştir.
Öncelikle şu soruyu
sorup cevabını vermek durumundayız;
Soru: İslam’ın ortaya
çıktığı ve dünyaya yayıldığı /fetihlerin yaygınlaştığı dönemlerde yeryüzündeki,
dini, sosyal, siyasi egemen algı ve uygulamalar nasıldı?
Cevap: Hem zihni algılar
(teorik yapı) hem toplumsal yapılanmalar, yönetim şekilleri, hiyerarşik
yapılanmalar hem de ortaya koyulan uygulamalar, adaletten yoksun, öteki üreten
ve onu lanetleyen otoriter ve kişi merkezli bir durum arz ediyordu.
Bu yapılar kişinin
özgür iradesini kullanmasını ve seçme hürriyetini engellediği gibi bireysel ve
toplumsal adaletin önündeki en büyük engeli de oluşturuyordu. Aynı zamanda bu
yapıların egemen olduğu düzenlerde toplumun tümüne yayılmış bir refahtan söz
etmek de mümkün değildi. Bu yapılar doğaları gereği toplum arasında sınıfların
oluşmasını ve oluşan sınıflar arasındaki çatışmaların daimiliğini de
sağlıyordu. Bu durum doğal olarak, toplumsal refahı ve adaleti ortadan
kaldırdığı gibi, hem evrendeki doğal dengeyi ve düzeni bozuyor, hem de yaratıcının
evreni yaratmadaki amacı ve ilahi adalet ile de çelişiyordu.
İmparatorlukların ve
diğer küçük devletlerin temel ekonomik kaynağı tarım, sanayi ve doğal kaynaklar
değil savaş ve çatışmalardı. Savaş sonrası doğrudan veya dolaylı el koyulan, gasp edilen mağlup ve mağdur
toplumları kaynakları o devletlerin zenginliğinin asıl nedeniydi.. Bu
durum otoriter yapıları beslediği gibi, halkı/ tebaayı da otoriteye ve otoriter
yapıya mahkûm etmişti. Toplumun geçim ve zenginlik kaynağı da aynı şekilde
savaşlardan ve işgal edilen/ fethedilen bölgelerden elde edilen ganimetlerden
oluşuyordu.
İslam geldiğinde
dünyanın genel manzarası buydu ve O, bir bütün olarak, bu egemen otoriter,
baskıcı yapı ve anlayışlara bir cevap olarak gelmişti ve yapılan ilk şey geldiği toplumun zihinsel kodlarını yeniden
inşa etmek oldu. Toplumsal yapılanmalardaki dikey hiyerarşik yapıyı yıkarak,
ilişki biçimini yatay olarak ve sorumluluk merkezinde yeniden kurdu. Kabile
asabiyesi yerine adalet üzere bir millet var etmeye çalıştı. İlk yıllarda bunun
muhteşem örnekliklerini de ortaya koydu. Bu yeni yapı kişileri, hangi inanç ve
etnik yapıdan gelirse gelsin ve hangi anlayış üzerinde bulunursa bulunsun
zulmetmeleri dışında onları asla ötekileştirip düşman ilan etmedi.
Düşüncesini, akletme, irade
ve tercih edebilme hürriyeti, adalet ve ahlak/sorumluluk üzerine inşa eden
İslam, toplumsal ilişkilerinin merkezine de sorumluluk/ahlak/ hesap
verebilirlik, istişare ve adaleti koymuştu. Bireyler arasındaki denge ve
adalet, onların hak ve hukukları da bu ilkelerin içselleştirilmeleriyle mümkün
olacaktı. Onun için akletme ve sorumluluk bu anlayışın en temel iki sütununu
oluşturuyordu. İçselleştirilmemiş ve başkasına ait olduğu düşünülen bir
anlayışı uygulamak ne kadar mümkün olurdu? Bu durum olsa olsa münafıkların sayısının
artmasını sağlardı. Bu nedenle Kur’an’da iman, olmuş bitmiş bir olgu olarak
değil, bir süreç olarak ifade edilmiştir. “Ey iman edenler, iman ediniz”(Nisa:4/136) ayeti tam da bu durumu
ifade etse gerektir.
Resulün sağlığında bu
ilkeler hayata geçirildi, tüm renkleri içine alan, kabile asabiyesinin ve etnik
yapının bir ayrıcalık ve üstünlük oluşturmadığı, ekonomik ve siyasi güce itibar
edilmeyen ve hak, hukuk, sorumluluk/takva, ahlak ve özgürlüklerin merkeze
alındığı, kimlik ve kişilik sahibi eşit bireylerden meydana gelen yeni bir
millet oluşturuldu. Adına da İslam
Milleti denildi. Tüm bunlar O dönemin müktesebatı ve algısı
çerçevesinde, o dönemin dili ve kültürünün sınırları içerisinde bir özgürlük,
adalet ve refah talebi olarak ortaya çıkmıştı.
Ancak Resulün vefatının
üzerinden çok geçmeden, insani, ekonomik, siyasi, sosyal, kültürel nedenden
dolayı ve kesintisiz devam eden fetih hareketi ve oluşan ganimet ve haz kültürü
yeni bir toplum yapısını ortaya çıkardı. İslam’ın bu temel iddiaları onun
müntesipleri tarafından fazla önemsenmez hale geldi ve sonuçta bir imparatorluk
yapısı ve tecrübesi içerisinde yeniden kabile asabiyesine dönüş yaşanmaya
başlandı. Bu durum yeni oluşum ve tartışmaları da ortaya çıkardı.
Üstelik oluşan
yeni din algısı ve “yeni İslam” bu ilk on yıllardaki algı, anlayış ve
uygulamalar esas alınarak inşa edildi. Kavgaların, çatışma ve savaşların,
kutuplaşmaların, ayrışmaların, küskünlüklerin, düşmanlıkların, dışlamaların,
ötekileştirmenin, dünyevileşmenin, tepkiselleşmenin, zahirileşmenin,
batinileşmenin, içe kapanmanın, her türlü zıtlığın ve ümitsizliğin zirve
yaptığı bir dönemde, olanlardan etkilenmeden bir zihin, fikir, din, dil,
anlayış ve yapı inşa edebilmek mümkün olmadı.
Müslümanlar asker bir
millet olarak aslında dünya işlerinden ellerini ayaklarını çekmişiler ve mistik
yapılanmalara meyleder olmuşlardır. Osmanlı deneyimi bunun en ilginç
örnekleriyle doludur. Aynı şey ilim/bilim, felsefe, edebiyat ve sanat için de
söz konusu olmuştur. Dar çerçeveli dini ilimler dışındaki bütün alanlar gayri
Müslimlere bırakılarak, bir anlamda egemenliklerini de onlara teslim etmişlerdir.
Bu alanlarda bugün bizim dilimizden düşürmediğimiz mevaliden bazı âlimler de
temayüz etmişti. Öyle ki bugün bizim İslam Medeniyetinin güzel örnekleri diye
gururla her platformda ortaya koymaya çalıştığımız bu ilim adamları kendi
dönemlerinde önemli sıkıntılar yaşamış, geleneksel anlayışın dışında bir
anlayışa sahip oldukları için, “zındıklık”la suçlanarak pek çoğunun ölümü
normal yollardan olmamıştır. Bu dışarıda kalma durumu, Müslümanların hayatın
dışında kalmalarına da neden olmuş. Özellikle bu durum, üretimin dışında
kalmalarında ve tembelleşmelerinde de önemli rol oynamıştır.
Aniden zenginleşen,
zenginleşmeleriyle birlikte siyasi güçleri de artan bu ailelerde geleneksel
yaşam biçimleri yerine yeni yaşam biçimleri, yeni alışkanlıklar oluşmaya
başladı. Özellikle başkentte ve bazı büyük şehirlerde zengin aileler arasında,
lükse ve tüketime dayalı bir yarış ortaya çıktı. Büyük saraylar inşa edilerek
buralarda “bin bir gece masalları” yaşanmaya başlandı. Bu yaşam biçimi zaman
içerisinde kendi kültürünü ve edebiyatını da oluşturdu. Devletin adı İslam’dı,
ülkede sözde şeriat hâkimdi. Müftüler fetvalarını veriyorlardı ama bu
aristokratik yapı da istediği şekilde lüks ve şatafat içerisinde, helal haram
sınırlarını önemsemeden yaşamaya devam ediyordu. Adalet ve mütevazılığin
girmediği bu saraylardaki hayat bir şekilde kendi meşruiyetlerini elde etmişti.
İktidarda olmanın verdiği kibir ve üstünlük algısı Müslümanları pek çok konuda hayatın
gerçekliğinden koparmış, bir yabancılaşma ve tembelliği de ortaya çıkarmıştı.
Ancak bu zenginleşme
ataerkil kabilesel anlayışların daha da pekişmesine, siyasi yapıların otoriter tutumların
daha da sertleşmesine, özgür düşünceli ve sorumluluk sahibi bireyler yerine
kaderci, cebriyeci, baskıcı anlayışların güçlenmesine neden oldu. Cahiliyede
olduğu gibi kendilerini, kendi fikir ve eylemleri ile değil kabile/ aşiret,
cemaat aidiyeti üzerinden tanımlamaya kendilerini bu yapılar ve bu yapıların
ürettikleri üzerinden var kılmaya, devlet/imparatorluk bunun bir aracı olarak
görülmeye başlandı.
Günümüzde modern
kabileler olarak adlandırabileceğimiz ulus devletlerin veya seküler ve dini
cemaatlerin durumu da bunlardan pek farklı olmadığı gibi cemaat/devlet birey
ilişkisi de pek farklı değildir. Bu nedenle ulus devletler dâhil, bu tür
yapılanmalardan sorumluluk sahibi özgür bireyler değil, birer “nefer”, “fedai”
ve “emir eri” çıkmaktadır.
Öyle ki, İslam’la
birlikte şekillenen ve çevresiyle barış içinde yaşayan ve sorumluk sahibi
insandan, çevresine hükmeden, ahlak ve adaleti değil gücü ve mülkü önemsemeyen,
kadir-i mutlak insana dönüşmüştür. İlk dönemde üretilen, “insanın Allah’ın
halifesi olması” tezi de bu kadiri mutlak insanın tezahüründen başka bir şey
değildi. Bu geriye doğru evirilme sadece insanın zihinsel serüveniyle sınırlı
kalmamış, yapıp ettiklerine yansıdığı gibi, kurduğu yapılar, ortaya çıkardığı
ürünler de bu yönde olmuştur. Üstelik tüm bunlar, insana irade ve seçme hakkı
vermeyen, adaletinden değil, gücünden emin olamayacağımız kadiri mutlak Allah
anlayışını merkeze alan, mutlak itaatçi ve bireyin iradesini yok sayan
Cebriyeci bir anlayışın gölgesinde olup bitmiştir.
Bu nedenle böyle bir
anlayıştan ve böyle bir ortamdan özgür irade ve sorumluluk sahibi bir birey
değil, kalabalığı/orduyu tamamlayan bir nefer, bir asker çıkmıştır. Doğal
olarak onların toplumsal yapılanmaları ve yapılanma biçimleri de tepeden
aşağıya/ dikey/piramitsel olarak şekillenmiştir. Bu yapılanmalar doğal bir
sürece değil zora dayandığı için, yapılanmaları da kaçınılmaz olarak bu şekilde
gerçekleşmiştir.
Oysa doğal ve
sorumluluk eksenli bir yapılanma, ast-üst şeklinde değil, yatay ve iş bölümünü
esas alarak inşa edilirdi, dolayısıyla öteki ve düşman da üretmezdi. Düşman
üretmediği gibi, kendini düşman olarak tanımlayanlara da ayna olarak,
kendilerine bakmalarını ve özeleştiri yapmaları imkânını sağlar, adil olmaktan
kimseye zarar gelmeyeceğini bir süreç içinde onlar da öğrenirlerdi.
Çünkü
İslam’ın kendileriyle bir sorunu olmadığını, toplumsal adaleti, bireyin
özgürlüğünü ve mutluluğunu hedeflediğini, zalim olmayanlara İslam’dan bir zarar
gelmeyeceğini, zalimlere dokunacak olan zararın da zulümlerinin engellemesiyle
sınırlı kalacağını bilirlerdi. Çünkü İslam öncelikle toplulukları değil, bireyi,
bireyin huzur ve mutluluğunu, onun özgür gelişimini esas alır. Bu nedenle
toplumsal yapıyı da böyle bir insanı ortaya çıkaracak ve yaşatacak şekilde
dizayn eder.
Bundan dolayıdır ki ilk örneğine bakıldığında bu yapılanma,
çevresindeki topluluklarca da korkunun değil adaletin ve barışın temsilcileri
olarak algılanırlardı. Çevrelerinin karanlık olması onların da kararmalarına
neden olmaz, aksine kendi aydınlıklarından çevreleri de yararlanırdı.
Ancak ne yazık ki Müslüman
toplumun resul algısı tamamen değiştiği gibi, Kur’an’ın temel ilke hedeflerinin
onlar açısından bağlayıcılığı da kalmamıştı. Lider ve ulemanın öncelikleri,
Kur’an’ın önceliklerinin yerine geçmiş, hatta Kur’an o gözle yorumlanır olmuş,
böylece yeni bir birey ve toplum ortaya çıkmıştır. İşte bu yeni insan, yeni
Müslüman günümüzdeki Müslüman’dır.
Buraya kadar genel
hatlarıyla üç fotoğraf sunmaya çalıştık. Birinci fotoğraf İslam’ın gelmeye
başladığı dönemdeki dünyanın genel bir fotoğrafıydı. İkinci Fotoğraf,
Resulullah Muhammed’ın kendisine gelen vahiy sonrasında kendisine inananlarla
birlikte oluşturduğu toplumun fotoğrafıydı. Üçüncü fotoğraf Resul sonrasındaki
İslam coğrafyasının fotoğrafıydı. Şimdi birinci fotoğraf ile üçüncü fotoğrafı,
yani, İslam’ın gelmeye başladığı dönemdeki dünyanın fotoğrafı ile “İslam
coğrafyası” denilen coğrafyanın fotoğrafını karşılaştıralım. İslam’ın ortaya
çıktığı ve dünyaya yayıldığı/fetihlerin yaygınlaştığı dönemlerde yeryüzündeki,
egemen algı ve uygulamalar ile Resul sonrası dönemde Müslümanların eli ile inşa
edilen İmparatorluk dönemi din, dünya ve siyaset algısı arasında/ hatta
günümüzde ciddi benzerliklerin bulunduğunu, dolayısıyla mevcut siyasi ve sosyal
yapılardaki/ cemaatlerdeki problemlerin de, kendilerini böyle bir kültür ve
anlayış üzerinde inşa etmelerinden kaynaklandığını söyleyebiliriz.
Bugüne geldiğimizde
kendilerini İslam ile ilişkilendiren yapılanmaların, devletlerin, cemaatlerin,
grupların hepsinin;
1- Lider merkezli, hiyerarşik/pramitsel/
dikey yapılanmaları ve istişareden uzak oluşları,
2- Ötekileştiren ideolojik nitelikleri ve
3- Bireyin iradesini ortadan kaldırmaları,
konusunda neredeyse tüm
Müslümanlar hemfikirdir. Müslümanların kahır ekseriyetince, bu, doğal ve olması
gereken bir durumdur, üstelik onlara göre İslami olan da budur. Yani, lider
merkezli olma, ötekileştirme ve bireyin iradesizliği zaten olması gereken bir
şeydir. Bunlar egemen İslam algısının da özünü oluştururlar. Oysa bizim de
içinde bulunduğumuz azınlığı temsil eden insanlar için ise durum probleme
işaret eder ve iki boyutludur. Geçmişteki ve günümüzdeki mevcut yapılanmaların
böyle oldukları doğrudur, ancak bu durum, olması gereken olmadığı gibi İslami
olan da değildir. Yani bunlar toplumsal sorunlarımızın en problemli alanlarını
oluştururlar.
Günümüzdeki
yapılanmaların hiyerarşilerindeki katılık ve lider sultası tüm teknolojik
yeniliklere ve dünyanın bireylerin avuçları içerisinde olmalarına rağmen
eskisini aratacak düzeyde olduğunda şüphe yoktur. Tüm bu teknolojik yenilikler
şeffaflığı ve özgürlüğü değil, bağımlılığı ve sorgulanmazlığı tetiklemektedir.
Liderler ve cemaatlerin önderleri de bu durumdan sonuna kadar yararlanmaktadırlar.
Bu açıdan baktığımızda modern görünümlü pek çok sivil toplum örgütlerindeki
yapılanmaların da geleneksel hiyerarşi içerisinde oluştuğunu görürüz. Modern
bir görüntü arz eden onlarca komite, komisyon ve çalışma grubu, doğal bir iş
bölümüne ve bir istişarenin varlığına işaret etmez. Bu komiteler daha çok emir
komuta zincirinin bir parçası olarak, emri hayata geçirmek için vardırlar.
Dolayısıyla buralardan çıksa çıksa en iyimser haliyle, lideri, ya da cemaat
veya yapıyı kutsayan, bir arı kolonisindeki işçi arılar ve işçi arılar düzeni
çıkar.
Günümüzde belki
eskisinden farklı olarak cemaat/ yapı ve müntesip/üye ilişkilerini, onların
aidiyetini, algı ve doğmalardan çok dünyevi çıkarların belirliyor olmasıdır. Yapı
ve cemaatlerin bu özelliği, onların üye bulmalarını ve üyelerin onları
sahiplenmelerini kolaylaştırdığı bir gerçektir. Ancak bu sahiplenmelerin
nitelikten çok bir niceliğe işaret ettiği de başka bir gerçek olsa gerektir.
Üyelerdeki bu dünyevileşme
talebi, cemaat ve yapılar çok dünyevileştiği için mi ortaya çıkmıştır, yoksa
üyelerin böyle bir yaklaşım içinde olmaları mı cemaati bu noktaya getirmiştir. Aslında
hem üye cemaati bu noktaya itmekte hem de cemaat doktrini üyeyi böyle bir talep
konusunda tetiklemektedir.
Ancak biz şunu çok açık
bir şekilde görüyoruz ki, doğrudan bir dünyevileşme/ zenginleşme talebi
olmayan, çalışmalar, örneğin hak ve adaleti savunan sivil yapılar üye bulmakta
zorlandıkları gibi, diğer yapılar tarafından da dışlanıyorlar. Bunun böyle
olmasında, kendi hatalarının olup olmadığının bu yapılar açısından bir
özeleştiri konusu yapılması zorunluluğu inkâr edilemez. Ancak sorumluluğa ve
özgürlüğe talip olmak, insanlık tarihi göstermiştir ki çok matah bir şey
değildir ve insanlar düşünmek ve sorumluluk almaktan genel olarak
korkmaktadırlar. Bu muhalif yapıların dışlamalarını elbette sadece bugüne özgü bir
durum görmemek gerekir. Bu durum, gücü ve otoriteyi merkeze alan yapıların
genel karakteridir ve kadim dönemlerden bu yana da hep böyledir.
Peki, ne yapmalıyız? Aslında
yapacak fazla bir şey yok. “Ey iman edenler, iman ediniz” ayetini hayatımıza
geçirmemiz yeterli olacaktır. Ama bu ne demektir? İman edilecek şey nedir? Söylemeye
çalıştığım iman tazelemenin ötesinde bir şeydir. Aynı şekilde tam olarak bir
metodolojik yenileşmeden de söz etmiyorum. Bu iki durumu da içine alacak
şekilde hem bir düşünme ameliyesi içine girmekten, hem de sorumluluğunun
bilincinde, adaleti ikame etmeyi ve paylaşmayı esas alan bir hayata talip
olmaktan, yani Kadiri mutlak olan Allah’ı, aynı zamanda rahman rahim olarak
yeryüzünde de aramaktan ve bunu yeni bir metodoloji ile ona yönelerek, onu okuyarak
Kur’an’dan yeniden keşfetmekten söz ediyorum. İman ve tevbe arasındaki kapının
aracısız olarak tüm kullar için her daim açık olmasından ve tevbenin sadece bir
arınma değil, bir diriliş olmasından da söz ediyorum. Sanırım böyle bir algıyla
hem zihinsel bir arınma ve yenilenme içerisine gireriz hem de bu arınma bize
daha örnek alınabilir bir hayat yaşamamıza imkân verir.
Bu açıdan çok
kültürlülüğün bir fırsat olduğunu düşünüyorum. Çok kültürlülük içinde zulmün pek
çok türünün bulunmasına rağmen, iyilikte ve iyi örneklikte rekabet yeni
imkanlar ortaya çıkarabilir, adaletin şahitliğinin yapabilmesi insanlığı yeni
ufuklara yönlendirebilir. Savaşı değil, barışı, öldürmeyi değil diriltmeyi,
biriktirmeyi değil paylaşmayı esas alan bir dil ve yaşantı, “kendin için
istediğini başkaları için de iste”meyi temel, akidevi bir gereklilik olarak
görme iradesi bir başlama ve değişim noktası oluşturur.
Bu sıradan denemeler,
yılmadan tekrarlandığında, en azından mevcudun takipçileri, bunların kendileri
için bir tehdit değil rahmet olduğunu zaman içerisinde anlayacaklardır. Bu
denemelerin, "ben kimseyi takmam" diyen, sorumluluktan kaçan,
"anarşist/başıboş" bir tavırla değil, zalim olmayan herkesi “kardeşi”
olarak kabul eden bir anlayış içerisinde olması gerekir. Aynı şekilde bu
denemelerin, kurtarıcı, benbilirimci, benmerkezci, tebliğci, tepeden bakan,
dolayısıyla dışlayacı ve ötekileştirici bir özellik taşımaması gerekir. Ortaya
konan örnekliğin, aynı düzlem içinde ve yatay ilişkiler şeklinde cereyan etmesi
zaten işin olmazsa olmazı olmalıdır.
Bu usule yönelik ilkelerin,
fikri alt yapısını akıl-vahiy, irade serbestîsi, sorumluluk bilinci, adalet ve
ahlak ile adil, âlim ve rahman-rahim olan bir Allah anlayışının merkeze
alındığı bir düşünce sistemi ile hayat bulması, er geç yeni insanı/ Müslüman’ı
ve yeni toplumu ortaya çıkaracaktır. İşte buradan kalkarak öncelikle insanı ve
İslam’ı yeniden keşfettiğimizde ve bireyi bu yeni İslam’la yeniden inşa
ettiğimizde ve zaman içerisinde;
-Lider merkezli baskıcı,
otoriter ve totaliter yapıların,
-Bireyin iradesini yok sayan
algı ve düzenin
-Kendinden olmayanı yok
sayan ve dışlayan zihniyetin
Yerini sorumluluğun,
hakkaniyetin ve adaletin aldığı yeni yapılara terk edeceği de görülecektir.
Çünkü hiçbir emek ve
çaba karşılıksız kalmaz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder