1 Şubat 2016 Pazartesi

Müslüman Cemaatlerin Ve Otoriter Yapıların Genetik Kodları

Günümüzdeki Sünni olsun, Şii olsun bütün oluşumlardaki, cemaatlerdeki ve bunların türevi yapılardaki temel problem, batınilik- zahirilik arasındaki sıkışmışlık, öteki üreten bir din algısı ve Allah anlayışlarının bir tezahürü olarak otoriteleşme ile irade hürriyeti ve adalet yoksunluğudur.

Bu yapıların, zihinsel kodları ve akidelerinin temelleri, bu iki temel (irade hürriyeti ve adalet ilkesi) ilkenin atlanarak inşa edildiği kadim dönemlere dek uzanır. Bu yapı ve oluşumların Allah ile ilgili tasavvurları, dünya ile ilgili tasavvur ve beklentilerini de şekillendirmiştir. Bu farklı Allah tasavvurları tercih edilen hayatla yakından ilgilidir. Dolayısıyla bir taraftan bakıldığında teori pratiği belirlemiştir, başka bir noktadan bakıldığında ise pratik teoriyi ortaya çıkarmıştır. Sürekli birbirini tetikleyen bir durum söz konusudur. Çünkü sözünü ettiğimiz bu teoriyi oluşturan şey, İslam öncesinin geleneği ile Resul sonrası ilk on yıllarda yaşananlardır. Herhangi bir bireyin/kişinin dünyası bu şekilde oluşunca, içinde bulunduğu toplumsal yapılar da aynı algı çerçevesinde şekillenmek durumunda kalmış, mevcut örnekler de bu durumu teyit etmiştir.

Öncelikle şu soruyu sorup cevabını vermek durumundayız;
Soru: İslam’ın ortaya çıktığı ve dünyaya yayıldığı /fetihlerin yaygınlaştığı dönemlerde yeryüzündeki, dini, sosyal, siyasi egemen algı ve uygulamalar nasıldı?
Cevap: Hem zihni algılar (teorik yapı) hem toplumsal yapılanmalar, yönetim şekilleri, hiyerarşik yapılanmalar hem de ortaya koyulan uygulamalar, adaletten yoksun, öteki üreten ve onu lanetleyen otoriter ve kişi merkezli bir durum arz ediyordu.

Bu yapılar kişinin özgür iradesini kullanmasını ve seçme hürriyetini engellediği gibi bireysel ve toplumsal adaletin önündeki en büyük engeli de oluşturuyordu. Aynı zamanda bu yapıların egemen olduğu düzenlerde toplumun tümüne yayılmış bir refahtan söz etmek de mümkün değildi. Bu yapılar doğaları gereği toplum arasında sınıfların oluşmasını ve oluşan sınıflar arasındaki çatışmaların daimiliğini de sağlıyordu. Bu durum doğal olarak, toplumsal refahı ve adaleti ortadan kaldırdığı gibi, hem evrendeki doğal dengeyi ve düzeni bozuyor, hem de yaratıcının evreni yaratmadaki amacı ve ilahi adalet ile de çelişiyordu.

İmparatorlukların ve diğer küçük devletlerin temel ekonomik kaynağı tarım, sanayi ve doğal kaynaklar değil savaş ve çatışmalardı. Savaş sonrası doğrudan veya dolaylı el koyulan, gasp edilen mağlup ve mağdur toplumları kaynakları o devletlerin zenginliğinin asıl nedeniydi.. Bu durum otoriter yapıları beslediği gibi, halkı/ tebaayı da otoriteye ve otoriter yapıya mahkûm etmişti. Toplumun geçim ve zenginlik kaynağı da aynı şekilde savaşlardan ve işgal edilen/ fethedilen bölgelerden elde edilen ganimetlerden oluşuyordu.

İslam geldiğinde dünyanın genel manzarası buydu ve O, bir bütün olarak, bu egemen otoriter, baskıcı yapı ve anlayışlara bir cevap olarak gelmişti ve yapılan ilk şey geldiği toplumun zihinsel kodlarını yeniden inşa etmek oldu. Toplumsal yapılanmalardaki dikey hiyerarşik yapıyı yıkarak, ilişki biçimini yatay olarak ve sorumluluk merkezinde yeniden kurdu. Kabile asabiyesi yerine adalet üzere bir millet var etmeye çalıştı. İlk yıllarda bunun muhteşem örnekliklerini de ortaya koydu. Bu yeni yapı kişileri, hangi inanç ve etnik yapıdan gelirse gelsin ve hangi anlayış üzerinde bulunursa bulunsun zulmetmeleri dışında onları asla ötekileştirip düşman ilan etmedi.

Düşüncesini, akletme, irade ve tercih edebilme hürriyeti, adalet ve ahlak/sorumluluk üzerine inşa eden İslam, toplumsal ilişkilerinin merkezine de sorumluluk/ahlak/ hesap verebilirlik, istişare ve adaleti koymuştu. Bireyler arasındaki denge ve adalet, onların hak ve hukukları da bu ilkelerin içselleştirilmeleriyle mümkün olacaktı. Onun için akletme ve sorumluluk bu anlayışın en temel iki sütununu oluşturuyordu. İçselleştirilmemiş ve başkasına ait olduğu düşünülen bir anlayışı uygulamak ne kadar mümkün olurdu? Bu durum olsa olsa münafıkların sayısının artmasını sağlardı. Bu nedenle Kur’an’da iman, olmuş bitmiş bir olgu olarak değil, bir süreç olarak ifade edilmiştir. “Ey iman edenler, iman ediniz”(Nisa:4/136) ayeti tam da bu durumu ifade etse gerektir.

Resulün sağlığında bu ilkeler hayata geçirildi, tüm renkleri içine alan, kabile asabiyesinin ve etnik yapının bir ayrıcalık ve üstünlük oluşturmadığı, ekonomik ve siyasi güce itibar edilmeyen ve hak, hukuk, sorumluluk/takva, ahlak ve özgürlüklerin merkeze alındığı, kimlik ve kişilik sahibi eşit bireylerden meydana gelen yeni bir millet oluşturuldu. Adına da İslam Milleti denildi. Tüm bunlar O dönemin müktesebatı ve algısı çerçevesinde, o dönemin dili ve kültürünün sınırları içerisinde bir özgürlük, adalet ve refah talebi olarak ortaya çıkmıştı.

Ancak Resulün vefatının üzerinden çok geçmeden, insani, ekonomik, siyasi, sosyal, kültürel nedenden dolayı ve kesintisiz devam eden fetih hareketi ve oluşan ganimet ve haz kültürü yeni bir toplum yapısını ortaya çıkardı. İslam’ın bu temel iddiaları onun müntesipleri tarafından fazla önemsenmez hale geldi ve sonuçta bir imparatorluk yapısı ve tecrübesi içerisinde yeniden kabile asabiyesine dönüş yaşanmaya başlandı. Bu durum yeni oluşum ve tartışmaları da ortaya çıkardı. 

Üstelik oluşan yeni din algısı ve “yeni İslam” bu ilk on yıllardaki algı, anlayış ve uygulamalar esas alınarak inşa edildi. Kavgaların, çatışma ve savaşların, kutuplaşmaların, ayrışmaların, küskünlüklerin, düşmanlıkların, dışlamaların, ötekileştirmenin, dünyevileşmenin, tepkiselleşmenin, zahirileşmenin, batinileşmenin, içe kapanmanın, her türlü zıtlığın ve ümitsizliğin zirve yaptığı bir dönemde, olanlardan etkilenmeden bir zihin, fikir, din, dil, anlayış ve yapı inşa edebilmek mümkün olmadı.

Müslümanlar asker bir millet olarak aslında dünya işlerinden ellerini ayaklarını çekmişiler ve mistik yapılanmalara meyleder olmuşlardır. Osmanlı deneyimi bunun en ilginç örnekleriyle doludur. Aynı şey ilim/bilim, felsefe, edebiyat ve sanat için de söz konusu olmuştur. Dar çerçeveli dini ilimler dışındaki bütün alanlar gayri Müslimlere bırakılarak, bir anlamda egemenliklerini de onlara teslim etmişlerdir. Bu alanlarda bugün bizim dilimizden düşürmediğimiz mevaliden bazı âlimler de temayüz etmişti. Öyle ki bugün bizim İslam Medeniyetinin güzel örnekleri diye gururla her platformda ortaya koymaya çalıştığımız bu ilim adamları kendi dönemlerinde önemli sıkıntılar yaşamış, geleneksel anlayışın dışında bir anlayışa sahip oldukları için, “zındıklık”la suçlanarak pek çoğunun ölümü normal yollardan olmamıştır. Bu dışarıda kalma durumu, Müslümanların hayatın dışında kalmalarına da neden olmuş. Özellikle bu durum, üretimin dışında kalmalarında ve tembelleşmelerinde de önemli rol oynamıştır.

Aniden zenginleşen, zenginleşmeleriyle birlikte siyasi güçleri de artan bu ailelerde geleneksel yaşam biçimleri yerine yeni yaşam biçimleri, yeni alışkanlıklar oluşmaya başladı. Özellikle başkentte ve bazı büyük şehirlerde zengin aileler arasında, lükse ve tüketime dayalı bir yarış ortaya çıktı. Büyük saraylar inşa edilerek buralarda “bin bir gece masalları” yaşanmaya başlandı. Bu yaşam biçimi zaman içerisinde kendi kültürünü ve edebiyatını da oluşturdu. Devletin adı İslam’dı, ülkede sözde şeriat hâkimdi. Müftüler fetvalarını veriyorlardı ama bu aristokratik yapı da istediği şekilde lüks ve şatafat içerisinde, helal haram sınırlarını önemsemeden yaşamaya devam ediyordu. Adalet ve mütevazılığin girmediği bu saraylardaki hayat bir şekilde kendi meşruiyetlerini elde etmişti. İktidarda olmanın verdiği kibir ve üstünlük algısı Müslümanları pek çok konuda hayatın gerçekliğinden koparmış, bir yabancılaşma ve tembelliği de ortaya çıkarmıştı.

Ancak bu zenginleşme ataerkil kabilesel anlayışların daha da pekişmesine, siyasi yapıların otoriter tutumların daha da sertleşmesine, özgür düşünceli ve sorumluluk sahibi bireyler yerine kaderci, cebriyeci, baskıcı anlayışların güçlenmesine neden oldu. Cahiliyede olduğu gibi kendilerini, kendi fikir ve eylemleri ile değil kabile/ aşiret, cemaat aidiyeti üzerinden tanımlamaya kendilerini bu yapılar ve bu yapıların ürettikleri üzerinden var kılmaya, devlet/imparatorluk bunun bir aracı olarak görülmeye başlandı.

Günümüzde modern kabileler olarak adlandırabileceğimiz ulus devletlerin veya seküler ve dini cemaatlerin durumu da bunlardan pek farklı olmadığı gibi cemaat/devlet birey ilişkisi de pek farklı değildir. Bu nedenle ulus devletler dâhil, bu tür yapılanmalardan sorumluluk sahibi özgür bireyler değil, birer “nefer”, “fedai” ve “emir eri” çıkmaktadır.

Öyle ki, İslam’la birlikte şekillenen ve çevresiyle barış içinde yaşayan ve sorumluk sahibi insandan, çevresine hükmeden, ahlak ve adaleti değil gücü ve mülkü önemsemeyen, kadir-i mutlak insana dönüşmüştür. İlk dönemde üretilen, “insanın Allah’ın halifesi olması” tezi de bu kadiri mutlak insanın tezahüründen başka bir şey değildi. Bu geriye doğru evirilme sadece insanın zihinsel serüveniyle sınırlı kalmamış, yapıp ettiklerine yansıdığı gibi, kurduğu yapılar, ortaya çıkardığı ürünler de bu yönde olmuştur. Üstelik tüm bunlar, insana irade ve seçme hakkı vermeyen, adaletinden değil, gücünden emin olamayacağımız kadiri mutlak Allah anlayışını merkeze alan, mutlak itaatçi ve bireyin iradesini yok sayan Cebriyeci bir anlayışın gölgesinde olup bitmiştir.
Bu nedenle böyle bir anlayıştan ve böyle bir ortamdan özgür irade ve sorumluluk sahibi bir birey değil, kalabalığı/orduyu tamamlayan bir nefer, bir asker çıkmıştır. Doğal olarak onların toplumsal yapılanmaları ve yapılanma biçimleri de tepeden aşağıya/ dikey/piramitsel olarak şekillenmiştir. Bu yapılanmalar doğal bir sürece değil zora dayandığı için, yapılanmaları da kaçınılmaz olarak bu şekilde gerçekleşmiştir.

Oysa doğal ve sorumluluk eksenli bir yapılanma, ast-üst şeklinde değil, yatay ve iş bölümünü esas alarak inşa edilirdi, dolayısıyla öteki ve düşman da üretmezdi. Düşman üretmediği gibi, kendini düşman olarak tanımlayanlara da ayna olarak, kendilerine bakmalarını ve özeleştiri yapmaları imkânını sağlar, adil olmaktan kimseye zarar gelmeyeceğini bir süreç içinde onlar da öğrenirlerdi. 

Çünkü İslam’ın kendileriyle bir sorunu olmadığını, toplumsal adaleti, bireyin özgürlüğünü ve mutluluğunu hedeflediğini, zalim olmayanlara İslam’dan bir zarar gelmeyeceğini, zalimlere dokunacak olan zararın da zulümlerinin engellemesiyle sınırlı kalacağını bilirlerdi. Çünkü İslam öncelikle toplulukları değil, bireyi, bireyin huzur ve mutluluğunu, onun özgür gelişimini esas alır. Bu nedenle toplumsal yapıyı da böyle bir insanı ortaya çıkaracak ve yaşatacak şekilde dizayn eder. 

Bundan dolayıdır ki ilk örneğine bakıldığında bu yapılanma, çevresindeki topluluklarca da korkunun değil adaletin ve barışın temsilcileri olarak algılanırlardı. Çevrelerinin karanlık olması onların da kararmalarına neden olmaz, aksine kendi aydınlıklarından çevreleri de yararlanırdı.
Ancak ne yazık ki Müslüman toplumun resul algısı tamamen değiştiği gibi, Kur’an’ın temel ilke hedeflerinin onlar açısından bağlayıcılığı da kalmamıştı. Lider ve ulemanın öncelikleri, Kur’an’ın önceliklerinin yerine geçmiş, hatta Kur’an o gözle yorumlanır olmuş, böylece yeni bir birey ve toplum ortaya çıkmıştır. İşte bu yeni insan, yeni Müslüman günümüzdeki Müslüman’dır.

Buraya kadar genel hatlarıyla üç fotoğraf sunmaya çalıştık. Birinci fotoğraf İslam’ın gelmeye başladığı dönemdeki dünyanın genel bir fotoğrafıydı. İkinci Fotoğraf, Resulullah Muhammed’ın kendisine gelen vahiy sonrasında kendisine inananlarla birlikte oluşturduğu toplumun fotoğrafıydı. Üçüncü fotoğraf Resul sonrasındaki İslam coğrafyasının fotoğrafıydı. Şimdi birinci fotoğraf ile üçüncü fotoğrafı, yani, İslam’ın gelmeye başladığı dönemdeki dünyanın fotoğrafı ile “İslam coğrafyası” denilen coğrafyanın fotoğrafını karşılaştıralım. İslam’ın ortaya çıktığı ve dünyaya yayıldığı/fetihlerin yaygınlaştığı dönemlerde yeryüzündeki, egemen algı ve uygulamalar ile Resul sonrası dönemde Müslümanların eli ile inşa edilen İmparatorluk dönemi din, dünya ve siyaset algısı arasında/ hatta günümüzde ciddi benzerliklerin bulunduğunu, dolayısıyla mevcut siyasi ve sosyal yapılardaki/ cemaatlerdeki problemlerin de, kendilerini böyle bir kültür ve anlayış üzerinde inşa etmelerinden kaynaklandığını söyleyebiliriz.

Bugüne geldiğimizde kendilerini İslam ile ilişkilendiren yapılanmaların, devletlerin, cemaatlerin, grupların hepsinin;

1-      Lider merkezli,  hiyerarşik/pramitsel/ dikey yapılanmaları ve istişareden uzak oluşları,
2-     Ötekileştiren ideolojik nitelikleri ve
3-     Bireyin iradesini ortadan kaldırmaları,

konusunda neredeyse tüm Müslümanlar hemfikirdir. Müslümanların kahır ekseriyetince, bu, doğal ve olması gereken bir durumdur, üstelik onlara göre İslami olan da budur. Yani, lider merkezli olma, ötekileştirme ve bireyin iradesizliği zaten olması gereken bir şeydir. Bunlar egemen İslam algısının da özünü oluştururlar. Oysa bizim de içinde bulunduğumuz azınlığı temsil eden insanlar için ise durum probleme işaret eder ve iki boyutludur. Geçmişteki ve günümüzdeki mevcut yapılanmaların böyle oldukları doğrudur, ancak bu durum, olması gereken olmadığı gibi İslami olan da değildir. Yani bunlar toplumsal sorunlarımızın en problemli alanlarını oluştururlar.

Günümüzdeki yapılanmaların hiyerarşilerindeki katılık ve lider sultası tüm teknolojik yeniliklere ve dünyanın bireylerin avuçları içerisinde olmalarına rağmen eskisini aratacak düzeyde olduğunda şüphe yoktur. Tüm bu teknolojik yenilikler şeffaflığı ve özgürlüğü değil, bağımlılığı ve sorgulanmazlığı tetiklemektedir. Liderler ve cemaatlerin önderleri de bu durumdan sonuna kadar yararlanmaktadırlar. 

Bu açıdan baktığımızda modern görünümlü pek çok sivil toplum örgütlerindeki yapılanmaların da geleneksel hiyerarşi içerisinde oluştuğunu görürüz. Modern bir görüntü arz eden onlarca komite, komisyon ve çalışma grubu, doğal bir iş bölümüne ve bir istişarenin varlığına işaret etmez. Bu komiteler daha çok emir komuta zincirinin bir parçası olarak, emri hayata geçirmek için vardırlar. 

Dolayısıyla buralardan çıksa çıksa en iyimser haliyle, lideri, ya da cemaat veya yapıyı kutsayan, bir arı kolonisindeki işçi arılar ve işçi arılar düzeni çıkar.

Günümüzde belki eskisinden farklı olarak cemaat/ yapı ve müntesip/üye ilişkilerini, onların aidiyetini, algı ve doğmalardan çok dünyevi çıkarların belirliyor olmasıdır. Yapı ve cemaatlerin bu özelliği, onların üye bulmalarını ve üyelerin onları sahiplenmelerini kolaylaştırdığı bir gerçektir. Ancak bu sahiplenmelerin nitelikten çok bir niceliğe işaret ettiği de başka bir gerçek olsa gerektir.

Üyelerdeki bu dünyevileşme talebi, cemaat ve yapılar çok dünyevileştiği için mi ortaya çıkmıştır, yoksa üyelerin böyle bir yaklaşım içinde olmaları mı cemaati bu noktaya getirmiştir. Aslında hem üye cemaati bu noktaya itmekte hem de cemaat doktrini üyeyi böyle bir talep konusunda tetiklemektedir.

Ancak biz şunu çok açık bir şekilde görüyoruz ki, doğrudan bir dünyevileşme/ zenginleşme talebi olmayan, çalışmalar, örneğin hak ve adaleti savunan sivil yapılar üye bulmakta zorlandıkları gibi, diğer yapılar tarafından da dışlanıyorlar. Bunun böyle olmasında, kendi hatalarının olup olmadığının bu yapılar açısından bir özeleştiri konusu yapılması zorunluluğu inkâr edilemez. Ancak sorumluluğa ve özgürlüğe talip olmak, insanlık tarihi göstermiştir ki çok matah bir şey değildir ve insanlar düşünmek ve sorumluluk almaktan genel olarak korkmaktadırlar. Bu muhalif yapıların dışlamalarını elbette sadece bugüne özgü bir durum görmemek gerekir. Bu durum, gücü ve otoriteyi merkeze alan yapıların genel karakteridir ve kadim dönemlerden bu yana da hep böyledir.

Peki, ne yapmalıyız? Aslında yapacak fazla bir şey yok. “Ey iman edenler, iman ediniz” ayetini hayatımıza geçirmemiz yeterli olacaktır. Ama bu ne demektir? İman edilecek şey nedir? Söylemeye çalıştığım iman tazelemenin ötesinde bir şeydir. Aynı şekilde tam olarak bir metodolojik yenileşmeden de söz etmiyorum. Bu iki durumu da içine alacak şekilde hem bir düşünme ameliyesi içine girmekten, hem de sorumluluğunun bilincinde, adaleti ikame etmeyi ve paylaşmayı esas alan bir hayata talip olmaktan, yani Kadiri mutlak olan Allah’ı, aynı zamanda rahman rahim olarak yeryüzünde de aramaktan ve bunu yeni bir metodoloji ile ona yönelerek, onu okuyarak Kur’an’dan yeniden keşfetmekten söz ediyorum. İman ve tevbe arasındaki kapının aracısız olarak tüm kullar için her daim açık olmasından ve tevbenin sadece bir arınma değil, bir diriliş olmasından da söz ediyorum. Sanırım böyle bir algıyla hem zihinsel bir arınma ve yenilenme içerisine gireriz hem de bu arınma bize daha örnek alınabilir bir hayat yaşamamıza imkân verir.

Bu açıdan çok kültürlülüğün bir fırsat olduğunu düşünüyorum. Çok kültürlülük içinde zulmün pek çok türünün bulunmasına rağmen, iyilikte ve iyi örneklikte rekabet yeni imkanlar ortaya çıkarabilir, adaletin şahitliğinin yapabilmesi insanlığı yeni ufuklara yönlendirebilir. Savaşı değil, barışı, öldürmeyi değil diriltmeyi, biriktirmeyi değil paylaşmayı esas alan bir dil ve yaşantı, “kendin için istediğini başkaları için de iste”meyi temel, akidevi bir gereklilik olarak görme iradesi bir başlama ve değişim noktası oluşturur.

Bu sıradan denemeler, yılmadan tekrarlandığında, en azından mevcudun takipçileri, bunların kendileri için bir tehdit değil rahmet olduğunu zaman içerisinde anlayacaklardır. Bu denemelerin, "ben kimseyi takmam" diyen, sorumluluktan kaçan, "anarşist/başıboş" bir tavırla değil, zalim olmayan herkesi “kardeşi” olarak kabul eden bir anlayış içerisinde olması gerekir. Aynı şekilde bu denemelerin, kurtarıcı, benbilirimci, benmerkezci, tebliğci, tepeden bakan, dolayısıyla dışlayacı ve ötekileştirici bir özellik taşımaması gerekir. Ortaya konan örnekliğin, aynı düzlem içinde ve yatay ilişkiler şeklinde cereyan etmesi zaten işin olmazsa olmazı olmalıdır.

Bu usule yönelik ilkelerin, fikri alt yapısını akıl-vahiy, irade serbestîsi, sorumluluk bilinci, adalet ve ahlak ile adil, âlim ve rahman-rahim olan bir Allah anlayışının merkeze alındığı bir düşünce sistemi ile hayat bulması, er geç yeni insanı/ Müslüman’ı ve yeni toplumu ortaya çıkaracaktır. İşte buradan kalkarak öncelikle insanı ve İslam’ı yeniden keşfettiğimizde ve bireyi bu yeni İslam’la yeniden inşa ettiğimizde ve zaman içerisinde;

-Lider merkezli baskıcı, otoriter ve totaliter yapıların,
-Bireyin iradesini yok sayan algı ve düzenin
-Kendinden olmayanı yok sayan ve dışlayan zihniyetin
Yerini sorumluluğun, hakkaniyetin ve adaletin aldığı yeni yapılara terk edeceği de görülecektir.

Çünkü hiçbir emek ve çaba karşılıksız kalmaz.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder