Kur’an Dışı
Vahiy Algısının Ortaya Çıktığı Ortama Dair Bir Giriş
Kur’ân
dışı vahiy iddiası yeni bir olgu değildir, İslam’ın 2. Yüzyılının başlarından
itibaren Tedvin asrının siyâsî, ekonomik ve sosyal ortamının şartlarında
özellikle de güç odaklarının etkisi ve yönlendirmesiyle kısa bir süre
içerisinde başat bir dini anlayış olarak toplumu egemenliği altına almıştır. O
günden bu güne yüzlerce yıldır, hâkim bir anlayış olarak etkisini Müslüman
toplumlar arasında sürdüregelmiştir. Mevcut geleneksel Sünnî ve Şiî İslam
anlayışının şekillenmesinde de bu anlayış, oldukça etkili ve belirleyici bir
rol üstlenmiştir. Bu nedenle nesiller, yüzyıllardır, böyle bir İslam’la ve
böyle bir İslam’ın müntesibi olarak yaşamakta ve sonraki kuşaklara da İslam
olarak bunu aktarmaktadırlar. Her kuşak bu anlayışa kendisinden bir şeyler
katarak böylece onu gerçeğinden biraz daha uzaklaştırarak bir sonraki nesle
taşımaktadır.
İlk nesil, Peygamberin vefatından sonra zaman zaman, dünya işleri
yüzünden birbirine düşmüş olsalar da Kur’an’ın yegâne otorite olması konusunda
hep aynı noktadaydılar, hedefleri konusunda da büyük oranda benzer anlayışlara
sahiptiler. Ancak onların da herkes gibi sınırlı bir ömürleri vardı. İlk nesil
devlet yönetiminden ve toplumda söz sahibi olma konumundan uzaklaştıkça toplumdaki
sorunlar da artmıştı. Yaşanan toplumsal hadiseler, kavgalar, savaşlar, fikri
ayrışmalar, fiziki, siyasi ve toplumsal yapının, demografinin değişmesi ve yeni
toplumsal taleplerin ortaya çıkması, ilk neslin, düşüncelerini sonraki kuşaklara
aktarmalarını zorlaştırdı. Sonraki nesiller kendilerini yeni siyasi yapı, yeni
coğrafya ve yeni ihtiyaçlar içerisinde yeniden inşa ettiler. Bu inşada ilk
dönemi istisnai bir dönem, ilk nesli de istisnai bir nesil olarak algılandığı
için onların fikirleri ve tecrübeleri büyük oranda göz ardı edildi. Böylece
kuşaklar arasında belirgin bir algılama farkı ortaya çıktı.
İslam coğrafyasının hayal edilenin çok ötesinde genişlemesi, farklı
köklerden çıkan kültürel ve etnik unsurların, bu coğrafya içerisinde tüm renk
ve ağırlıklarıyla mevcut yapıya entegre olması, bunun sonucu meydana gelen
etkilenmeler ve oluşan karşı tepkiler ilk neslin fikir ve tecrübesinin devre
dışı kalmasına neden oldu. Bu farklılık ve yeni algı toplumun Kur’an tasavvuruna
da sirayet etti. Kur’an’ın, sonuçta bir hitabe olarak kelimelerden oluşan bir
kitap olması, dolayısıyla, Kur’an’ın dil ve kültür ile ilişkisi; dil ve
kültürün zaman içerisinde değişmesi ve nesiller arası ihtilaflar ve görüş farklılıkları
bu tasavvurda temel rol oynadı. Çünkü yaşanan olaylar, sahip olunan yeni imkânlar,
toplumun hayat ve dünya algılamalarını köklü değişikliklere uğrattı. Bu
değişiklikler aynı ölçüde dile ve kültüre, dolayısıyla da Kur’an anlayışlarına,
onun toplum nezdindeki tartışmasız otorite olma konumuna da yansıdı.
Bu yaşananlar, özellikle günlük hayatta Kur’an’ı tamamıyla devre
dışı bıraktı. Toplumda yine bir Kur’an anlayışı vardı ama bu anlayışın bireye
ve topluma yansıması, Kur’an’ın amaç ve hedeflerinin tam aksi yönünde tezahür
ediyordu. Diriler için bir hayat ve hidayet kitabı olarak gönderilen bu kitap,
cenaze ayinlerinde/törenlerinde terennüm edilen özel ilahiler konumuna
indirgenmişti. Müslümanlar bu yeni coğrafyalarında, üzerlerinde yaşadıkları
toprakların eski kültür ve geleneklerinin ve elde edilen yeni alışkanlıkların
etkisi ile yeni anlayışlara doğru yelken açmışlardı.
Ancak tüm bu değişimlere rağmen toplumun Müslüman kimliğinin bir
zorunluluğu olarak Kur’an, “yaratılmamış”, ezelden beri var olagelen, Allah’ın
kendisinden/zatından bir kelam olarak yeniden tanımlanmış haliyle, yönetici ve
tüm teb’asıyla Müslüman toplumun en kutsal ve meşrulaştırıcı metniydi. Bu
nedenle Müslüman gruplar arasındaki siyasi, ekonomik ve kültürel çekişmelerde
her zaman en güçlü enstrüman olarak kullanıldı. Mücadele kızıştıkça Kur’an
ayetlerinin meşrulaştırma işlevi de arttı. Ancak Kur’an’ın meşrulaştırma ve
istismar edilmesinin bir sınırı vardı. O sınıra gelip dayanıldığında yeni
araçlar devreye sokuldu. Birbirinin zıddı gibi görünen çöl dil algısı ve bedevi
kültürü ile batini anlayışların yaygınlık kazanması peygamber ve vahiy algısında
önemli değişiklikler meydana getirdi ve bu durum, yaşanan problemleri
meşrulaştırmada yeni bir imkân olarak görüldü.
Bir konuda Resul’ün konuşması önemli bir şeydi ve her bir inananı
bağlardı. Ancak Resulün söz ve davranışlarının/hadislerin etkin bir
meşrulaştırma gücünün olabilmesi için Resul’ün tarih üstü bir konuma
getirilmesi ve Kur’an gibi tartışmasız, mutlak bağlayıcılığa sahip olması
gerekirdi. Bu da hadislerin, tarih, mekân ve zaman üstü bir niteliğe sahip bir
resule ait bir “kelam” olması durumunda ancak her kelimesi vahiy olan Kur’an
gibi bir otorite olabilir, vahyi bir kelam olarak kabul görebilirdi. Öyle de
oldu, daha doğrusu öyle algılanması sağlandı. Yani yaşananlar, kültürel
etkilenmeler, tepkisellikler, çekilen sıkıntılar, yaşanılan refah, siyasi
baskılar veya iktidar hırsı, Müslüman toplumun önemli bir kesimini böyle bir
noktaya getirdi.
Artık Resul’ün sadece sözleri değil, davranışları da bir baba, bir
arkadaş, bir eş, bir yönetici, bir komutan ve o toplumunun bir ferdi olarak
söyleyip yaptığı her şey, hatta bir iması, jest ve mimikleri bile vahiy olarak
algılanır oldu. O sussa vahiy, konuşsa vahiy, otursa vahiy, çalışsa vahiydi.
Yaptığı her şey vahyin bir sonucuydu. Nefes alması bile vahiy ile
gerçekleşiyordu. Üstelik bu durum, resullüğünü ilan edip vefat edinceye kadarki
zamanla da sınırlı değildi. Ana rahmine düşmesi ile birlikte başlamıştı bu
vahiy süreci. Gerçi egemen anlayışa göre, her şey onun yüzü suyu hürmeti için
yaratılmıştı ve bu bakış açısıyla O, evrenin yaratılışının da asıl sebebiydi.
Âdem’den önce de o vardı.
Bu anlayışın bir devamı olarak, Tedvîn Dönemi sürecinde ortaya
çıkan İslam anlayışı, Kur’an’ın açık beyanlarına rağmen, Allah’ın seçilmiş
Resûl’ü Hz. Muhammed’e konuşmasının, Kur’an vahyi ile sınırlı olmadığı ve
Resûl’ün bütün söz ve davranışlarının da bu konuşmanın bir eseri olduğu üzerine
inşa edildiğinden, bütün dini anlayış, sosyal, siyasî ve ekonomik hayat,
Kur’an’dan çok, Resûl’e ait olduğu iddia edilen rivayetlerle şekillendi.
Müslümanların davranışlarını ve ilişki biçimlerini Kur’an değil, bu rivayet
merkezli anlayışlar belirledi.
Allah-Resûl ilişkisinin ne ve nasıl olduğu Kur’an’da çok açık bir
şekilde ifade edilmesine, aynı şekilde Resûl’ün, Allah’ın kendisine vahiy
indirdiği bir kul/abd olarak tanımlanıp, vahiy olgusunun Resul’ün
talebiyle değil, Allah’ın mutlak iradesi ile tecelli ettiğinin açıkça ortaya
konulmasına rağmen, çok uzun yıllardan beri, Müslümanlar bu konuda farklı
anlayışlara sahip olageldiler. Bu farklılık, genel anlamda vahiy, Allah’ın
seçilmiş kulları ile konuşmasının anlamı, amacı, şekli, sınırları ve Kur’an’ın
cemi gibi konularda da açık bir şekilde görülmektedir. Yaşanan siyasî ve sosyal
olaylar sonucunda, bu anlayışlar karşımıza mezhep, tarikat, cemaat gibi dini
bir kimlik içerisinde çıkarak toplumun büyük çoğunluğu tarafından da kabul
edile gelmiştir.
Çünkü İslam coğrafyasının alabildiğine genişlemesi, bu nedenle
farklı kültürde, farklı dillere sahip Müslümanların Arap nüfusunu geçmesi, bir
Arapça probleminin ortaya çıkmasına neden oldu. Ayrıca teknik olarak isteyen
her insanın Kur’an metnine ulaşmasının imkânsızlığı, Kur’an’ın belli
kişiler/güçler eliyle/aracılığıyla öğrenilmesini, okunmasını, ona ulaşılmasını
zorunlu kıldığından, ayrıca bu süreçte İslam algısı da önemli ölçüde
değiştiğinden, küçük bir azınlık dışında toplumun genelinin (Arap ve Arap
olmayanlar dâhil) Kur’an ile ilişkisi namaz sureleri denilen surelerle (veya en
fazla amme cüzü ile) ile sınırlı kaldı. Böylece, hem Arap hem de Arap olmayan
nüfusun Kur’an ile ilişkisinin/iletişiminin niteliği büyük ölçüde değişti hem
de fiziki olarak da ona ulaşması imkânsız hale geldi. Kur’an, artık, öğrenilen,
anlaşılan, yaşanılan bir metin olmaktan çıkarılıp sadece namazlarda belli
bölümleri, sureleri anlamadan okunmak için ezberlenen bir ayin kitabına dönüştürüldü.
Bununla da yetinilmedi, yukarıda işaret ettiğimiz gibi, kültür ve dil
farklılaşmasının etkisiyle, insanlar Kur’an’ı ancak belli anlayışlar
çerçevesinde tanımak ve anlamak durumunda bırakıldılar. Çünkü onu öğrenip
anlamak için Kur’an metnine değil, insanların ortaya koydukları anlayışlara
yönelmek durumunda kaldılar ve ancak, bu yönlendirmeden sonra Kur’an metnine
yönelebildiler.
Kur’an’ın indiği dönemde, bölge halkının birlikte inşa ettikleri,
üzerinde konsensüs sağladıkları ortak bir dil yapısı ve kuralları bulunmadığı
için herkes kendi bulunduğu ortamın dil algılamasına uygun olarak gelen vahiyle
irtibata geçmişti. Bunun bir yansıması olarak her kabile/topluluk Kur’an’ı
kendi dil kuralları çerçevesinde okuyordu. İlk dönemde farklı okuma/telaffuz
biçimlerine izin verilmesi bu ihtiyaçtan kaynaklanıyordu. Ancak sorun sadece
okuma ve telaffuz farklılığından ibaret değildi. Bir de eşyayı algılama sorunu
vardı. Çölde yaşayan insanlar içinde bulundukları şartların bir sonucu olarak
zahiri bir dil algılamasına sahiptiler. Eşyayı bu gözle okuyup tanımlıyorlardı.
Aynı sorun Kur’an’a ve İslam’a yaklaşımlarında da ortaya çıktı. Bu bağlamda
bedevi kökenli insanlar sahip oldukları zahiri dil algılamaları dolayısıyla
şehir merkezli bir dil algılamasını esas alan Kur’an’ın sembolik, soyut ve
mecaz ifadelerini kendi dil algılamalarına göre yorumladıklarından birçok
sorunla karşılaşılmıştı. Bu dönemde ortak bir dil algılamasının olmaması
sonraki dönemlerde sorunu kronik hale getirmişti.
Bilindiği gibi, dil ile ilgili ortak kurallar Kur’an’ın nazil
olmaya başlamasından yaklaşık yüz yıl kadar sonra, üstelik çöl algılaması esas
alınarak inşa edilmişti İnsanlar bir ölçüde Kur’an’ı zahiri Arap algılamasına göre
okumak/anlamak durumunda bırakılmışlar, bunun sonucu olarak toplumun Kur’an
algılaması da köklü bir değişikliğe uğramıştı. Bu algılama biçimi, bugün için
de Kur’an’ı anlamada temel bir sorun olarak karşımızda durmaktadır.
Bu soruna ek olarak, rivayet merkezli olarak inşa edilen anlayış,
özellikle bir dönem sonra Arapça bilseler bile insanların, doğrudan Kur’an
metnini alıp, anlamak için okumalarına imkân vermeyecekti. Bu, hem Kur’an’ın
ancak Tecvit kurallarına göre okunabileceği, zorlamasının bir sonucu olarak,
müziksel/ritimsel bir okuma içerisinde anlam zaten kendiliğinden buharlaşıp
devre dışı kalacağından, sadece müziksel ahenk söz konusu olacağı için
böyleydi. Çünkü insanlar Kur’an’ın sadece kulağa hoş gelen ritmi ile ilgilenip
anlamayı devre dışı bırakacaklardı. Hem de mevcut rivayet merkezli anlayışın
bir yansıması olarak ortaya çıkmış bulunan, ‘muhkem-muteşâbih’, ‘nâsih-mensûh’,
‘nüzul sebebi’ gibi “tefsir aletleri”nin bilinmesinin zorunlu hale
getirilmesinin, yani Kur’an’ın teknik bir metne, bir laboratuvar malzemesine
indirgenmesinin bir sonucu olarak Kur’an’ın toplumun gündeminden
çıkması/çıkarılması nedeniyle böyleydi.
Sonuçta ortaya çıkan İslam, Kur’an’a rağmen inşa edilen bir İslam’a
dönüşmüştü. Bu İslam anlayışının iskeletini de Resul’e isnat edilen rivayetler
oluşturuyordu. Bundan da önemlisi, Resul’e ait olduğu ifade edilen sözlerin,
Kur’an ayetleri gibi bir vahiy olduğunun, bir iddia olmasının ötesinde imani
bir gereklilik olarak kabul görmüş olmasıydı.
Tedvin sonrası Arap dilinin ve İslam’ın yeniden inşası ile, Kur’an,
hem bireylerin hayatından çıkarıldı, hem de Kur’an’ın toplumsal ilişkilerde
otorite ve hakem olma durumuna son verilmiş oldu. Böylece, her türlü ifrat
tefritin de önü açılmış oldu. Bunun sonucunda her anlayışın “gulât”ı oluştu.
“Gulât” artık, sadece Şiîlere özgü bir sapıklık değildi; Sünnîleri de içine
alacak şekilde her anlayışa sirayet etmiş ve halk arasında kabul gören, yaygın
bir inanç olarak toplumun bütün katmanlarında kendine yer bulmuştu. Mescitler
bu “gulat” anlayışlarının topluma aktarıldığı mekânlara dönüşmüştü. Buralarda
en uçuk efsaneler, imani bir düstur olarak toplumun önüne konuyordu. Kur’an’dan
ve Kur’an’ın temel prensiplerinden bilinçli bir şekilde habersiz bırakılan
toplumlar da bu gayri Kur’anî efsaneleri, bir hakikat olarak, sevap kazanmak ve
Allah’a daha yakın olmak için can kulağı ile dinliyorlardı.
Tüm bu anlayışların ortak noktası, Resûl ile Allah arasında, Kur’an
ayetleri dışında da kurulduğu iddia edilen irtibattı. Allah’ı, Resûl’ü ile her
an iletişim içine sokan, hatta Resûl’ün bütün söz ve davranışlarını bu
irtibatın ürünü olarak gören Tedvin sürecinin hâkim anlayışının etkisiyle,
Allah’ın insanoğlu ile konuşması, resûller ile sınırlı kalmayarak sıradan
insanlara kadar inmişti. Oluşan bu anlayışa göre Allah artık herkesle
konuşabilirdi. Dolayısıyla adına resûl-nebi denmese de yeryüzü, özellikle de
İslam coğrafyası Allah ile konuştuğunu iddia eden kişilerle dolmuştu. Bu
konuşma ve iletişimin sonucu olarak, yüzlerce (belki de binlerce) kitap piyasaya
sürüldü. Bunlara göre, Allah kimine rüyasında sesleniyordu, kimi ile aleni
konuşuyordu, hatta kimine Cebrail’ini gönderiyordu. Böylece iş çığırından
çıkmış, terazinin dengesi tümüyle bozulmuştu. Kur’an ise, mezar başlarında,
özel gün ve gecelerde, özel toplantılarda, müziksel bir ahenk içerisinde okunan
sadece bir “ayin kitabı”na dönüştürülmüştü. Kur’an’ın bunun dışında bir
işlevinin olmasına kesinlikle izin verilmiyordu. Bu nedenle Kur’an’ın, on
dokuzuncu yüzyıla kadar topluma mal olmuş, hemen hemen her medreseye girmiş
Kur’an meallerinden söz etmek çok zordu. Farsça, Türkçe ve Hintçe de yapılmış
bazı tercümeler söz konusuydu, ancak bunlar yaygınlaşamamıştı. Bu yüz yıla
kadar tefsirler bile bir iki istisna dışında yalnızca Arapça olarak
yazılıyordu. Aynı şekilde birkaç tefsir dışında, tefsirlerin geneli, bu “gulat”
anlayışları olumlayan açıklamalarla doluydu. Baştan sona bu açıklamalar, Kur’an
ayetlerinin Tedvin Dönemi sonrasında oluşan egemen anlayışın bir
adaptasyonundan başka bir şey değildi. Ayetler de çoğunlukla rivayet
malzemeleri esas alınarak açıklanıyordu. Bu rivayet malzemelerinin büyük
çoğunluğu ya israiliyat-mesiiyyat kaynaklıydı ya da Kur’an dışı vahiy iddiasına
dayandırılıyordu.
Kısacası bireylerin Kur’an ile bilinçli ve anlamaya dayalı bir
iletişim kurmaları her yönüyle imkânsız hale getiriliyordu. Ancak bunları
yapanlar, sözlerine, Kur’an ayetleri ile başlayıp, Kur’an ayetleri ile
bitiriyorlardı. Bağlarından koparılmış, içleri boşaltılmış, anlamları
çarpıtılmış bir şekilde sunulan bu ayetler onların sapkın düşüncelerine de
delil teşkil edebiliyordu. Böylece, toplum, kendi düşüncesinin Kur’an merkezli
bir düşünce olduğunu sanıyordu. Son tahlilde, Kur’an, her türlü hurafe ve
sapkınlığın kendisinde ifadesini bulan bir kitap haline getirilmişti. Bütün
şifa arayıcıların, sihirbaz1arın, büyücü ve cifircilerin, muska yazıcılarının
malzeme olarak kullandığı şey Kur’an ayetleri ve Kur’an metiniydi.
İşte tüm bu anlayışların kaynaklandığı yer, vahyin, özel, sıra dışı
ve sadece ilahi kelam ile sınırlı bir olgu değil, Resûl’ün bütün söz ve
davranışlarını kapsayan, üstelik sadece Allah’tan kuluna değil, kulundan
Allah’a şeklinde de gerçekleştiği iddia edilen çift taraflı bir ilişkiyi de
öngören vahiy anlayışıydı. İşte bu vahiy anlayışı, tedvin sürecinde
gerçekleştirilen ve her olguyu yeniden tanımlayan en belirleyici en temel
şeydi. Bu vahiy anlayışı ile her şey yeniden tanımlanıp, belirlendi. Tefsir Usulü,
Hadis Usulü, Fıkıh Usulü gibi dinin teorisini oluşturan alanlar bile bu yeni
vahiy anlayışı çerçevesinde inşa edilmişlerdi. Mevcut kaynaklar esas
alındığında, genel olarak bütün anlayışların az veya çok bu yeni vahiy
anlayışından etkilendiğini veya kendisini bu anlayışa göre şekillendirdiğini
söyleyebiliriz.
Ayrıca insanoğlu gizemli, bilinmez olanı ve gayb yanı bulunan
olguları daha çok abartarak ve olduğundan daha farklı bir konuma dönüştürerek
anlama eğilimindedir. Bu da herhangi bir olgunun kısa bir zaman sonra hem
içeriğinde hem de hedeflerinde değişiklikler meydana gelmesine neden
olmaktadır. Yani insanoğlu, olguyu olduğu gibi anlamak yerine, onu kendi arzusu
ve çıkarı doğrultusunda anlamaya ve yorumlamaya çalışmaktadır.
Bu duruma en iyi örnek vahiy olgusudur. İlahi metinlerde vahiy
olarak kastedilen şeyin, resûllere gönderilen vahiy olduğu ifade edilmesine
rağmen, bu metinlere inanan insanlar bu metinlerin yanı sıra bir takım tarihi
malzemeyi de vahiy olarak görmeye ve sunmaya çalışmaktadırlar. Ancak, bu
anlayış sahipleri, iddialarını delillendirmek için kendi içinde tutarlı
gerekçeler getirmek yerine, insanoğlunun, unutma ve gizemli olana temayül etme
özelliğine/zaafına yaslanmaktadırlar. Bu yaklaşımlarının bir yansıması olarak
konu ile ilgili birçok ayeti ve sıhhati sorunlu ve Kur’an’ın temel prensipleri
ile çelişen birçok rivayeti iddialarına gerekçe olarak sıralamaktadırlar.
Muhataplarının, “Kur’an’ı anlayıp kavrayamayacakları” önyargısı, onları böyle
hareket etmeye sevk etmiş, bunun sonucu olarak da Kur’an dışı vahiy iddiasıyla
ilgili yığınla malzeme ile karşı karşıya kalmış bulunmaktayız. Konu ile hiçbir
ilgisi olmayan çok sayıda ayet de bu gerekçeler arasında sayılmıştır. Bu
rivayetlerin ve ayetlerin delil diye sıralanması, Kur’an’ın mesajından habersiz
bırakılmış toplulukların zihinlerini bulandırma ve onları ayartma yanında,
düşünen insanları bu malzemeleri tahlil edip ayıklamak zorunda bırakmışlardır.
Kur’an’dan habersiz bırakılmış topluluklar, kendilerine Kur’an’ın mesajı ile
ilgili farklı bir anlatım, farklı bir yorum ulaşmadığı ve farklı bakış açısı
ile de karşılaşmadıkları için gerçeğin böyle olduğunu sanagelmişlerdir.
Çölden gelerek Müslüman topluma katılan kişiler, çöl kültürünün bütün
özelliklerini üzerlerinde taşıyarak katılmışlardı. Bunların eşyayı somutlaştırarak
algılama geleneği, Kur’an anlayışlarına ve Kur’an ile ilişkilerine de yansıdı. Böylece
Kur’an’daki birçok mecâzî ve sembolik anlatımı somut ifadeler olarak
algıladılar. Ayrıca çölde yaşıyor olmaları ve İslam anlayışlarının yüzeyselliği
ve şekilselliği kabile asabiyesini aşmalarını da engellemişti. Ancak
Müslümanların Arap Yarımadasının dışına çıkmalarından kısa bir süre sonra
çöldeki kabilelerin blok halinde (her kabile bir ordu veya birlik oluşturarak) Irak,
Suriye, Kuzey Afrika, İran ve Orta Asya’daki savaşlara katılmaları, onları,
Müslümanların ve İslam’ın en asli unsurları haline getirdi. O bölgelerin
egemenleri olarak mevcut din ve dil algılarına uygun bir din anlayışını da hâkim
kıldılar.
Bu süreçte dil şehirlerde yaşanan asimlasyona bir tepki olarak çöl
merkezli olarak tedvin edildi. Arapça, tüm kuralları ve lügatleriyle birlikte çöl
kültürü ve geleneğinin bir parçası olarak -Çöldeki dil, somut/zahiri anlatıma
dayalı bir dildi.- bu yapı üzerinde yeniden kurgulanarak inşa edildi. Bırakın Basra, Kufe, Şam gibi şehirlerde
kullanılan dili, İslam’ın doğduğu, Mekke, Medine gibi şehirlerde Arapların
onlarca/yüzlerce yıldır kullana geldiği kelimeler, hatta yapı ve kalıplar
“acemidir/yabancıdır” denilerek mevcut dil algısının dışında kaldı. Sonraki
dönemlerdeki bütün dini terminoloji de oluşan bu yeni somut dil yapısı ve
algısına göre şekillendi. Bu nedenle Kur’an’daki pek çok sembolik anlatım ve
mecaz, somut anlatımlar olarak tefsirlerde yer almaya başladı. Artık
âlimler/müfessirler/fakihler bile olaylara sadece zahiri gözlüklerle
bakıyorlardı. Şafii ve onu takip edenlerin yaklaşımlarında açıkça görüldüğü
gibi soyut bütün kavramlar, somut kavramlar olarak sunulmaya başlandı. Bu
yaklaşım, Farisi ve Hind kültüründeki mücessimeci/cisimleştirici anlayışların ve
ayrıca bunlara bir aksülamel olarak Yahudi, Hıristiyan ve Farisi/Hind
kültüründe var olan batini anlayışların Müslüman coğrafyada kökleşmesine, hatta
İslam öncesi cahiliye asabiyesinin yeniden egemen olmasına neden oldu. Yine
ayrıca bu durum, Müslüman toplumun pek çok olmazsa olmaz değerini erozyona
uğrattığı gibi, Müslümanlığın en temel göstergesi olan sorgulama, tercih
edebilme, ölçme ve adil değerlendirme ilkelerinin örtülmesi sonucunu da
doğurdu. Elbette tüm bunlar siyasi otoritenin destek ve teşviki ile
gerçekleşti. Çünkü siyasi otorite bu durumu kendisini meşrulaştırıcı bir dini
yorum için en uygun bir zemin olarak gördü.
İşte Kur’an dışı vahiy iddiası böyle bir vasatta ortaya çıktı ve
siyasi otoritenin yapısının, yaptıklarının ve bu iki zıt anlayışın
meşrulaştırılması görevini üstlendi. Çünkü bu meşrulaştırma ancak Resulullah
Muhammed’in sözlerinin de Kur’an gibi tartışmasız bir vahiy olarak kabulüyle
mümkündü. Resulullah’ın sözlerinin de Kur’an gibi bir vahiy olduğu algısı
egemen kılındıktan sonra Resulullah’ın istenilene uygun konuşturulması veya
sözlerinin bu konsepte göre yorumlanması işin kolay kısmıydı. Ancak bunun
gerçekleşebilmesi için buna Kur’an’ın şahitlik etmesi gerekiyordu. Oysa ne
Kur’an’da bu yönde bir işaret vardı, ne de ilk muhatapların bu yönde bir
açıklama ve pratiği söz konusuydu. Somut dil ve din algısı ve batini anlayışlar
tam bu noktada devreye girerek Kur’an ayetlerini varolagelenin aksine
zahiri/somut ve batini okumalarla/yorumlarla onu yeniden anlamlandırdılar.
Böylece murad hasıl olmuş, artık Kur’an da Resulullah Muhammed’in Kur’an
dışındaki sözlerinin de vahiy olduğuna şahitlik eder hale getirilmişti.
Bu
süreçte Kur’ânî pek çok terim yeniden anlamlandırılmış, Kur’ân âyetleri,
konjonktürel ortama göre yeniden yorumlanmış ve mevcut yapıyla veya yaşanan
hayatla uyumlu hale getirilmişti. Bir anlamda toplumun zihni arkaplanı yeniden
inşa edilmiş, inşa edilen bu zihni yapıda Kur’ânî ilke ve prensiplerin fazla
bir yeri kalmamıştı. Ancak Kur’ân’ın moral bir değer olarak gücünü hâlâ
hissettiriyor olması, üstelik kendilerini bir Müslüman olarak tanımladıkları
sürece bu etkinin kesintisiz olarak devam edeceği gerçeği, onları Kur’ân’dan
gerekçe bulmaya zorlamıştı. Bu algının bir devamı olarak, birçok ayet Kur’ân
dışı vahiy iddiasının “delili” olarak toplumun tüketimine sunulmuştu. Kur’ân
dışı vahiy iddialarını ilk defa Kur’ân ayetleri ile irtibatlandıran ve bu
konuda kitap yazan ilk kişi İmam Şafiî’dir.
Şimdi
Kur’ân dışı vahiy iddiasına “delil” olduğu iddia edilen ayetlere kısaca bir göz
atalım.
Kur’an’da,
Kuran Dışı Vahye Atıf İddiası
Pek çok farklı isim tarafından pek çok farklı kitapta Kur’an’da,
Kur’an dışı vahye atıf olduğuna dair iddialar ortaya atılmış, pek çok ayet bu
iddia ile irtibatlandırılarak Kur’an dışı vahyin Kur’an’daki dayanakları olarak
ifade edilmiştir. Ancak bu iddialar bizim açımızdan gerçeği ifade etmemektedir.
Yaptığımız bir çalışmamızda bu ayetleri teker teker inceleyerek bu ayetlerin
hiç birinde Kur’an dışı vahye ait bir atıf olmadığını ortaya koymuştuk.[1] Bu
çalışmamızda ise bir makale sınırları içerisinde genel bir bakış açısı
vereceğini umduğumuz üç örnekle yetineceğiz.
Birinci örneğimiz, Necm suresinin,
O, kendiliğinden (hevâdan)
konuşmamaktadır. Onun konuşması ancak, bildirilen bir vahiy iledir.” (53/3-4).
Ayetleridir.
Necm suresi ilk dönem Mekki surelerdendir. Habeşistan hicreti
sonrasında nazil olduğu sanılmaktadır. Sure bir bütün olarak Resulullah
Muhammed’e gelen ilahi vahye karşı çıkan inkârcılara, Muhammed’e gelen
hitabın/kelamın, onun kendisine ait bir söz değil, kaynağının Allah olduğunu anlatmaya
yöneliktir. Çünkü, Resulün “ bunlar bana gelen vahiyler “ diyerek aktardığı
ifadeler karşısında inkârcıların, “o hevasından konuşuyor, bunlar Allah’ın
sözleri olamaz” diyerek karşı çıkmaktaydılar. İşte bütünüyle bu sure özellikle
de ilgili ayetler onların itirazlarına bir cevap niteliğindedir. Yani, “bu
sözler, onun kendi hevasından konuştuğu, uydurduğu şeyler değil, Allah’ın ona
gönderdiği vahiylerdir” anlamındadır. Aslında bu ifade, (“ma yentiku anil
heva, illa vahyin yuha,”) bu Resulün Allah ile iletişimini Kur’an vahyi ile
sınırladığı için, resulün günlük hayattaki söz ve davranışlarının vahiy
kaynaklı olmadığının en güzel delillerinden biridir. Zaten ilk dönem
müfessirlerin pek çoğu da ilgili ayetleri bu çerçevede yani Resule verilen
Kur’an ayetleri olarak anlamışlardır.[2]
İkinci örneğimiz Tahrim suresinin
Hani
Peygamber/Nebi, hanımlarından birine gizlice bir söz söylemişti. Eşi de onu
(bir başkasına) haber verdiğinde, Allah bu durumu o’na (Resul’üne) açığa
çıkarınca (ezharehu), Nebi de onun bir kısmını (hanımına) bildirmiş, bir
kısmından da vazgeçmişti. Ona anlattığı zaman hanımı, ‘Bunu sana kim haber
verdi?’ dedi. Nebi: ‘Bana o her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan haber
verdi’ dedi. (66/3)
Ayetileridir.
Tahrim suresi genelde kadınların
konu edildiği bir suredir. İlk beş ayette Resulullah’ın eşleriyle yaşadığı özel
bir durumdan diğer ayetlerde ise inkârcı kadınlara örnek olarak Nuh’un
hanımından, iman eden hanımlara örnek olarak Firavunun hanımından, namusunu koruyan
hanımlara örnek olarak da Hz Meryem’den söz etmektedir.
İlgili ayetlerde Resûl’ün beşerî
özelliklerine dikkat çekildiği, eşleri ile bir problem yaşadığı, Allah’ın helal
kılmasına rağmen bazı şeyleri kendisi için yasakladığı, böyle bir şey yapmaması
gerektiği, bir insan olarak herkesin sıkıntı yaşayabileceği, bunun çözümünün
kendisine bazı şeyleri haram kılmak olmadığı; kişiler arasında söz getirip
götürmenin hoş bir şey olmasa da (Peygamber’in eşleri de dâhil) insanlar
arasında yaşanabildiği, ancak bu tür şeylerin yanlış şeyler olduğu, ayrıca laf
getirip götürmenin yanlışlığı, sır tutmanın önemi ve mahremiyete dikkat
edilmesi gerektiği Nebi özelinden bütün insanlara bir ders ve öğüt olarak
verilmektedir. Tüm bunlar dolaylı bir anlatımla ve din dili bağlamında ifade
edilmektedir.
Her şeyin Allah’a izafe edilmesi,
Kur’ân’da çok sık karşılaştığımız bir anlatım yöntemidir ve Allah’a saygının da
bir gereğidir. Yani bir şey açığa çıkmışsa/çıkarılmışsa, bir şey elde edilmiş
ise o işin gerçek sahibi Allah’tır. “Allah’ın haber vermesi” de bu şekildedir.
Bu nedenle bu anlatımda öz bir şekilde dile getirilen ifadeler, bir saygı
ifadesi ve din dilinin, özellikle de Müslüman dilinin bir gereği olarak bu
şekilde dile getirilmiştir. Ayetin devamı göz önünde bulundurulduğunda, bu
ifadeyi pekiştirdiği görülür. Eşinin, bir Nebî –yani Allah’tan vahiy alan bir
Resûl– olduğunu bilen bir zevce, “Nebî’ye bunu sana kim haber verdi” diye
sorduğunda, Nebî’nin de “alîm, habîr olan haber verdi” şeklinde ifade etmesi,
aynı anlatım tekniğinin, her şeyin Allah’a izafe edilmesinin ve aynı saygı
üslubunun devamı olduğunu gösterir.
Ayrıca şunu da bilmemiz gerekir ki,
sözünü ettiğimiz insanlar, sıradan insanlar değildir. Peygamberin eşleridir. Bu
eşler, eşi oldukları Peygamber’in, Kur’ân dışında vahiy aldığını bilseler,
“Nebiye bunu sana kim haber verdi” diye sorabilirler miydi?. Bırakınız sormayı,
eğer böyle bir vahiy söz konusuysa, Allah’ın Resûlü’nü mutlaka haberdar
edeceğini bildikleri için, o sözü bir başkasına aktarmaya bile cesaret
edemezlerdi. Böyle bir şeye cesaret ettiklerine göre, bu durum, onların böyle
bir vahiyden haberleri olmadığını, yani böyle bir vahyin resulün hayatında söz
konusu olmadığını da ortaya koymuş olur.
Benzer bir ifadenin Ali İmran sûresi
37. âyetinde Hz Meryem’le ilgili olarak kullanıldığını görmekteyiz.
“Bunun
üzerine Rabbi, onu hoşnutlukla kabul buyurdu, onu güzel bir biçimde yetiştirdi
ve Zekeriya’nın himayesine verdi. Zekeriya, onun yanına mihraba her girdikçe
yeni bir yiyecek bulur ve: ‘Ey Meryem, bu sana nereden?’ derdi. O da: ‘Allah
tarafından’ (min indillâhi). Şüphe yok ki, Allah dilediğine sınırsız (bi-gayri
hisabin) rızık verir” derdi.” (3/37)
Bu ifadede rızkın gerçek sahibinin
Allah olduğu, asıl teşekkürün rızık getirmede aracı olan kişilere değil, Allah’a
olmasının, yani, her olumlu eylemin Allah’a izafe edilmesi gerektiğinin güzel
bir örneğidir.
Ancak bu ayet de, aynı zahiri-batini
mantığın bir uzantısı olarak geleneksel anlayışlar tarafından, “Hz. Meryem’in
gökten gelen ilâhî sofralar sayesinde karnını doyurduğu” şeklinde algılanır.
Oysa bu ayeti bağlamı içerisinde okuduğumuzda Allah’ın kullarını, görüp
gözettiğinden, yardım ve rahmetinin sürekliliğinden ve her bireyi kuşattığından
söz edildiğini görürüz. Aynı durum Tahrim suresi için de söz konusudur. Çünkü
her iki ayette de (3/37, 66/3) vur19119gu aynıdır.
Örneğin, Ali İmran sûresi’ndeki 37.
ayette Zekeriya peygamber mabede girişinde, “Bu yemek sana nereden geldi?”
diye soruyor. Meryem de “Allah’tan” diyerek dikkatleri kendisine yemek
getirene değil, bütün iyiliklerin kaynağı olan Allah’a çeviriyor. Tahrim suresi
3.ayette de Nebi’nin eşi bunu sana kim bildirdi diyor. O da: “her şeyi bilen
ve her şeyden haberdar olan” diyor. Burada da her şeyi görüp gözeten
Allah’ın her şeyi görüp gözettiği fikriön plana çıkarılıyor.
Aslında biz de bu ve buna benzer
ifadeleri günlük hayatımızda çok sık kullanırız. Örneğin, ekonomik olarak
sıkıştığımızda bir arkadaşımızın vesile olmasıyla, sıkıntımız giderildiğinde.
“kim verdi/yardım etti?” diye sorulduğunda, “Allah verdi/Allah yardım etti”
diye cevap veririz.
Üçüncü
örneğimiz ise Resul’e kitap ve/yani hikmet verildiğini ifade eden
ayetlerle ilgilidir.
“Kitâb ve/yani hikmet verdik”
ifadeleri, Kur’ân dışı vahyi savunanların en çok önemsedikleri ve en iddialı
oldukları delillerin başında gelmektedir.
Bunu yazılı olarak ilk ifade eden
İmam Şafiî’dir. O, er-Risâle ve el-Umm isimli eserlerinde bu
düşüncelerini çeşitli örneklerle açıklamaktadır. Örneğin, Nisa Suresi 113.,
Cuma Suresi 2., Bakara Suresi 231.ve Ahzâb Suresi 34. ayetleri delil getirerek
şöyle demektedir:
“Bu
âyetlerde Allâh “Kitâb –ki o Kur’ân’dır– ve hikmeti” zikretmiştir. Kur’ân’ı
bildiğine itimat ettiğim ilim ehlinin, hikmet’in “Resûlullâh’ın sünneti”
olduğunu söylediklerini işittim. Onun söylediği doğru gibi görünüyor. –Elbette
Allah daha iyi bilir.– Zira Kur’ân, kendisini hikmet’in takip ettiği bir
zikirdir. Allah, onda kullarına “Kitâb ve hikmet”i öğrettiğini
hatırlatmaktadır. Buna göre buradaki hikmet’in, –Elbette Allah daha iyi
bilir– “Resûlullâh’ın (s.a.v) sünnet’inden başka bir şey olması mümkün
değildir.”[3]
Şafiî, aynı kitabının bir başka
yerinde ise şunları yazıyor:
“Bazı
âlimler şöyle demiştir: “Sünnet olarak uyguladığı her şey o’nun kalbine ilkâ
olunmuştur. Onun sünneti, Allah tarafından kalbine ilkâ olunan hikmet’tir.
Demek ki, kalbine ilkâ olunan her şey o’nun sünnetidir.” Bize Abdülaziz, Amr b.
Ebî Amr’den, o da el-Muttalib’ten haber vererek dedi ki: Resûlullâh’ın (s.a.v),
“Rûhu’l-emîn (Cebrail), hiçbir nefsin rızkını tamamen almadan ölmeyeceğini
kalbime ilkâ etti. Öyle ise rızkınızı güzelce arayınız.” buyurdu. Buna
göre, o’nun kalbine ilkâ olunan şeylerden biri de o’nun sünnet’idir. İşte bu,
Allah’ın zikrettiği hikmet’tir. Ona indirilen şeylerden biri de Kitâb’dır ki, o
Allâh’ın Kitâb’ıdır..[4]
Kur’an’da “kitap ve/yani hikmet
verdik” ifadesi ve benzeri kalıplar pek çok surede geçmektedir. (6/74-92, 3/79-83,
4/54-55, 2/151-152, 129, 3/164, 62/2, 2/231, 2/269, 5/110, 4/113, 45/16 gibi)
Hükm/Hikmet kelimesi, “hüküm, hükûmet, hâkimiyet, hakem, muhakeme, mahkeme”
kelimeleriyle aynı kökten gelmektedir. Bu fiil, genel olarak, herhangi bir şeyi
ıslah için, “men etmek, sakındırmak, alıkoymak, zaptetmek, tutmak, emretmek”
gibi anlamlarda kullanılır. Dildeki kullanımlardan örnek verecek olursak, “hakemtü’d-dâbbete
/ hayvanı gemledim”, “ahkemtühu / ona bir hikmet/gem yaptım”
anlamındadır. Hakemtü’s-sefînete deyimi ise “geminin demir
atmasını/bağlanmasını” ifade etmektedir.
Hükm/Hikmet kelimesi, bütün kullanımlarında
daima, “sağlamlaştırmak, sabitleştirmek, sağa sola çekilmesini engellemek”
anlamında kullanılmıştır. Kelimenin hukuk sisteminin en başat kelimesi olması
bundandır.
Kur’ân’daki tüm kullanımlarında kelimenin
bu ortak özelliği hesaba katıldığında, “hikmet”in, Kur’ân’dan, Kur’ân vahyinden
farklı bir şeyi değil, bu vahyin hükümle, hukukla, hükûmetle, hayatla ilgili
boyutunu ifade ettiğini söyleyebiliriz. Yani Hikmet kelimesinin merkezinde
olduğu Kur’ani ifadelerin, Allah’ın iradesinin, vahyin amaç ve ilkelerinin bireyin
hayatında ve toplumsal düzende yerleştirilmesinden, sağlamlaştırılmasından,
sabitleştirilmesinden, söz ettiklerini görürüz. Gelen vahyin hayattan kopuk,
teorik bir metin değil, hayatın tam merkezinde, onu sevketmek, yönetmek,
kurallar koymak, bir anlayış oluşturmak için geldiğini ifade eder.
“Kitâb ve hikmet verdik” ifadesi
birçok ayette geçmektedir. Bunların bir kısmı Resûlullâh Muhammed ile bir kısmı
da diğer resûller ile ilgilidir. Söz konusu ayetlerin bağlamına bakıldığında, ilgili
ifadelerin önceki Resûllere gönderilen Kur’ân dışı vahiyle yani o Resûllere
vahyedilen sünnet ile ilgili değil onlara gönderilen ilahi kelamlarla/ ve o
kitapların özellik ve nitelikleri ile alakalı olduğu görülecektir. Ayrıca tüm
bu ifadeler Kur’âni vahiy ile ilgili olarak ve onu teyit etmek için kullanılmaktadır.
Aynı şekilde hem önceki Resûllerle
ilgili olarak hem de Resûlullâh Muhammed’e gelen Kur’ân ayetleriyle ilgili
olarak “kitâb ve/yani hikmet” ifadesi dışında birçok kelimenin de
kullanıldığına şahit oluyoruz. Örneğin, kitâb-hikmet-nübüvvet (3/79,
6/89, 45/16); beyyinât-kitâb-mîzân-hadîd (57/25); nübüvvet-kitâb
(57/26, 29/27); kitâb-mîzân (42/17); kitâb-beyyinât-zebûr-munîr kitâb
(35/25); kitâb-hikmet-tevrât-incîl (3/48); kitâb-furkân (2/253); nübüvvet-hikmet
(43/63); mülk-hikmet (2/251); beyyinât-hüdâ (2/159) gibi
ayetlerdeki her ifadeyi ayrı bir olgu, ayrı bir vahiy, ayrı bir metin olarak
ele aldığımızda, sınırsız sayıda vahiyler, sünnetler ortaya çıkacağı için
Allah’a ait bir vahiyden/sözden ve resule/resullere ait bır uygulamadan da söz
etmek mümkün olmayacaktır.
Nasıl ki “Allah ve/yani Resûl’ü”,
“Allah’a ve/yani Resûle itaat” ibarelerindeki Allah ve Resûl
kelimeleri aynı olguya dikkat çekiyor ise, “kitâb ve hikmet”, “kitâb ve hikmet
ve nübüvvet”, “nübüvvet ve kitâb”, “âyet ve hikmet”, “beyyinat, kitâb, mîzân ve
hadîd/demir”, “mülk ve hikmet” vs. kullanımları da aynı olguya, aynı gerçekliğe
dikkat çekmektedir. Bu olgu/gerçeklik vahiy gerçekliğidir. Vahyin
hayatın bütününü kapsadığını ilandır. Vahyin, bireyin ve toplumun hayatını
yönlendirip yönetmesi gerektiğinin vurgulanmasıdır. Dolayısıyla buradaki her
bir kelime kendi anlam sahaları içinde kalarak aynı gerçekliğin farklı
boyutlarına işaret ediyorlar. Vahyin, bu kelimelerin anlam sahalarını da içine
alacak büyüklükte bir gerçekliğe sahip olduğunun altı çiziliyor.
Ayrıca “vâv” harfinin Arap
dil geleneği içerisinde farklı kullanım alanlarına sahip bulunduğu ilgililerin
bildiği bir gerçektir. “Vâv” harfi Türkçe’de, atıf harfi olarak “ve”
anlamı yanında tefsir amaçlı olarak da “yani”, “başka bir deyişle”
anlamında da kullanılmaktadır. (Ki bu edatın başka kullanım alanları da söz
konusudur.) 7/156, 11/114, 2/53, 21/48, 13/26 ayetlerindeki kullanımlarda bu anlam
açıkça görülmektedir.[5]
İlgili ayetlerdeki hikmet
terimi, İmam Şafiî’nin dediği gibi sünnet anlamında olsaydı, 33/34.
ayette ifade edilen “hikmet” kelimesinin de sünnet anlamına
gelmesi gerekirdi ki böyle bir şey gerçek durumla, vakıa ile çelişmektedir. Söz
konusu âyette geçen, “Evlerinizde Allah’ın ayetlerinden ve hikmetten
okunanları düşünün!” (33/34) ifadesi, açıkça “hikmetten okunanlar”dan
söz ettiği gibi “Allah’ın ayetlerinden okunanlar”dan da söz etmektedir.
Tarihen sabittir ki, hadislerin
toplanması ve yazılması işi çok sonraları gerçekleşmiştir. Ayrıca o dönemde Resul’ün
Kur’an dışındaki sözlerini, yani hadislerini ezberlemek gibi bir uygulama söz
konusu değildir ki, bir araya getirilen bu sözler birisi tarafından okunurken
diğerleri tarafından dinlensin. Tam aksine Allah’ın Resûlü’nün, kendi
sözlerinin yazılmasını yasakladığı herkesin üzerinde ittifak ettiği bir
konudur. Hal böyle iken Resûlullâh’ın evinde, eşlerinin Resul’ün Kur’an
dışındaki sözlerini okuduklarını söyleyebilmek taassubun ve önyargının
boyutlarını gözler önüne sermektedir.[6]
Sonsöz: Kur’an
Dışı Vahyin Gerçekliğinin Subjektifliği
Vahiy olgusu, topluma ortak
sorumluluklar yüklediğine ve toplumun tümüne yönelik genel kurallar koyduğuna
göre, bu olgu birkaç kişi arasında olmuş-bitmiş bir olay olarak görülemez. Eğer
bu bir olgu ve bir şekilde toplumun gündemine inmiş ise, bu olgu kabul
edeniyle, etmeyeniyle toplumun bütün fertlerinin varlığını tartışmadığı bir
vakıa olması gerekir.
Eğer bir olay, 23 yıl boyunca,
sürekli büyüyüp gelişerek devam eden ve sayısı yüz binleri aşan bir topluluk
arasında kesintisiz bir şekilde yaşandığı iddia ediliyor, ancak yüzyıl kadar
bir zaman dilimi içinde kimse bu “gerçeklikten” söz etmiyor, sonrasında sadece
birkaç kişi kanalıyla gelen sıhhati sorunlu haberler bu “gerçekliğin” şahidi
olarak gösteriliyorsa burada ciddi bir problem var demektir. Üstelik bu haberler
ortaya atıldığında pek çok kişi ve kesim bu haberlere itibar etmiyor hatta
karşı çıkıyorsa, bu durum, bu iddiaların içeriğindeki Kur’an’a muhaliflik
yanında ciddi bir mevsukiyet sorunu olduğunu da ortaya koyar.
En önemlisi de bu haberlerin sadece belli
anlayışa sahip kişiler tarafından değil, bütün düşünce grupları ve farklı
özelliklere sahip, bireyler, yapılar, cemaatler tarafından da bilinip,
yaşanarak sonraki kuşaklara ulaştırılması gerekirdi. Eğer, böyle bir duyurma ve
pratik söz konusu değil ve bu olguya yönelik ilk muhatap toplumda bu konu ile
ilgili tartışmalar da söz konusu değilse böyle bir olgunun olmadığına hükmetmek
gerekiyor. Sadece, belli bir anlayışa sahip ve sadece bir kaç kişi kanalıyla geldiği
iddia edilen haberlerin, sonradan, özel bir amaca yönelik veya yaşanan
toplumsal travmaların sonucu olarak üretildiğini söylemek dışında başka bir
seçenek kalmıyor.
Bu vahiy/ilahi kelam, ilk muhataplarıyla
karşılaştığında kendisine muhataplarının kahır ekseriyetinin karşı çıktığı, bu
çerçevede ciddi tartışmaların yaşandığı, ilgili herkesin malumudur. Bu
tartışmaların izlerini hem Kur’an metninin kendisinde hem de ilgili
rivayetlerde takip edebiliyoruz. Eğer o dönemde günlük hayatın bir parçası
olarak Resulün her söz ve davranışı ilahi vahiyle belirlense, yani resul bütün
veya bazı söz ve davranışlarının kendisine vahiy olarak geldiğini söylese,
Kur’an vahyine karşı çıkan inkârcılarının bu “vahiyler”e (!) de karşı çıkmaları
gerekirdi. Üstelik bu durumda muhatap açısından neyin vahiy olduğu konusunda
bir kafa karışıklığı da kaçınılmaz olurdu. Ve sonuçta bu durum hem Kur’an
ayetlerinde hem de diğer haberlerde yansımasını bulurdu. Ancak Kur’an’da ve
rivayetlerde bu ve benzeri tartışmalara rastlamıyoruz.
Ayrıca hem Resûlullah’ın hem de ilk
Müslümanların Kur’ân vahyinin, öğrenilmesine, ezberlenmesine, toplanmasına, korunmasına
ve sonraki nesillere aktarılmasına yönelik yaptıkları da Resul’e Kur’an dışında
bir vahiy verilmediğinin en önemli delillerinden birisidir.
Bilindiği gibi, Allah’ın Resulü,
gelen Kur’ân ayetlerini, öncelikle insanlara duyurmuş, bunların Allah’tan gelen
vahiyler olduğunu ifade etmiş, arkasından bu ayetleri, namazlarda okumuş, bütün
Müslümanların güçleri oranında onu ezberlemelerini istemiş. Özellikle de
Medine’de vahiyleri hemen yazıya geçirmeye çalışmış, bunun için özel kâtipler
tahsis etmiş ve bu kâtipler tarafından yazılan metinleri de kendi hanesinde
toplamıştır. Müslümanlar da gelen her vahyi/ vahiyöbeğini hemen ezberlemeye ve
namazlarında okumaya gayret etmişler, imkânı olanlar kendileri için özel
nüshalar oluşturmuşlardı. İlk muhataplar açısından günlük hayatın her
aşamasında Kur’ân vahyi onlara rehber olmuş, onu ezberlemek, öğrenmek, anlayıp
yaşamak çevresindeki insanlarla da paylaşmak için özel gayret sarf etmişlerdi.
Ancak ilk dönem rivayet malzemeleri
incelendiğinde, ne Allah’ın Resulünün ne de sahabesinin, vahiy olduğu iddia
edilen hadisler (söz ve davranışları) için böyle bir gayret içinde olmadıkları
görülüyor. Böyle bir gayret içerisinde olmadıkları gibi bazı yanlış
anlaşılmaları önlemek, özellikle de bazı Müslümanların ehli kitap kültüründen
etkilenebilmeleri ihtimaline karşı, Resulün sözlerinin yazılması hem
Resûlullah’ın sağlığında hem de ilk halifeler döneminde yasaklanmıştır. Ancak bunları
günlük hayatta, merkezinde peygamberin olduğu veya olmadığı yaşanmış önemli
olaylar, tüm toplumlarda olduğu gibi bu toplum tarafından da sonraki kuşaklara,
bir kıssa ölçeğinde bir sözel kültür olarak babadan oğula aktarılması ile karıştırmamak
gerekir.
Hal böyle iken, peygamberimizin
bütün veya bazı söz ve davranışlarının da vahiy olduğunu iddia etmek, tarihi
bir gerçeklik olarak ortaya konamamakta, aksine tarihi hakikatlere ters
düşmektedir. Tarihin o döneminde yaşananlar ve o dönemden günümüze kalan miras Resûlullah’a
sadece Kur’ân ayetlerinin vahyedildiğini söylemektedir. Gerçekten Resûlullah’a
Kur’ân ayetleri dışında da bir vahiy gelseydi, Allah’ın Resulü ve ilk Müslümanlar,
Resûlullah’ın söz ve davranışlarını güvenceye alma noktasında bu kadar ilgisiz
ve vurdumduymaz bir tavır içinde olabilirler miydi? Resûlullah’ın söz ve
davranışları gerçekten vahiy olsaydı, Kur’ân ayetleri için gösterilen gayretin,
özen ve titizliğin aynısının onlar için de gösterilmesi gerekmez miydi?
Oysa ne Resûlullah’ı ne de Sahabeyi
bu konuda bir gayret ve çalışma içinde görmüyoruz. Resulün söz ve
davranışlarını ne yazıya geçirmişler, ne ezberlemişler ne namazlarda okumuşlar,
ne öğretimi için özel alanlar, özel ortamlar ve özel öğretmenler ihdas
etmişler, ne zaman ayırmışlar, ne de ileriye yönelik olarak Müslümanlara böyle
bir tavsiyede veya vasiyette bulunmuşlardır. Özellikle Allah’ın bir Resûl’ü
olarak Resulullah Muhammed’in, eğer varsa Allah’ın bu iki farklı vahyi
karşısında taraf tutacağını, ayırımcılık yapacağını, bazısını gerekli, bazısını
gereksiz göreceğini, imkân dâhilinde görebilmek bir Müslüman için nasıl mümkün
olabilmektedir. Üstelik Kur’ân, Allah’ın Resûlü’nün kendisine gelen ayetler
arasında ayırım yapmadığının, yapamayacağının, Allah’ın buna müsaade etmeyeceğinin
örnekleriyle dolu iken…
Ey
Resûl! Rabbinden sana indirileni duyur, eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini
yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah kâfirlere hidayet
etmez.(5/67)
Resulleri
müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdik ki, resullerden sonra insanların
Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah mutlak üstündür, yegâne hikmet
sahibidir. Allah sana indirdiği (ilahi vahyi) kendi ilmi olarak (kendi yanından
bir gerçeklik olarak) indirdiğine şahitlik eder. Melekler de şahitlik eder.
Allah’ın şahitliği yeterlidir. (4/165)
Ancak, Peygamberin konumu ve
misyonun yeniden tanımlandığı tedvin asrında, ortaya çıkan yeni gerçeklik
peygamberin söz ve davranışlarının ortaya çıkarılmasına ihtiyaç duymuş, bu
ihtiyacın gereği olarak, onun vefatından en az bir asır sonra Peygamber “ne söylemişti?” arayışına girilmişti. Bu
arayışın bir uzantısı olarak elde edilen metinlerin toplum nazarında etkili
kılınıp kutsanması için bu metinler ilahi vahiy ile ilişkilendirilmişti.
[1] Bu
iddialar ve bu iddiaların ne kadar gerçeği yansıttığı “Kur’an Dışı Vahyin
İmkansızlığı” kitabımızda detaylı olarak ortaya konulmuştur. (Mehmet Yaşar
Soyalan, Kur’an Dışı Vahyin İmkansızlığı, İşaret Yayınları, İstanbul.)
[2] İlk
dönem müfessirlerden el-Ferra,
ilgili ayetin yorumunda, “Yani O bu Kur’ân’ı kendi kafasından söylememektedir.
O (Kur’ân) vahiyden başka bir şey değildir” demektedir. (el Ferrâ, Meâni’l-Kur’ân,
II/95; (Kırbaşoğlu, İslam Düşüncesinde Sünnet, s. 219’dan naklen).
[3]Şafiî,
er-Risâle, Tah.: A. Muhammed Şakir, s. 65-66, Nur Dağıtım, Ankara
[4] Şafiî,
er-Risâle, Tah.: A. Muhammed Şakir, s. 77, Nur Dağıtım, Ankara
[5] Bu
konu Kur’an Dışı vahyin İmkânsızlığı isimli kitabımızın II. Bölümünde “vav”
ve “ev” edatlarının Kur’an’daki Kullanımları başlığı altında detaylı olarak
tartışılmıştır. (Mehmet Yaşar Soyalan, Kur’an Dışı Vahyin İmkânsızlığı, s.
54-68, İşaret Yayınları, İstanbul.)
[6] Hem
“hikmet” kelimesinin Kur’an’daki kullanımı hem de bu kelimenin ilahi vahiyle
ilişkisi Kur’an Dışı vahyin İmkânsızlığı isimli kitabımızın Hikmet
Kelimesinin Kur’ân Dışı Vahiy İle İlgisi bölümünde detaylı olarak
işlenmiştir.
Ey iman etmiş kimseler! Elçi sizi, size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman, Allah’a ve Elçi’ye karşılık verin. Ve bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer. Ve siz, kesinkes O’nun huzurunda toplanacaksınız. Enfal.24
YanıtlaSilPEYGAMBER (SAV)'E KUR'AN'DAN BAŞKA VAHİY GELDİ Mİ?
İslam alimleri Kur-an'a “vahyi metluv”, sünnete de “vahyi gayri metluv” ismini vermişlerdir. Bununla da sünnetin vahiy olduğunu ima etmişlerdir.
https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=738121466639257&id=100013242319421