1 Şubat 2016 Pazartesi

Kur’an’da Kurandışı Vahye Atıf İddiası

Kur’an Dışı Vahiy Algısının Ortaya Çıktığı Ortama Dair Bir Giriş

Kur’ân dışı vahiy iddiası yeni bir olgu değildir, İslam’ın 2. Yüzyılının başlarından itibaren Tedvin asrının siyâsî, ekonomik ve sosyal ortamının şartlarında özellikle de güç odaklarının etkisi ve yönlendirmesiyle kısa bir süre içerisinde başat bir dini anlayış olarak toplumu egemenliği altına almıştır. O günden bu güne yüzlerce yıldır, hâkim bir anlayış olarak etkisini Müslüman toplumlar arasında sürdüregelmiştir. Mevcut geleneksel Sünnî ve Şiî İslam anlayışının şekillenmesinde de bu anlayış, oldukça etkili ve belirleyici bir rol üstlenmiştir. Bu nedenle nesiller, yüzyıllardır, böyle bir İslam’la ve böyle bir İslam’ın müntesibi olarak yaşamakta ve sonraki kuşaklara da İslam olarak bunu aktarmaktadırlar. Her kuşak bu anlayışa kendisinden bir şeyler katarak böylece onu gerçeğinden biraz daha uzaklaştırarak bir sonraki nesle taşımaktadır.
Resulullah Muhammed’e gönderilen vahiy denince aklına sadece ilahi kelam/Kur’an gelen ilk neslin, çocukları, torunları ne olmuştu da Resûl’ün her sözünü vahiy olarak algılamaya başlamışlardı. Hatta daha sonraki dönemlerde adına “veli”, “şeyh” denilen insanların bile sıradan bir arkadaş gibi Allah ile konuştuğuna inanılır olmuştu. Vahiy algılamasındaki bu sapmanın kaynağı neydi? Bu insanları, kimler ve yaşadıkları hangi olaylar bu kadar çok değiştirmişti? Babaları, dedeleri her şeyi “ne”, “niye”, “nasıl”, “niçin”, “kim”, “kimden”, “nereden” gibi sorularla anlamaya çalışırken, oğullar ve torunlar bunları, bir suç ve günahmış gibi, niçin ağızlarına almaya korkar olmuşlar, hatta zihinlerinden bile geçirmez duruma gelmişlerdi? Ne olmuştu da böyle olmuştu?
İlk nesil, Peygamberin vefatından sonra zaman zaman, dünya işleri yüzünden birbirine düşmüş olsalar da Kur’an’ın yegâne otorite olması konusunda hep aynı noktadaydılar, hedefleri konusunda da büyük oranda benzer anlayışlara sahiptiler. Ancak onların da herkes gibi sınırlı bir ömürleri vardı. İlk nesil devlet yönetiminden ve toplumda söz sahibi olma konumundan uzaklaştıkça toplumdaki sorunlar da artmıştı. Yaşanan toplumsal hadiseler, kavgalar, savaşlar, fikri ayrışmalar, fiziki, siyasi ve toplumsal yapının, demografinin değişmesi ve yeni toplumsal taleplerin ortaya çıkması, ilk neslin, düşüncelerini sonraki kuşaklara aktarmalarını zorlaştırdı. Sonraki nesiller kendilerini yeni siyasi yapı, yeni coğrafya ve yeni ihtiyaçlar içerisinde yeniden inşa ettiler. Bu inşada ilk dönemi istisnai bir dönem, ilk nesli de istisnai bir nesil olarak algılandığı için onların fikirleri ve tecrübeleri büyük oranda göz ardı edildi. Böylece kuşaklar arasında belirgin bir algılama farkı ortaya çıktı.
İslam coğrafyasının hayal edilenin çok ötesinde genişlemesi, farklı köklerden çıkan kültürel ve etnik unsurların, bu coğrafya içerisinde tüm renk ve ağırlıklarıyla mevcut yapıya entegre olması, bunun sonucu meydana gelen etkilenmeler ve oluşan karşı tepkiler ilk neslin fikir ve tecrübesinin devre dışı kalmasına neden oldu. Bu farklılık ve yeni algı toplumun Kur’an tasavvuruna da sirayet etti. Kur’an’ın, sonuçta bir hitabe olarak kelimelerden oluşan bir kitap olması, dolayısıyla, Kur’an’ın dil ve kültür ile ilişkisi; dil ve kültürün zaman içerisinde değişmesi ve nesiller arası ihtilaflar ve görüş farklılıkları bu tasavvurda temel rol oynadı. Çünkü yaşanan olaylar, sahip olunan yeni imkânlar, toplumun hayat ve dünya algılamalarını köklü değişikliklere uğrattı. Bu değişiklikler aynı ölçüde dile ve kültüre, dolayısıyla da Kur’an anlayışlarına, onun toplum nezdindeki tartışmasız otorite olma konumuna da yansıdı.
Bu yaşananlar, özellikle günlük hayatta Kur’an’ı tamamıyla devre dışı bıraktı. Toplumda yine bir Kur’an anlayışı vardı ama bu anlayışın bireye ve topluma yansıması, Kur’an’ın amaç ve hedeflerinin tam aksi yönünde tezahür ediyordu. Diriler için bir hayat ve hidayet kitabı olarak gönderilen bu kitap, cenaze ayinlerinde/törenlerinde terennüm edilen özel ilahiler konumuna indirgenmişti. Müslümanlar bu yeni coğrafyalarında, üzerlerinde yaşadıkları toprakların eski kültür ve geleneklerinin ve elde edilen yeni alışkanlıkların etkisi ile yeni anlayışlara doğru yelken açmışlardı.
Ancak tüm bu değişimlere rağmen toplumun Müslüman kimliğinin bir zorunluluğu olarak Kur’an, “yaratılmamış”, ezelden beri var olagelen, Allah’ın kendisinden/zatından bir kelam olarak yeniden tanımlanmış haliyle, yönetici ve tüm teb’asıyla Müslüman toplumun en kutsal ve meşrulaştırıcı metniydi. Bu nedenle Müslüman gruplar arasındaki siyasi, ekonomik ve kültürel çekişmelerde her zaman en güçlü enstrüman olarak kullanıldı. Mücadele kızıştıkça Kur’an ayetlerinin meşrulaştırma işlevi de arttı. Ancak Kur’an’ın meşrulaştırma ve istismar edilmesinin bir sınırı vardı. O sınıra gelip dayanıldığında yeni araçlar devreye sokuldu. Birbirinin zıddı gibi görünen çöl dil algısı ve bedevi kültürü ile batini anlayışların yaygınlık kazanması peygamber ve vahiy algısında önemli değişiklikler meydana getirdi ve bu durum, yaşanan problemleri meşrulaştırmada yeni bir imkân olarak görüldü.
Bir konuda Resul’ün konuşması önemli bir şeydi ve her bir inananı bağlardı. Ancak Resulün söz ve davranışlarının/hadislerin etkin bir meşrulaştırma gücünün olabilmesi için Resul’ün tarih üstü bir konuma getirilmesi ve Kur’an gibi tartışmasız, mutlak bağlayıcılığa sahip olması gerekirdi. Bu da hadislerin, tarih, mekân ve zaman üstü bir niteliğe sahip bir resule ait bir “kelam” olması durumunda ancak her kelimesi vahiy olan Kur’an gibi bir otorite olabilir, vahyi bir kelam olarak kabul görebilirdi. Öyle de oldu, daha doğrusu öyle algılanması sağlandı. Yani yaşananlar, kültürel etkilenmeler, tepkisellikler, çekilen sıkıntılar, yaşanılan refah, siyasi baskılar veya iktidar hırsı, Müslüman toplumun önemli bir kesimini böyle bir noktaya getirdi.
Artık Resul’ün sadece sözleri değil, davranışları da bir baba, bir arkadaş, bir eş, bir yönetici, bir komutan ve o toplumunun bir ferdi olarak söyleyip yaptığı her şey, hatta bir iması, jest ve mimikleri bile vahiy olarak algılanır oldu. O sussa vahiy, konuşsa vahiy, otursa vahiy, çalışsa vahiydi. Yaptığı her şey vahyin bir sonucuydu. Nefes alması bile vahiy ile gerçekleşiyordu. Üstelik bu durum, resullüğünü ilan edip vefat edinceye kadarki zamanla da sınırlı değildi. Ana rahmine düşmesi ile birlikte başlamıştı bu vahiy süreci. Gerçi egemen anlayışa göre, her şey onun yüzü suyu hürmeti için yaratılmıştı ve bu bakış açısıyla O, evrenin yaratılışının da asıl sebebiydi. Âdem’den önce de o vardı.
Bu anlayışın bir devamı olarak, Tedvîn Dönemi sürecinde ortaya çıkan İslam anlayışı, Kur’an’ın açık beyanlarına rağmen, Allah’ın seçilmiş Resûl’ü Hz. Muhammed’e konuşmasının, Kur’an vahyi ile sınırlı olmadığı ve Resûl’ün bütün söz ve davranışlarının da bu konuşmanın bir eseri olduğu üzerine inşa edildiğinden, bütün dini anlayış, sosyal, siyasî ve ekonomik hayat, Kur’an’dan çok, Resûl’e ait olduğu iddia edilen rivayetlerle şekillendi. Müslümanların davranışlarını ve ilişki biçimlerini Kur’an değil, bu rivayet merkezli anlayışlar belirledi.
Allah-Resûl ilişkisinin ne ve nasıl olduğu Kur’an’da çok açık bir şekilde ifade edilmesine, aynı şekilde Resûl’ün, Allah’ın kendisine vahiy indirdiği bir kul/abd olarak tanımlanıp, vahiy olgusunun Resul’ün talebiyle değil, Allah’ın mutlak iradesi ile tecelli ettiğinin açıkça ortaya konulmasına rağmen, çok uzun yıllardan beri, Müslümanlar bu konuda farklı anlayışlara sahip olageldiler. Bu farklılık, genel anlamda vahiy, Allah’ın seçilmiş kulları ile konuşmasının anlamı, amacı, şekli, sınırları ve Kur’an’ın cemi gibi konularda da açık bir şekilde görülmektedir. Yaşanan siyasî ve sosyal olaylar sonucunda, bu anlayışlar karşımıza mezhep, tarikat, cemaat gibi dini bir kimlik içerisinde çıkarak toplumun büyük çoğunluğu tarafından da kabul edile gelmiştir.
Çünkü İslam coğrafyasının alabildiğine genişlemesi, bu nedenle farklı kültürde, farklı dillere sahip Müslümanların Arap nüfusunu geçmesi, bir Arapça probleminin ortaya çıkmasına neden oldu. Ayrıca teknik olarak isteyen her insanın Kur’an metnine ulaşmasının imkânsızlığı, Kur’an’ın belli kişiler/güçler eliyle/aracılığıyla öğrenilmesini, okunmasını, ona ulaşılmasını zorunlu kıldığından, ayrıca bu süreçte İslam algısı da önemli ölçüde değiştiğinden, küçük bir azınlık dışında toplumun genelinin (Arap ve Arap olmayanlar dâhil) Kur’an ile ilişkisi namaz sureleri denilen surelerle (veya en fazla amme cüzü ile) ile sınırlı kaldı. Böylece, hem Arap hem de Arap olmayan nüfusun Kur’an ile ilişkisinin/iletişiminin niteliği büyük ölçüde değişti hem de fiziki olarak da ona ulaşması imkânsız hale geldi. Kur’an, artık, öğrenilen, anlaşılan, yaşanılan bir metin olmaktan çıkarılıp sadece namazlarda belli bölümleri, sureleri anlamadan okunmak için ezberlenen bir ayin kitabına dönüştürüldü. Bununla da yetinilmedi, yukarıda işaret ettiğimiz gibi, kültür ve dil farklılaşmasının etkisiyle, insanlar Kur’an’ı ancak belli anlayışlar çerçevesinde tanımak ve anlamak durumunda bırakıldılar. Çünkü onu öğrenip anlamak için Kur’an metnine değil, insanların ortaya koydukları anlayışlara yönelmek durumunda kaldılar ve ancak, bu yönlendirmeden sonra Kur’an metnine yönelebildiler.
Kur’an’ın indiği dönemde, bölge halkının birlikte inşa ettikleri, üzerinde konsensüs sağladıkları ortak bir dil yapısı ve kuralları bulunmadığı için herkes kendi bulunduğu ortamın dil algılamasına uygun olarak gelen vahiyle irtibata geçmişti. Bunun bir yansıması olarak her kabile/topluluk Kur’an’ı kendi dil kuralları çerçevesinde okuyordu. İlk dönemde farklı okuma/telaffuz biçimlerine izin verilmesi bu ihtiyaçtan kaynaklanıyordu. Ancak sorun sadece okuma ve telaffuz farklılığından ibaret değildi. Bir de eşyayı algılama sorunu vardı. Çölde yaşayan insanlar içinde bulundukları şartların bir sonucu olarak zahiri bir dil algılamasına sahiptiler. Eşyayı bu gözle okuyup tanımlıyorlardı. Aynı sorun Kur’an’a ve İslam’a yaklaşımlarında da ortaya çıktı. Bu bağlamda bedevi kökenli insanlar sahip oldukları zahiri dil algılamaları dolayısıyla şehir merkezli bir dil algılamasını esas alan Kur’an’ın sembolik, soyut ve mecaz ifadelerini kendi dil algılamalarına göre yorumladıklarından birçok sorunla karşılaşılmıştı. Bu dönemde ortak bir dil algılamasının olmaması sonraki dönemlerde sorunu kronik hale getirmişti.
Bilindiği gibi, dil ile ilgili ortak kurallar Kur’an’ın nazil olmaya başlamasından yaklaşık yüz yıl kadar sonra, üstelik çöl algılaması esas alınarak inşa edilmişti İnsanlar bir ölçüde Kur’an’ı zahiri Arap algılamasına göre okumak/anlamak durumunda bırakılmışlar, bunun sonucu olarak toplumun Kur’an algılaması da köklü bir değişikliğe uğramıştı. Bu algılama biçimi, bugün için de Kur’an’ı anlamada temel bir sorun olarak karşımızda durmaktadır.
Bu soruna ek olarak, rivayet merkezli olarak inşa edilen anlayış, özellikle bir dönem sonra Arapça bilseler bile insanların, doğrudan Kur’an metnini alıp, anlamak için okumalarına imkân vermeyecekti. Bu, hem Kur’an’ın ancak Tecvit kurallarına göre okunabileceği, zorlamasının bir sonucu olarak, müziksel/ritimsel bir okuma içerisinde anlam zaten kendiliğinden buharlaşıp devre dışı kalacağından, sadece müziksel ahenk söz konusu olacağı için böyleydi. Çünkü insanlar Kur’an’ın sadece kulağa hoş gelen ritmi ile ilgilenip anlamayı devre dışı bırakacaklardı. Hem de mevcut rivayet merkezli anlayışın bir yansıması olarak ortaya çıkmış bulunan, ‘muhkem-muteşâbih’, ‘nâsih-mensûh’, ‘nüzul sebebi’ gibi “tefsir aletleri”nin bilinmesinin zorunlu hale getirilmesinin, yani Kur’an’ın teknik bir metne, bir laboratuvar malzemesine indirgenmesinin bir sonucu olarak Kur’an’ın toplumun gündeminden çıkması/çıkarılması nedeniyle böyleydi.
Sonuçta ortaya çıkan İslam, Kur’an’a rağmen inşa edilen bir İslam’a dönüşmüştü. Bu İslam anlayışının iskeletini de Resul’e isnat edilen rivayetler oluşturuyordu. Bundan da önemlisi, Resul’e ait olduğu ifade edilen sözlerin, Kur’an ayetleri gibi bir vahiy olduğunun, bir iddia olmasının ötesinde imani bir gereklilik olarak kabul görmüş olmasıydı.
Tedvin sonrası Arap dilinin ve İslam’ın yeniden inşası ile, Kur’an, hem bireylerin hayatından çıkarıldı, hem de Kur’an’ın toplumsal ilişkilerde otorite ve hakem olma durumuna son verilmiş oldu. Böylece, her türlü ifrat tefritin de önü açılmış oldu. Bunun sonucunda her anlayışın “gulât”ı oluştu. “Gulât” artık, sadece Şiîlere özgü bir sapıklık değildi; Sünnîleri de içine alacak şekilde her anlayışa sirayet etmiş ve halk arasında kabul gören, yaygın bir inanç olarak toplumun bütün katmanlarında kendine yer bulmuştu. Mescitler bu “gulat” anlayışlarının topluma aktarıldığı mekânlara dönüşmüştü. Buralarda en uçuk efsaneler, imani bir düstur olarak toplumun önüne konuyordu. Kur’an’dan ve Kur’an’ın temel prensiplerinden bilinçli bir şekilde habersiz bırakılan toplumlar da bu gayri Kur’anî efsaneleri, bir hakikat olarak, sevap kazanmak ve Allah’a daha yakın olmak için can kulağı ile dinliyorlardı.
Tüm bu anlayışların ortak noktası, Resûl ile Allah arasında, Kur’an ayetleri dışında da kurulduğu iddia edilen irtibattı. Allah’ı, Resûl’ü ile her an iletişim içine sokan, hatta Resûl’ün bütün söz ve davranışlarını bu irtibatın ürünü olarak gören Tedvin sürecinin hâkim anlayışının etkisiyle, Allah’ın insanoğlu ile konuşması, resûller ile sınırlı kalmayarak sıradan insanlara kadar inmişti. Oluşan bu anlayışa göre Allah artık herkesle konuşabilirdi. Dolayısıyla adına resûl-nebi denmese de yeryüzü, özellikle de İslam coğrafyası Allah ile konuştuğunu iddia eden kişilerle dolmuştu. Bu konuşma ve iletişimin sonucu olarak, yüzlerce (belki de binlerce) kitap piyasaya sürüldü. Bunlara göre, Allah kimine rüyasında sesleniyordu, kimi ile aleni konuşuyordu, hatta kimine Cebrail’ini gönderiyordu. Böylece iş çığırından çıkmış, terazinin dengesi tümüyle bozulmuştu. Kur’an ise, mezar başlarında, özel gün ve gecelerde, özel toplantılarda, müziksel bir ahenk içerisinde okunan sadece bir “ayin kitabı”na dönüştürülmüştü. Kur’an’ın bunun dışında bir işlevinin olmasına kesinlikle izin verilmiyordu. Bu nedenle Kur’an’ın, on dokuzuncu yüzyıla kadar topluma mal olmuş, hemen hemen her medreseye girmiş Kur’an meallerinden söz etmek çok zordu. Farsça, Türkçe ve Hintçe de yapılmış bazı tercümeler söz konusuydu, ancak bunlar yaygınlaşamamıştı. Bu yüz yıla kadar tefsirler bile bir iki istisna dışında yalnızca Arapça olarak yazılıyordu. Aynı şekilde birkaç tefsir dışında, tefsirlerin geneli, bu “gulat” anlayışları olumlayan açıklamalarla doluydu. Baştan sona bu açıklamalar, Kur’an ayetlerinin Tedvin Dönemi sonrasında oluşan egemen anlayışın bir adaptasyonundan başka bir şey değildi. Ayetler de çoğunlukla rivayet malzemeleri esas alınarak açıklanıyordu. Bu rivayet malzemelerinin büyük çoğunluğu ya israiliyat-mesiiyyat kaynaklıydı ya da Kur’an dışı vahiy iddiasına dayandırılıyordu.
Kısacası bireylerin Kur’an ile bilinçli ve anlamaya dayalı bir iletişim kurmaları her yönüyle imkânsız hale getiriliyordu. Ancak bunları yapanlar, sözlerine, Kur’an ayetleri ile başlayıp, Kur’an ayetleri ile bitiriyorlardı. Bağlarından koparılmış, içleri boşaltılmış, anlamları çarpıtılmış bir şekilde sunulan bu ayetler onların sapkın düşüncelerine de delil teşkil edebiliyordu. Böylece, toplum, kendi düşüncesinin Kur’an merkezli bir düşünce olduğunu sanıyordu. Son tahlilde, Kur’an, her türlü hurafe ve sapkınlığın kendisinde ifadesini bulan bir kitap haline getirilmişti. Bütün şifa arayıcıların, sihirbaz1arın, büyücü ve cifircilerin, muska yazıcılarının malzeme olarak kullandığı şey Kur’an ayetleri ve Kur’an metiniydi.
İşte tüm bu anlayışların kaynaklandığı yer, vahyin, özel, sıra dışı ve sadece ilahi kelam ile sınırlı bir olgu değil, Resûl’ün bütün söz ve davranışlarını kapsayan, üstelik sadece Allah’tan kuluna değil, kulundan Allah’a şeklinde de gerçekleştiği iddia edilen çift taraflı bir ilişkiyi de öngören vahiy anlayışıydı. İşte bu vahiy anlayışı, tedvin sürecinde gerçekleştirilen ve her olguyu yeniden tanımlayan en belirleyici en temel şeydi. Bu vahiy anlayışı ile her şey yeniden tanımlanıp, belirlendi. Tefsir Usulü, Hadis Usulü, Fıkıh Usulü gibi dinin teorisini oluşturan alanlar bile bu yeni vahiy anlayışı çerçevesinde inşa edilmişlerdi. Mevcut kaynaklar esas alındığında, genel olarak bütün anlayışların az veya çok bu yeni vahiy anlayışından etkilendiğini veya kendisini bu anlayışa göre şekillendirdiğini söyleyebiliriz.
Ayrıca insanoğlu gizemli, bilinmez olanı ve gayb yanı bulunan olguları daha çok abartarak ve olduğundan daha farklı bir konuma dönüştürerek anlama eğilimindedir. Bu da herhangi bir olgunun kısa bir zaman sonra hem içeriğinde hem de hedeflerinde değişiklikler meydana gelmesine neden olmaktadır. Yani insanoğlu, olguyu olduğu gibi anlamak yerine, onu kendi arzusu ve çıkarı doğrultusunda anlamaya ve yorumlamaya çalışmaktadır.
Bu duruma en iyi örnek vahiy olgusudur. İlahi metinlerde vahiy olarak kastedilen şeyin, resûllere gönderilen vahiy olduğu ifade edilmesine rağmen, bu metinlere inanan insanlar bu metinlerin yanı sıra bir takım tarihi malzemeyi de vahiy olarak görmeye ve sunmaya çalışmaktadırlar. Ancak, bu anlayış sahipleri, iddialarını delillendirmek için kendi içinde tutarlı gerekçeler getirmek yerine, insanoğlunun, unutma ve gizemli olana temayül etme özelliğine/zaafına yaslanmaktadırlar. Bu yaklaşımlarının bir yansıması olarak konu ile ilgili birçok ayeti ve sıhhati sorunlu ve Kur’an’ın temel prensipleri ile çelişen birçok rivayeti iddialarına gerekçe olarak sıralamaktadırlar. Muhataplarının, “Kur’an’ı anlayıp kavrayamayacakları” önyargısı, onları böyle hareket etmeye sevk etmiş, bunun sonucu olarak da Kur’an dışı vahiy iddiasıyla ilgili yığınla malzeme ile karşı karşıya kalmış bulunmaktayız. Konu ile hiçbir ilgisi olmayan çok sayıda ayet de bu gerekçeler arasında sayılmıştır. Bu rivayetlerin ve ayetlerin delil diye sıralanması, Kur’an’ın mesajından habersiz bırakılmış toplulukların zihinlerini bulandırma ve onları ayartma yanında, düşünen insanları bu malzemeleri tahlil edip ayıklamak zorunda bırakmışlardır. Kur’an’dan habersiz bırakılmış topluluklar, kendilerine Kur’an’ın mesajı ile ilgili farklı bir anlatım, farklı bir yorum ulaşmadığı ve farklı bakış açısı ile de karşılaşmadıkları için gerçeğin böyle olduğunu sanagelmişlerdir.
Çölden gelerek Müslüman topluma katılan kişiler, çöl kültürünün bütün özelliklerini üzerlerinde taşıyarak katılmışlardı. Bunların eşyayı somutlaştırarak algılama geleneği, Kur’an anlayışlarına ve Kur’an ile ilişkilerine de yansıdı. Böylece Kur’an’daki birçok mecâzî ve sembolik anlatımı somut ifadeler olarak algıladılar. Ayrıca çölde yaşıyor olmaları ve İslam anlayışlarının yüzeyselliği ve şekilselliği kabile asabiyesini aşmalarını da engellemişti. Ancak Müslümanların Arap Yarımadasının dışına çıkmalarından kısa bir süre sonra çöldeki kabilelerin blok halinde (her kabile bir ordu veya birlik oluşturarak) Irak, Suriye, Kuzey Afrika, İran ve Orta Asya’daki savaşlara katılmaları, onları, Müslümanların ve İslam’ın en asli unsurları haline getirdi. O bölgelerin egemenleri olarak mevcut din ve dil algılarına uygun bir din anlayışını da hâkim kıldılar.
Bu süreçte dil şehirlerde yaşanan asimlasyona bir tepki olarak çöl merkezli olarak tedvin edildi. Arapça, tüm kuralları ve lügatleriyle birlikte çöl kültürü ve geleneğinin bir parçası olarak -Çöldeki dil, somut/zahiri anlatıma dayalı bir dildi.- bu yapı üzerinde yeniden kurgulanarak inşa edildi.  Bırakın Basra, Kufe, Şam gibi şehirlerde kullanılan dili, İslam’ın doğduğu, Mekke, Medine gibi şehirlerde Arapların onlarca/yüzlerce yıldır kullana geldiği kelimeler, hatta yapı ve kalıplar “acemidir/yabancıdır” denilerek mevcut dil algısının dışında kaldı. Sonraki dönemlerdeki bütün dini terminoloji de oluşan bu yeni somut dil yapısı ve algısına göre şekillendi. Bu nedenle Kur’an’daki pek çok sembolik anlatım ve mecaz, somut anlatımlar olarak tefsirlerde yer almaya başladı. Artık âlimler/müfessirler/fakihler bile olaylara sadece zahiri gözlüklerle bakıyorlardı. Şafii ve onu takip edenlerin yaklaşımlarında açıkça görüldüğü gibi soyut bütün kavramlar, somut kavramlar olarak sunulmaya başlandı. Bu yaklaşım, Farisi ve Hind kültüründeki mücessimeci/cisimleştirici anlayışların ve ayrıca bunlara bir aksülamel olarak Yahudi, Hıristiyan ve Farisi/Hind kültüründe var olan batini anlayışların Müslüman coğrafyada kökleşmesine, hatta İslam öncesi cahiliye asabiyesinin yeniden egemen olmasına neden oldu. Yine ayrıca bu durum, Müslüman toplumun pek çok olmazsa olmaz değerini erozyona uğrattığı gibi, Müslümanlığın en temel göstergesi olan sorgulama, tercih edebilme, ölçme ve adil değerlendirme ilkelerinin örtülmesi sonucunu da doğurdu. Elbette tüm bunlar siyasi otoritenin destek ve teşviki ile gerçekleşti. Çünkü siyasi otorite bu durumu kendisini meşrulaştırıcı bir dini yorum için en uygun bir zemin olarak gördü.
İşte Kur’an dışı vahiy iddiası böyle bir vasatta ortaya çıktı ve siyasi otoritenin yapısının, yaptıklarının ve bu iki zıt anlayışın meşrulaştırılması görevini üstlendi. Çünkü bu meşrulaştırma ancak Resulullah Muhammed’in sözlerinin de Kur’an gibi tartışmasız bir vahiy olarak kabulüyle mümkündü. Resulullah’ın sözlerinin de Kur’an gibi bir vahiy olduğu algısı egemen kılındıktan sonra Resulullah’ın istenilene uygun konuşturulması veya sözlerinin bu konsepte göre yorumlanması işin kolay kısmıydı. Ancak bunun gerçekleşebilmesi için buna Kur’an’ın şahitlik etmesi gerekiyordu. Oysa ne Kur’an’da bu yönde bir işaret vardı, ne de ilk muhatapların bu yönde bir açıklama ve pratiği söz konusuydu. Somut dil ve din algısı ve batini anlayışlar tam bu noktada devreye girerek Kur’an ayetlerini varolagelenin aksine zahiri/somut ve batini okumalarla/yorumlarla onu yeniden anlamlandırdılar. Böylece murad hasıl olmuş, artık Kur’an da Resulullah Muhammed’in Kur’an dışındaki sözlerinin de vahiy olduğuna şahitlik eder hale getirilmişti.
Bu süreçte Kur’ânî pek çok terim yeniden anlamlandırılmış, Kur’ân âyetleri, konjonktürel ortama göre yeniden yorumlanmış ve mevcut yapıyla veya yaşanan hayatla uyumlu hale getirilmişti. Bir anlamda toplumun zihni arkaplanı yeniden inşa edilmiş, inşa edilen bu zihni yapıda Kur’ânî ilke ve prensiplerin fazla bir yeri kalmamıştı. Ancak Kur’ân’ın moral bir değer olarak gücünü hâlâ hissettiriyor olması, üstelik kendilerini bir Müslüman olarak tanımladıkları sürece bu etkinin kesintisiz olarak devam edeceği gerçeği, onları Kur’ân’dan gerekçe bulmaya zorlamıştı. Bu algının bir devamı olarak, birçok ayet Kur’ân dışı vahiy iddiasının “delili” olarak toplumun tüketimine sunulmuştu. Kur’ân dışı vahiy iddialarını ilk defa Kur’ân ayetleri ile irtibatlandıran ve bu konuda kitap yazan ilk kişi İmam Şafiî’dir.
Şimdi Kur’ân dışı vahiy iddiasına “delil” olduğu iddia edilen ayetlere kısaca bir göz atalım.

Kur’an’da, Kuran Dışı Vahye Atıf İddiası
Pek çok farklı isim tarafından pek çok farklı kitapta Kur’an’da, Kur’an dışı vahye atıf olduğuna dair iddialar ortaya atılmış, pek çok ayet bu iddia ile irtibatlandırılarak Kur’an dışı vahyin Kur’an’daki dayanakları olarak ifade edilmiştir. Ancak bu iddialar bizim açımızdan gerçeği ifade etmemektedir. Yaptığımız bir çalışmamızda bu ayetleri teker teker inceleyerek bu ayetlerin hiç birinde Kur’an dışı vahye ait bir atıf olmadığını ortaya koymuştuk.[1] Bu çalışmamızda ise bir makale sınırları içerisinde genel bir bakış açısı vereceğini umduğumuz üç örnekle yetineceğiz.
Birinci örneğimiz, Necm suresinin,
O, kendiliğinden (hevâdan) konuşmamaktadır. Onun konuşması ancak, bildirilen bir vahiy iledir.” (53/3-4).
Ayetleridir.
Necm suresi ilk dönem Mekki surelerdendir. Habeşistan hicreti sonrasında nazil olduğu sanılmaktadır. Sure bir bütün olarak Resulullah Muhammed’e gelen ilahi vahye karşı çıkan inkârcılara, Muhammed’e gelen hitabın/kelamın, onun kendisine ait bir söz değil, kaynağının Allah olduğunu anlatmaya yöneliktir. Çünkü, Resulün “ bunlar bana gelen vahiyler “ diyerek aktardığı ifadeler karşısında inkârcıların, “o hevasından konuşuyor, bunlar Allah’ın sözleri olamaz” diyerek karşı çıkmaktaydılar. İşte bütünüyle bu sure özellikle de ilgili ayetler onların itirazlarına bir cevap niteliğindedir. Yani, “bu sözler, onun kendi hevasından konuştuğu, uydurduğu şeyler değil, Allah’ın ona gönderdiği vahiylerdir” anlamındadır. Aslında bu ifade, (“ma yentiku anil heva, illa vahyin yuha,”) bu Resulün Allah ile iletişimini Kur’an vahyi ile sınırladığı için, resulün günlük hayattaki söz ve davranışlarının vahiy kaynaklı olmadığının en güzel delillerinden biridir. Zaten ilk dönem müfessirlerin pek çoğu da ilgili ayetleri bu çerçevede yani Resule verilen Kur’an ayetleri olarak anlamışlardır.[2]
İkinci örneğimiz Tahrim suresinin
Hani Peygamber/Nebi, hanımlarından birine gizlice bir söz söylemişti. Eşi de onu (bir başkasına) haber verdiğinde, Allah bu durumu o’na (Resul’üne) açığa çıkarınca (ezharehu), Nebi de onun bir kısmını (hanımına) bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti. Ona anlattığı zaman hanımı, ‘Bunu sana kim haber verdi?’ dedi. Nebi: ‘Bana o her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan haber verdi’ dedi. (66/3)
Ayetileridir.

Tahrim suresi genelde kadınların konu edildiği bir suredir. İlk beş ayette Resulullah’ın eşleriyle yaşadığı özel bir durumdan diğer ayetlerde ise inkârcı kadınlara örnek olarak Nuh’un hanımından, iman eden hanımlara örnek olarak Firavunun hanımından, namusunu koruyan hanımlara örnek olarak da Hz Meryem’den söz etmektedir.

İlgili ayetlerde Resûl’ün beşerî özelliklerine dikkat çekildiği, eşleri ile bir problem yaşadığı, Allah’ın helal kılmasına rağmen bazı şeyleri kendisi için yasakladığı, böyle bir şey yapmaması gerektiği, bir insan olarak herkesin sıkıntı yaşayabileceği, bunun çözümünün kendisine bazı şeyleri haram kılmak olmadığı; kişiler arasında söz getirip götürmenin hoş bir şey olmasa da (Peygamber’in eşleri de dâhil) insanlar arasında yaşanabildiği, ancak bu tür şeylerin yanlış şeyler olduğu, ayrıca laf getirip götürmenin yanlışlığı, sır tutmanın önemi ve mahremiyete dikkat edilmesi gerektiği Nebi özelinden bütün insanlara bir ders ve öğüt olarak verilmektedir. Tüm bunlar dolaylı bir anlatımla ve din dili bağlamında ifade edilmektedir.

Her şeyin Allah’a izafe edilmesi, Kur’ân’da çok sık karşılaştığımız bir anlatım yöntemidir ve Allah’a saygının da bir gereğidir. Yani bir şey açığa çıkmışsa/çıkarılmışsa, bir şey elde edilmiş ise o işin gerçek sahibi Allah’tır. “Allah’ın haber vermesi” de bu şekildedir. Bu nedenle bu anlatımda öz bir şekilde dile getirilen ifadeler, bir saygı ifadesi ve din dilinin, özellikle de Müslüman dilinin bir gereği olarak bu şekilde dile getirilmiştir. Ayetin devamı göz önünde bulundurulduğunda, bu ifadeyi pekiştirdiği görülür. Eşinin, bir Nebî –yani Allah’tan vahiy alan bir Resûl– olduğunu bilen bir zevce, “Nebî’ye bunu sana kim haber verdi” diye sorduğunda, Nebî’nin de “alîm, habîr olan haber verdi” şeklinde ifade etmesi, aynı anlatım tekniğinin, her şeyin Allah’a izafe edilmesinin ve aynı saygı üslubunun devamı olduğunu gösterir.

Ayrıca şunu da bilmemiz gerekir ki, sözünü ettiğimiz insanlar, sıradan insanlar değildir. Peygamberin eşleridir. Bu eşler, eşi oldukları Peygamber’in, Kur’ân dışında vahiy aldığını bilseler, “Nebiye bunu sana kim haber verdi” diye sorabilirler miydi?. Bırakınız sormayı, eğer böyle bir vahiy söz konusuysa, Allah’ın Resûlü’nü mutlaka haberdar edeceğini bildikleri için, o sözü bir başkasına aktarmaya bile cesaret edemezlerdi. Böyle bir şeye cesaret ettiklerine göre, bu durum, onların böyle bir vahiyden haberleri olmadığını, yani böyle bir vahyin resulün hayatında söz konusu olmadığını da ortaya koymuş olur.

Benzer bir ifadenin Ali İmran sûresi 37. âyetinde Hz Meryem’le ilgili olarak kullanıldığını görmekteyiz.
“Bunun üzerine Rabbi, onu hoşnutlukla kabul buyurdu, onu güzel bir biçimde yetiştirdi ve Zekeriya’nın himayesine verdi. Zekeriya, onun yanına mihraba her girdikçe yeni bir yiyecek bulur ve: ‘Ey Meryem, bu sana nereden?’ derdi. O da: ‘Allah tarafından’ (min indillâhi). Şüphe yok ki, Allah dilediğine sınırsız (bi-gayri hisabin) rızık verir” derdi.” (3/37)
Bu ifadede rızkın gerçek sahibinin Allah olduğu, asıl teşekkürün rızık getirmede aracı olan kişilere değil, Allah’a olmasının, yani, her olumlu eylemin Allah’a izafe edilmesi gerektiğinin güzel bir örneğidir.

Ancak bu ayet de, aynı zahiri-batini mantığın bir uzantısı olarak geleneksel anlayışlar tarafından, “Hz. Meryem’in gökten gelen ilâhî sofralar sayesinde karnını doyurduğu” şeklinde algılanır. Oysa bu ayeti bağlamı içerisinde okuduğumuzda Allah’ın kullarını, görüp gözettiğinden, yardım ve rahmetinin sürekliliğinden ve her bireyi kuşattığından söz edildiğini görürüz. Aynı durum Tahrim suresi için de söz konusudur. Çünkü her iki ayette de (3/37, 66/3) vur19119gu aynıdır.
Örneğin, Ali İmran sûresi’ndeki 37. ayette Zekeriya peygamber mabede girişinde, “Bu yemek sana nereden geldi?” diye soruyor. Meryem de “Allah’tan” diyerek dikkatleri kendisine yemek getirene değil, bütün iyiliklerin kaynağı olan Allah’a çeviriyor. Tahrim suresi 3.ayette de Nebi’nin eşi bunu sana kim bildirdi diyor. O da: “her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan” diyor. Burada da her şeyi görüp gözeten Allah’ın her şeyi görüp gözettiği fikriön plana çıkarılıyor.
Aslında biz de bu ve buna benzer ifadeleri günlük hayatımızda çok sık kullanırız. Örneğin, ekonomik olarak sıkıştığımızda bir arkadaşımızın vesile olmasıyla, sıkıntımız giderildiğinde. “kim verdi/yardım etti?” diye sorulduğunda, “Allah verdi/Allah yardım etti” diye cevap veririz.
Üçüncü örneğimiz ise Resul’e kitap ve/yani hikmet verildiğini ifade eden ayetlerle ilgilidir.
 “Kitâb ve/yani hikmet verdik” ifadeleri, Kur’ân dışı vahyi savunanların en çok önemsedikleri ve en iddialı oldukları delillerin başında gelmektedir.
Bunu yazılı olarak ilk ifade eden İmam Şafiî’dir. O, er-Risâle ve el-Umm isimli eserlerinde bu düşüncelerini çeşitli örneklerle açıklamaktadır. Örneğin, Nisa Suresi 113., Cuma Suresi 2., Bakara Suresi 231.ve Ahzâb Suresi 34. ayetleri delil getirerek şöyle demektedir:
“Bu âyetlerde Allâh “Kitâb –ki o Kur’ân’dır– ve hikmeti” zikretmiştir. Kur’ân’ı bildiğine itimat ettiğim ilim ehlinin, hikmet’in “Resûlullâh’ın sünneti” olduğunu söylediklerini işittim. Onun söylediği doğru gibi görünüyor. –Elbette Allah daha iyi bilir.– Zira Kur’ân, kendisini hikmet’in takip ettiği bir zikirdir. Allah, onda kullarına “Kitâb ve hikmet”i öğrettiğini hatırlatmaktadır. Buna göre buradaki hikmet’in, –Elbette Allah daha iyi bilir– “Resûlullâh’ın (s.a.v) sünnet’inden başka bir şey olması mümkün değildir.”[3]
Şafiî, aynı kitabının bir başka yerinde ise şunları yazıyor:
“Bazı âlimler şöyle demiştir: “Sünnet olarak uyguladığı her şey o’nun kalbine ilkâ olunmuştur. Onun sünneti, Allah tarafından kalbine ilkâ olunan hikmet’tir. Demek ki, kalbine ilkâ olunan her şey o’nun sünnetidir.” Bize Abdülaziz, Amr b. Ebî Amr’den, o da el-Muttalib’ten haber vererek dedi ki: Resûlullâh’ın (s.a.v), “Rûhu’l-emîn (Cebrail), hiçbir nefsin rızkını tamamen almadan ölmeyeceğini kalbime ilkâ etti. Öyle ise rızkınızı güzelce arayınız.” buyurdu. Buna göre, o’nun kalbine ilkâ olunan şeylerden biri de o’nun sünnet’idir. İşte bu, Allah’ın zikrettiği hikmet’tir. Ona indirilen şeylerden biri de Kitâb’dır ki, o Allâh’ın Kitâb’ıdır..[4]
Kur’an’da “kitap ve/yani hikmet verdik” ifadesi ve benzeri kalıplar pek çok surede geçmektedir. (6/74-92, 3/79-83, 4/54-55, 2/151-152, 129, 3/164, 62/2, 2/231, 2/269, 5/110, 4/113, 45/16 gibi)
Hükm/Hikmet kelimesi, “hüküm, hükûmet, hâkimiyet, hakem, muhakeme, mahkeme” kelimeleriyle aynı kökten gelmektedir. Bu fiil, genel olarak, herhangi bir şeyi ıslah için, “men etmek, sakındırmak, alıkoymak, zaptetmek, tutmak, emretmek” gibi anlamlarda kullanılır. Dildeki kullanımlardan örnek verecek olursak, “hakemtü’d-dâbbete / hayvanı gemledim”, “ahkemtühu / ona bir hikmet/gem yaptım” anlamındadır. Hakemtü’s-sefînete deyimi ise “geminin demir atmasını/bağlanmasını” ifade etmektedir.

Hükm/Hikmet kelimesi, bütün kullanımlarında daima, “sağlamlaştırmak, sabitleştirmek, sağa sola çekilmesini engellemek” anlamında kullanılmıştır. Kelimenin hukuk sisteminin en başat kelimesi olması bundandır.

Kur’ân’daki tüm kullanımlarında kelimenin bu ortak özelliği hesaba katıldığında, “hikmet”in, Kur’ân’dan, Kur’ân vahyinden farklı bir şeyi değil, bu vahyin hükümle, hukukla, hükûmetle, hayatla ilgili boyutunu ifade ettiğini söyleyebiliriz. Yani Hikmet kelimesinin merkezinde olduğu Kur’ani ifadelerin, Allah’ın iradesinin, vahyin amaç ve ilkelerinin bireyin hayatında ve toplumsal düzende yerleştirilmesinden, sağlamlaştırılmasından, sabitleştirilmesinden, söz ettiklerini görürüz. Gelen vahyin hayattan kopuk, teorik bir metin değil, hayatın tam merkezinde, onu sevketmek, yönetmek, kurallar koymak, bir anlayış oluşturmak için geldiğini ifade eder.

“Kitâb ve hikmet verdik” ifadesi birçok ayette geçmektedir. Bunların bir kısmı Resûlullâh Muhammed ile bir kısmı da diğer resûller ile ilgilidir. Söz konusu ayetlerin bağlamına bakıldığında, ilgili ifadelerin önceki Resûllere gönderilen Kur’ân dışı vahiyle yani o Resûllere vahyedilen sünnet ile ilgili değil onlara gönderilen ilahi kelamlarla/ ve o kitapların özellik ve nitelikleri ile alakalı olduğu görülecektir. Ayrıca tüm bu ifadeler Kur’âni vahiy ile ilgili olarak ve onu teyit etmek için kullanılmaktadır.

Aynı şekilde hem önceki Resûllerle ilgili olarak hem de Resûlullâh Muhammed’e gelen Kur’ân ayetleriyle ilgili olarak “kitâb ve/yani hikmet” ifadesi dışında birçok kelimenin de kullanıldığına şahit oluyoruz. Örneğin, kitâb-hikmet-nübüvvet (3/79, 6/89, 45/16); beyyinât-kitâb-mîzân-hadîd (57/25); nübüvvet-kitâb (57/26, 29/27); kitâb-mîzân (42/17); kitâb-beyyinât-zebûr-munîr kitâb (35/25); kitâb-hikmet-tevrât-incîl (3/48); kitâb-furkân (2/253); nübüvvet-hikmet (43/63); mülk-hikmet (2/251); beyyinât-hüdâ (2/159) gibi ayetlerdeki her ifadeyi ayrı bir olgu, ayrı bir vahiy, ayrı bir metin olarak ele aldığımızda, sınırsız sayıda vahiyler, sünnetler ortaya çıkacağı için Allah’a ait bir vahiyden/sözden ve resule/resullere ait bır uygulamadan da söz etmek mümkün olmayacaktır.
Nasıl ki “Allah ve/yani Resûl’ü”, “Allah’a ve/yani Resûle itaat” ibarelerindeki Allah ve Resûl kelimeleri aynı olguya dikkat çekiyor ise, “kitâb ve hikmet”, “kitâb ve hikmet ve nübüvvet”, “nübüvvet ve kitâb”, “âyet ve hikmet”, “beyyinat, kitâb, mîzân ve hadîd/demir”, “mülk ve hikmet” vs. kullanımları da aynı olguya, aynı gerçekliğe dikkat çekmektedir. Bu olgu/gerçeklik vahiy gerçekliğidir. Vahyin hayatın bütününü kapsadığını ilandır. Vahyin, bireyin ve toplumun hayatını yönlendirip yönetmesi gerektiğinin vurgulanmasıdır. Dolayısıyla buradaki her bir kelime kendi anlam sahaları içinde kalarak aynı gerçekliğin farklı boyutlarına işaret ediyorlar. Vahyin, bu kelimelerin anlam sahalarını da içine alacak büyüklükte bir gerçekliğe sahip olduğunun altı çiziliyor.
Ayrıca “vâv” harfinin Arap dil geleneği içerisinde farklı kullanım alanlarına sahip bulunduğu ilgililerin bildiği bir gerçektir. “Vâv” harfi Türkçe’de, atıf harfi olarak “ve” anlamı yanında tefsir amaçlı olarak da “yani”, “başka bir deyişle” anlamında da kullanılmaktadır. (Ki bu edatın başka kullanım alanları da söz konusudur.) 7/156, 11/114, 2/53, 21/48, 13/26 ayetlerindeki kullanımlarda bu anlam açıkça görülmektedir.[5]

İlgili ayetlerdeki hikmet terimi, İmam Şafiî’nin dediği gibi sünnet anlamında olsaydı, 33/34. ayette ifade edilen “hikmet” kelimesinin de sünnet anlamına gelmesi gerekirdi ki böyle bir şey gerçek durumla, vakıa ile çelişmektedir. Söz konusu âyette geçen, “Evlerinizde Allah’ın ayetlerinden ve hikmetten okunanları düşünün!” (33/34) ifadesi, açıkça “hikmetten okunanlar”dan söz ettiği gibi “Allah’ın ayetlerinden okunanlar”dan da söz etmektedir.

Tarihen sabittir ki, hadislerin toplanması ve yazılması işi çok sonraları gerçekleşmiştir. Ayrıca o dönemde Resul’ün Kur’an dışındaki sözlerini, yani hadislerini ezberlemek gibi bir uygulama söz konusu değildir ki, bir araya getirilen bu sözler birisi tarafından okunurken diğerleri tarafından dinlensin. Tam aksine Allah’ın Resûlü’nün, kendi sözlerinin yazılmasını yasakladığı herkesin üzerinde ittifak ettiği bir konudur. Hal böyle iken Resûlullâh’ın evinde, eşlerinin Resul’ün Kur’an dışındaki sözlerini okuduklarını söyleyebilmek taassubun ve önyargının boyutlarını gözler önüne sermektedir.[6]

Sonsöz: Kur’an Dışı Vahyin Gerçekliğinin Subjektifliği

Vahiy olgusu, topluma ortak sorumluluklar yüklediğine ve toplumun tümüne yönelik genel kurallar koyduğuna göre, bu olgu birkaç kişi arasında olmuş-bitmiş bir olay olarak görülemez. Eğer bu bir olgu ve bir şekilde toplumun gündemine inmiş ise, bu olgu kabul edeniyle, etmeyeniyle toplumun bütün fertlerinin varlığını tartışmadığı bir vakıa olması gerekir.

Eğer bir olay, 23 yıl boyunca, sürekli büyüyüp gelişerek devam eden ve sayısı yüz binleri aşan bir topluluk arasında kesintisiz bir şekilde yaşandığı iddia ediliyor, ancak yüzyıl kadar bir zaman dilimi içinde kimse bu “gerçeklikten” söz etmiyor, sonrasında sadece birkaç kişi kanalıyla gelen sıhhati sorunlu haberler bu “gerçekliğin” şahidi olarak gösteriliyorsa burada ciddi bir problem var demektir. Üstelik bu haberler ortaya atıldığında pek çok kişi ve kesim bu haberlere itibar etmiyor hatta karşı çıkıyorsa, bu durum, bu iddiaların içeriğindeki Kur’an’a muhaliflik yanında ciddi bir mevsukiyet sorunu olduğunu da ortaya koyar.

En önemlisi de bu haberlerin sadece belli anlayışa sahip kişiler tarafından değil, bütün düşünce grupları ve farklı özelliklere sahip, bireyler, yapılar, cemaatler tarafından da bilinip, yaşanarak sonraki kuşaklara ulaştırılması gerekirdi. Eğer, böyle bir duyurma ve pratik söz konusu değil ve bu olguya yönelik ilk muhatap toplumda bu konu ile ilgili tartışmalar da söz konusu değilse böyle bir olgunun olmadığına hükmetmek gerekiyor. Sadece, belli bir anlayışa sahip ve sadece bir kaç kişi kanalıyla geldiği iddia edilen haberlerin, sonradan, özel bir amaca yönelik veya yaşanan toplumsal travmaların sonucu olarak üretildiğini söylemek dışında başka bir seçenek kalmıyor.

Bu vahiy/ilahi kelam, ilk muhataplarıyla karşılaştığında kendisine muhataplarının kahır ekseriyetinin karşı çıktığı, bu çerçevede ciddi tartışmaların yaşandığı, ilgili herkesin malumudur. Bu tartışmaların izlerini hem Kur’an metninin kendisinde hem de ilgili rivayetlerde takip edebiliyoruz. Eğer o dönemde günlük hayatın bir parçası olarak Resulün her söz ve davranışı ilahi vahiyle belirlense, yani resul bütün veya bazı söz ve davranışlarının kendisine vahiy olarak geldiğini söylese, Kur’an vahyine karşı çıkan inkârcılarının bu “vahiyler”e (!) de karşı çıkmaları gerekirdi. Üstelik bu durumda muhatap açısından neyin vahiy olduğu konusunda bir kafa karışıklığı da kaçınılmaz olurdu. Ve sonuçta bu durum hem Kur’an ayetlerinde hem de diğer haberlerde yansımasını bulurdu. Ancak Kur’an’da ve rivayetlerde bu ve benzeri tartışmalara rastlamıyoruz.

Ayrıca hem Resûlullah’ın hem de ilk Müslümanların Kur’ân vahyinin, öğrenilmesine, ezberlenmesine, toplanmasına, korunmasına ve sonraki nesillere aktarılmasına yönelik yaptıkları da Resul’e Kur’an dışında bir vahiy verilmediğinin en önemli delillerinden birisidir.
Bilindiği gibi, Allah’ın Resulü, gelen Kur’ân ayetlerini, öncelikle insanlara duyurmuş, bunların Allah’tan gelen vahiyler olduğunu ifade etmiş, arkasından bu ayetleri, namazlarda okumuş, bütün Müslümanların güçleri oranında onu ezberlemelerini istemiş. Özellikle de Medine’de vahiyleri hemen yazıya geçirmeye çalışmış, bunun için özel kâtipler tahsis etmiş ve bu kâtipler tarafından yazılan metinleri de kendi hanesinde toplamıştır. Müslümanlar da gelen her vahyi/ vahiyöbeğini hemen ezberlemeye ve namazlarında okumaya gayret etmişler, imkânı olanlar kendileri için özel nüshalar oluşturmuşlardı. İlk muhataplar açısından günlük hayatın her aşamasında Kur’ân vahyi onlara rehber olmuş, onu ezberlemek, öğrenmek, anlayıp yaşamak çevresindeki insanlarla da paylaşmak için özel gayret sarf etmişlerdi.

Ancak ilk dönem rivayet malzemeleri incelendiğinde, ne Allah’ın Resulünün ne de sahabesinin, vahiy olduğu iddia edilen hadisler (söz ve davranışları) için böyle bir gayret içinde olmadıkları görülüyor. Böyle bir gayret içerisinde olmadıkları gibi bazı yanlış anlaşılmaları önlemek, özellikle de bazı Müslümanların ehli kitap kültüründen etkilenebilmeleri ihtimaline karşı, Resulün sözlerinin yazılması hem Resûlullah’ın sağlığında hem de ilk halifeler döneminde yasaklanmıştır. Ancak bunları günlük hayatta, merkezinde peygamberin olduğu veya olmadığı yaşanmış önemli olaylar, tüm toplumlarda olduğu gibi bu toplum tarafından da sonraki kuşaklara, bir kıssa ölçeğinde bir sözel kültür olarak babadan oğula aktarılması ile karıştırmamak gerekir.

Hal böyle iken, peygamberimizin bütün veya bazı söz ve davranışlarının da vahiy olduğunu iddia etmek, tarihi bir gerçeklik olarak ortaya konamamakta, aksine tarihi hakikatlere ters düşmektedir. Tarihin o döneminde yaşananlar ve o dönemden günümüze kalan miras Resûlullah’a sadece Kur’ân ayetlerinin vahyedildiğini söylemektedir. Gerçekten Resûlullah’a Kur’ân ayetleri dışında da bir vahiy gelseydi, Allah’ın Resulü ve ilk Müslümanlar, Resûlullah’ın söz ve davranışlarını güvenceye alma noktasında bu kadar ilgisiz ve vurdumduymaz bir tavır içinde olabilirler miydi? Resûlullah’ın söz ve davranışları gerçekten vahiy olsaydı, Kur’ân ayetleri için gösterilen gayretin, özen ve titizliğin aynısının onlar için de gösterilmesi gerekmez miydi?

Oysa ne Resûlullah’ı ne de Sahabeyi bu konuda bir gayret ve çalışma içinde görmüyoruz. Resulün söz ve davranışlarını ne yazıya geçirmişler, ne ezberlemişler ne namazlarda okumuşlar, ne öğretimi için özel alanlar, özel ortamlar ve özel öğretmenler ihdas etmişler, ne zaman ayırmışlar, ne de ileriye yönelik olarak Müslümanlara böyle bir tavsiyede veya vasiyette bulunmuşlardır. Özellikle Allah’ın bir Resûl’ü olarak Resulullah Muhammed’in, eğer varsa Allah’ın bu iki farklı vahyi karşısında taraf tutacağını, ayırımcılık yapacağını, bazısını gerekli, bazısını gereksiz göreceğini, imkân dâhilinde görebilmek bir Müslüman için nasıl mümkün olabilmektedir. Üstelik Kur’ân, Allah’ın Resûlü’nün kendisine gelen ayetler arasında ayırım yapmadığının, yapamayacağının, Allah’ın buna müsaade etmeyeceğinin örnekleriyle dolu iken…
Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni duyur, eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah kâfirlere hidayet etmez.(5/67)
Resulleri müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdik ki, resullerden sonra insanların Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah mutlak üstündür, yegâne hikmet sahibidir. Allah sana indirdiği (ilahi vahyi) kendi ilmi olarak (kendi yanından bir gerçeklik olarak) indirdiğine şahitlik eder. Melekler de şahitlik eder. Allah’ın şahitliği yeterlidir. (4/165)

Ancak, Peygamberin konumu ve misyonun yeniden tanımlandığı tedvin asrında, ortaya çıkan yeni gerçeklik peygamberin söz ve davranışlarının ortaya çıkarılmasına ihtiyaç duymuş, bu ihtiyacın gereği olarak, onun vefatından en az bir asır sonra Peygamber  “ne söylemişti?” arayışına girilmişti. Bu arayışın bir uzantısı olarak elde edilen metinlerin toplum nazarında etkili kılınıp kutsanması için bu metinler ilahi vahiy ile ilişkilendirilmişti.



[1] Bu iddialar ve bu iddiaların ne kadar gerçeği yansıttığı “Kur’an Dışı Vahyin İmkansızlığı” kitabımızda detaylı olarak ortaya konulmuştur. (Mehmet Yaşar Soyalan, Kur’an Dışı Vahyin İmkansızlığı, İşaret Yayınları, İstanbul.)
[2] İlk dönem müfessirlerden el-Ferra, ilgili ayetin yorumunda, “Yani O bu Kur’ân’ı kendi kafasından söylememektedir. O (Kur’ân) vahiyden başka bir şey değildir” demektedir. (el Ferrâ, Meâni’l-Kur’ân, II/95; (Kırbaşoğlu, İslam Düşüncesinde Sünnet, s. 219’dan naklen).
[3]Şafiî, er-Risâle, Tah.: A. Muhammed Şakir, s. 65-66, Nur Dağıtım, Ankara
[4] Şafiî, er-Risâle, Tah.: A. Muhammed Şakir, s. 77, Nur Dağıtım, Ankara
[5] Bu konu Kur’an Dışı vahyin İmkânsızlığı isimli kitabımızın II. Bölümünde “vav” ve “ev” edatlarının Kur’an’daki Kullanımları başlığı altında detaylı olarak tartışılmıştır. (Mehmet Yaşar Soyalan, Kur’an Dışı Vahyin İmkânsızlığı, s. 54-68, İşaret Yayınları, İstanbul.)
[6] Hem “hikmet” kelimesinin Kur’an’daki kullanımı hem de bu kelimenin ilahi vahiyle ilişkisi Kur’an Dışı vahyin İmkânsızlığı isimli kitabımızın Hikmet Kelimesinin Kur’ân Dışı Vahiy İle İlgisi bölümünde detaylı olarak işlenmiştir.

1 yorum:

  1. Ey iman etmiş kimseler! Elçi sizi, size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman, Allah’a ve Elçi’ye karşılık verin. Ve bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer. Ve siz, kesinkes O’nun huzurunda toplanacaksınız. Enfal.24
    PEYGAMBER (SAV)'E KUR'AN'DAN BAŞKA VAHİY GELDİ Mİ?
    İslam alimleri Kur-an'a “vahyi metluv”, sünnete de “vahyi gayri metluv” ismini vermişlerdir. Bununla da sünnetin vahiy olduğunu ima etmişlerdir.
    https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=738121466639257&id=100013242319421

    YanıtlaSil