1 Şubat 2016 Pazartesi

Barışın Ezeli ve Ebedi Düşmanı "Ötekileştiren Din"

Gazze’ye atılan her bomba, her bir masum çığlığı, kireçleşen her bir yüz, açlıktan kıvranan her çocuk, ötekileştiren din algısının bir sonucudur. Ötekileştirdiğini yolunması gereken bir çıbana, ezilmesi gereken bir yılana dönüştüren de, kendi müntesibini, patlamaya hazır bir bomba, gözü kara seri katil haline getiren de bu ötekileştiren din algısıdır. Bu ötekileştiren din, öyle bir ruh, öyle bir hayat algısı inşa ediyor ki, bu dinin inananı bir taraftan kendisini seçilmiş, üstün bir grup/millet olarak görüyor, bir taraftan da dünyaya nizamat vermenin sadece kendi uhdesinde olduğunu düşünüyor ve nizamatının önündeki her tür engeli kaldırmayı inancının bir gereği olarak algılıyor. Sonunda dünya bazılarının doğmaları ve kanlı hülyaları için bir cehenneme dönüyor.

Bu yaşananlar başka nasıl izah edilebilir. Henüz doğmamış çocukları, hamile kadınları, bir ayağı mezardaki ihtiyarları, felçli hastaları bile kendi doğmalarının önünde bir engel/tehlike görerek onların planlı bir şekilde tasarlanarak öldürülmesi başka nasıl izah edilebilir. Hatta bedenlere geçirilen çarşaflı hamile kadın resimli tişörtlerle askerlerinin katletme güdülerinin daha da azgınlaşabileceği,  daha çok öteki öldürülebileceği düşünülebiliyorsa bunun düşünen bunu planlayıp uygulayan zihin daha başka nasıl izah edilebilir.

Bu din algısı sadece öteki üretmiyor, öteki üreterek egemenliğini pekiştirmiyor, ürettiği ötekinin din algısını da tanımlayıp inşa ediyor. Onu öyle sıkıştırıyor öyle zorluyor ki ona varlığını sürdürebilmek için bedenini patlatma dışında bir seçenek bırakmıyor. Kendisini yeniden inşa edebileceğini düşünerek insanlığından geriye kalan son parçasını da bir düşmanla birlikte patlatıyor. Oysa her patlayan beden, her sıkılan kurşun, hangi taraftan olursa olsun öldürülen her masum ötekileştiren din algısına can ve kan olarak geri dönüyor. Tüm bunlar, zulümlerini meşrulaştırmanın, inananlarının inancını arttırmanın bir yolu olarak görülüyor. Doğmalarla oluşturulan fanatizm, masumların kanı ve canı ile yaşatılıyor. Toplumsal barışın bir kavram olarak konuşulmasını bile imkânsız kılıyor.

Bu din algısı sadece toplumsal barışın değil, insanlık adına oluşması muhtemel en küçük ümidin, küçücük bir hayalin tohumunun atılmasına bile imkân vermiyor. Bu din algısı öyle bir inanan üretiyor ki, öldürmeyi ve öldürülmeyi inancının tek şartı olarak biliyor, onu bir robota bir ölüm makinasına, bir kibir ve kin abidesine, afyonlanmış gibi bir madde bağımlısına dönüştürüyor. Bu dinin adının ne olduğu önemli değil. Bazılarının dilinde bu dinin adı bazen, Yahudilik, bazen Hıristiyanlık, bazen Müslümanlık/İslam, Hindu, vs. olarak telaffuz edilebilir. Önemli olan dinin adının ne olduğu değil, nasıl bir algı inşa ettiği, nasıl sosyal pratik ortaya koyduğudur. Her kaliteli markanın ismi taklit edilir. Taklit ürünler, markanın aslından haberdar olmayanlar ve taklitinden başkasını elde etme imkânı olmayanlar tarafından kullanılır. Eğer taklitlerinden rahatsızsalar, bu markanın sahiplerine düşen görev de taklitlerinden farklarını ortaya koyabilmektir.

Son yetmiş yıldır Filistin topraklarında bir din algısının ötekileştirdiği insanlara neler yapabileceğinin, yapabileceği zulüm ve haksızlıkların neler olabileceğinin, sınırını tasavvur etmede insan tahayyülünün aciz kaldığının iğrenç örnekleri ile doludur.

İnsanoğlunun bu iğrenç yüzü elbette sadece Filistin ve Gazze’de tezahür etmiyor, dün ve bugün bu iğrençlik farklı boyutlarda da olsa Myanmar’da, Bangledeş’te, Suriye’de, Irak’ta, Orta Asya’da, Afrika ve Amerika kıtalarında yaşanmaya devam ediyor. Farklı inanç ve kültürlere sahip insanlara yapılan bu zulümler, elbette ötekileştiren din algısının bir sonucudur. İnsan sayısı artıp, teknolojiye ve öldürücü silahlara ulaşmak kolaylaştıkça ve dünya küçüldükçe ötekileştirmenin boyutu da artıyor. Ötekileştirme arttıkça toplumsal barış imkânı da azalıyor.

Ancak hangi inanç kesimiyle konuşulursa konuşulsun, hemen hiç düşünmeden “bizim dinimiz öyle değil” diyerek kendi inancını temize çıkarmaya çalışır. İnancının yeryüzündeki tezahürlerine bakıp, ona inananların neler yaptığını araştırmak, yapılanların o inancı kabul etmeyenler tarafından nasıl görüldüğünü sorgulamak akıllarına gelmez.  Bu durum bir açıdan bakıldığında bir umuda da işaret eder. En azından böyle diyenlerin, ötekileştirmenin ortaya çıkardığı zulümleri kabullenemedikleri izlenimini verir. Uzun vadede de olsa mevcut din algılarının sorgulanacağı noktasında ümitvar olmamızı sağlar. Gelecekte oluşabilecek ümitler olanları, yakın ve orta vadede yaşanacakları ortadan kaldırmıyor. “Bizim dinimiz öyle değil” iddiası geçmişte ve günümüzde olanlara bakıldığında gerçeği yansıtmadığı görülüyor. Muhatap açısından bakıldığında “karakaplı kitaplarda” ne yazıldığından veya dinin sahibi tanrının ne dediğinden çok neler yaşandığı ve inananların saygı duyduğu din adamlarının ne dediği, nasıl bir din ve dindar tasviri yaptığıdır. Çünkü bütün geleneksel din algılarında, tanrı da, tanrının gönderdiği kitap da, dinin peygamberi de ruhbanın/ulemanın ağzından muhatabına/inananına ulaşır, bunlar günlük hayatta fetva ve dini yaptırımlar olarak ortaya çıkar. Bu açıdan “geçek din nedir ve hangisidir?” çok eski bir sorudur ve soruya verilen her cevap da bir mezhep veya ekol olarak yeni bir din kimliği ile karşımıza çıkagelmiştir. Dolayısıyla “gerçek din- din”, “gerçek din- inanan” ilişkisi bir kısır döngüye dönüşerek sürer gider. Bu süre giden kısır döngü de günlük hayatta zulüm ve haksızlık olarak tezahür etmeye devam eder.

Aslında muhatabı insan olan her inanç, en azından inananına huzur ve barış vaat eder. Belki küçük bir iki istisna dışında -en azından teorik boyutta- bütün dinler bütün insanlığı kucaklamayı, bir ideal olarak ortaya koyarlar. Ancak o inançlara sahip insanlar yeryüzüne egemen olmaya başlayınca, Allah’ın tüm insanlık için yarattığı yeryüzü nimetlerini sadece kendilerine has kılmaya çalışırlar. İşte burası bozulmanın başladığı noktadır. Çünkü burada insani bütün zaaflar devreye girer. Eğer din – inanan ilişkisi temel ve gerçekçi, uygulanabilir ilke ve kurallara bağlı değilse, din muhatabının emrine girer. Bu yaşayan pek çok dinde böyledir. En bariz örneği de Gazze turnusolunda, Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık özelinde kendisini ortaya koymaktadır. Yahudi dini, eli kanlı katillerin emrine girmiş, inananı ölüm robotlarına çevirmiş. Hıristiyanlık dini ölüm tacirlerinin emrine girmiş, inanından vicdanını alarak onu kör ve sağır kılarak ölüm makinalarına enerji sağlayan aletlere dönüştürmüş. Özgürlüğün ve adaletin dini Müslümanlık dünyanın pek çok bölgesinde, diktatörlerin emrindeki ruhbanların elinde, o dinin inananını, kendi basit çıkarının kölesi haline getirmiş de bebek katillerinin müteşekkiri kılıyor.

Dinin adalet ve huzurun kaynağı olduğuna inanan bizler ise katliamları çaresizce seyretmek, yüreğimiz kan ağlayarak, cebimizdeki üçbeş kuruşu vermek, sakaklardaki kaldırımlara kafamızı vurmak dışında bir şey yapamıyoruz. Sesli ve sessiz çığlıklarımız gök kubbenin boşluklarında kaybolup giderek demirleşen yüreklere erişemiyor. Yarına ve insanlığa dair ümitler her saniye biraz daha tükenirken, bu çaresizlik yüreğimizi çöle çevirerek bizleri de yarın yoksa bugün de olmasın noktasına getiriyor.

Sözü uzatmanın anlamı yok; yeryüzü nimetlerine bir el koyma durumu söz konusu ise bu her durumda ancak dinin yardımı ve yol vermesi ile mümkün olur. Dinler de ruhbanlarının diliyle konuşup, ruhban -yönetici ikilisinin işbirliği ile suya, taşa, toprağa, sosyal, siyasal ve ekonomik hayata egemen olduğundan bu el koyma işinde dinler bir araç ve meşrulaştırıcı unsur olarak işlev görürler. Din adına konuşan ruhban ve din adına uygulama yapan yöneticiler de yaptıklarını genellikle, dini, bir araç, kendi ideallerini, arzu ve isteklerini de amaç edinerek yaparlar.

Dinin buradaki en önemli işlevi, inananını kutsaması, inanmayanını dışlaması, ötekileştirip şeytanlaştırmasıdır. Kutsanmamış inanan, yeryüzünü nasıl sadece kendi mülkü kılacak ve kendisi gibi etten kemikten oluşan hemcinslerinin kendisi gibi kullana geldiği yeryüzü nimetlerini, onları ötekileştirip şeytanlaştırmadan ellerinden alabilecektir? İşte ona bu gücü ve yetkiyi ötekileştiren din veriyor, her yolu mubah, her ahlaki kuralı geçersiz kılıyor. Dilediğine azap eden dilediğine mükâfat veren, adalet ve ahlak dâhil hiçbir kuralla kendini bağlamayan, otoriter ve Cabbar Yaratıcının elini üzerinde hisseden insan, yaratının kılıcı olarak neler yapmaz ki… Merhameti ve adaleti tanrısına yakıştıramayan bir kulu, kim, hangi güç, adil ve merhametli olmaya, ahlaki ilkelere uymaya zorlayabilir ki…

Burada ötekileştiren din dediğimizde ruhban/ulema- yönetici ikilisinin yeniden inşa ettiği ve bugün yeryüzünde cari olan dini uygulamalardan, hâkim inanç ve kültürlerden söz ediyoruz. Ve diyoruz ki gerçek din ötekileştiren dinin, adalet zulmün, barış savaş ve kaosun, paylaşma açlık ve kıtlığın, özgürlük esaretin, merhamet ve ahlak ötekileştirmenin panzehridir. Ötekileştirmeyen, adalet, merhamet, özgürlük, paylaşma, barış, ahlak ve sorumluluk olarak tezahür eden dinin adı, her dönemde barış ve esenlik anlamında İslam, onun inananı da Barış ve adaletin ikame edicisi olarak Müslümandır. Şimdi o İslam nerede, o Müslüman nerededir. Bütün zulüm ve haksızlıkları potasında eriterek adalet ve vicdana dönüştüren gerçek din nerededir? Her suresi, rahmet, merhamet, iyilik, barış sözleriyle başlayan o kitap nerededir.

Şu kadar milyon Müslümanın, gün de kaç milyar kere dudaklarından bu kelimeler besmele olarak döküldüğü halde bu sözler niçin hem söyleyenin hem de dinleyenin yüreğinde bir iz bırakmaz da yerleşecek bir yürek ararcasına boş semalarda yankılanır durur.

Kendimizi temize çıkarmaya gerek yok. Var olan her kötülükte bir payımız var. İster açlıktan ister Siyonist veya başka bir zalimin kurşunu ile can versin, her ölü çocuk bedenin bizim üzerimizde bir hakkı var. Muhammed İkbal’ın dediği gibi, Müslümanlıktan kaçıp İslama sığınma dışında bir seçeneğimiz yok. Bizim ellerimizle kana, açlığa, ahlaksızlığa, zulme, köleliğe aracı hale getirdiğimiz Müslümanlığımızı özgür ve vicdanlı kılmak yine ona inananların ve insanlığın omuzlarında bir sorumluluk olarak duruyor. Gök kapıları açılmayacak, gökyüzüne bakıp durmanın bir anlamı yok. Gök bütün nurunu zaten yeryüzüne yağdırmış, ancak gözler kör, yürekler çöl, akıl yok olduğundan fark edilemiyor. Üstelik gök kapıları da zaten herkes için, her an eskiden de olduğu gibi daima açık.

Yüreğimize bakalım, dilimizden çıkan söze bakalım, yediğimize, içtiğimize ürettiğimize bakalım, çalıştırdıklarımıza, sadakalarımıza, komşumuza, arkadaşımıza bakalım; bizim gibi düşünmeyenler, bizim gibi yaşamayanlar, bizim dilden konuşmayanlar, bizim mahalleden olmayanlar, bizim gibi inanmayanlar, yüreğimizde eriyip bize mi dönüşüyorlar veya biz onlara mı dönüşüyoruz veya onlar ve bizler olarak adalet ve vicdan havuzunda ayrı bir “biz” mi oluyoruz? Yoksa, dilimiz onları itiyor, dinimiz onları itiyor, çıkarlarımız, korkularımız onları itiyor da, birbirimize gardımızı almış olarak onlar ve bizler olarak öteki oluyor ve öteki mi üretiyoruz?


Soru bizde, cevap bizde, hastalık bizde, reçete bizde, cennet ve cehennem de bizde..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder