Gazze’ye
atılan her bomba, her bir masum çığlığı, kireçleşen her bir yüz, açlıktan
kıvranan her çocuk, ötekileştiren din algısının bir sonucudur. Ötekileştirdiğini
yolunması gereken bir çıbana, ezilmesi gereken bir yılana dönüştüren de, kendi
müntesibini, patlamaya hazır bir bomba, gözü kara seri katil haline getiren de
bu ötekileştiren din algısıdır. Bu ötekileştiren din, öyle bir ruh, öyle bir
hayat algısı inşa ediyor ki, bu dinin inananı bir taraftan kendisini seçilmiş,
üstün bir grup/millet olarak görüyor, bir taraftan da dünyaya nizamat vermenin
sadece kendi uhdesinde olduğunu düşünüyor ve nizamatının önündeki her tür
engeli kaldırmayı inancının bir gereği olarak algılıyor. Sonunda dünya
bazılarının doğmaları ve kanlı hülyaları için bir cehenneme dönüyor.
Bu
yaşananlar başka nasıl izah edilebilir. Henüz doğmamış çocukları, hamile
kadınları, bir ayağı mezardaki ihtiyarları, felçli hastaları bile kendi
doğmalarının önünde bir engel/tehlike görerek onların planlı bir şekilde
tasarlanarak öldürülmesi başka nasıl izah edilebilir. Hatta bedenlere geçirilen
çarşaflı hamile kadın resimli tişörtlerle askerlerinin katletme güdülerinin
daha da azgınlaşabileceği, daha çok
öteki öldürülebileceği düşünülebiliyorsa bunun düşünen bunu planlayıp uygulayan
zihin daha başka nasıl izah edilebilir.
Bu
din algısı sadece öteki üretmiyor, öteki üreterek egemenliğini pekiştirmiyor,
ürettiği ötekinin din algısını da tanımlayıp inşa ediyor. Onu öyle sıkıştırıyor
öyle zorluyor ki ona varlığını sürdürebilmek için bedenini patlatma dışında bir
seçenek bırakmıyor. Kendisini yeniden inşa edebileceğini düşünerek
insanlığından geriye kalan son parçasını da bir düşmanla birlikte patlatıyor. Oysa
her patlayan beden, her sıkılan kurşun, hangi taraftan olursa olsun öldürülen
her masum ötekileştiren din algısına can ve kan olarak geri dönüyor. Tüm bunlar,
zulümlerini meşrulaştırmanın, inananlarının inancını arttırmanın bir yolu
olarak görülüyor. Doğmalarla oluşturulan fanatizm, masumların kanı ve canı ile
yaşatılıyor. Toplumsal barışın bir kavram olarak konuşulmasını bile imkânsız
kılıyor.
Bu
din algısı sadece toplumsal barışın değil, insanlık adına oluşması muhtemel en
küçük ümidin, küçücük bir hayalin tohumunun atılmasına bile imkân vermiyor. Bu
din algısı öyle bir inanan üretiyor ki, öldürmeyi ve öldürülmeyi inancının tek
şartı olarak biliyor, onu bir robota bir ölüm makinasına, bir kibir ve kin
abidesine, afyonlanmış gibi bir madde bağımlısına dönüştürüyor. Bu dinin adının
ne olduğu önemli değil. Bazılarının dilinde bu dinin adı bazen, Yahudilik,
bazen Hıristiyanlık, bazen Müslümanlık/İslam, Hindu, vs. olarak telaffuz
edilebilir. Önemli olan dinin adının ne olduğu değil, nasıl bir algı inşa
ettiği, nasıl sosyal pratik ortaya koyduğudur. Her kaliteli markanın ismi
taklit edilir. Taklit ürünler, markanın aslından haberdar olmayanlar ve taklitinden
başkasını elde etme imkânı olmayanlar tarafından kullanılır. Eğer
taklitlerinden rahatsızsalar, bu markanın sahiplerine düşen görev de
taklitlerinden farklarını ortaya koyabilmektir.
Son
yetmiş yıldır Filistin topraklarında bir din algısının ötekileştirdiği
insanlara neler yapabileceğinin, yapabileceği zulüm ve haksızlıkların neler
olabileceğinin, sınırını tasavvur etmede insan tahayyülünün aciz kaldığının
iğrenç örnekleri ile doludur.
İnsanoğlunun
bu iğrenç yüzü elbette sadece Filistin ve Gazze’de tezahür etmiyor, dün ve
bugün bu iğrençlik farklı boyutlarda da olsa Myanmar’da,
Bangledeş’te, Suriye’de, Irak’ta, Orta Asya’da, Afrika ve Amerika kıtalarında
yaşanmaya devam ediyor. Farklı inanç ve kültürlere sahip insanlara yapılan bu
zulümler, elbette ötekileştiren din algısının bir sonucudur. İnsan sayısı
artıp, teknolojiye ve öldürücü silahlara ulaşmak kolaylaştıkça ve dünya
küçüldükçe ötekileştirmenin boyutu da artıyor. Ötekileştirme arttıkça toplumsal
barış imkânı da azalıyor.
Ancak
hangi inanç kesimiyle konuşulursa konuşulsun, hemen hiç düşünmeden “bizim
dinimiz öyle değil” diyerek kendi inancını temize çıkarmaya çalışır. İnancının
yeryüzündeki tezahürlerine bakıp, ona inananların neler yaptığını araştırmak,
yapılanların o inancı kabul etmeyenler tarafından nasıl görüldüğünü sorgulamak
akıllarına gelmez. Bu durum bir açıdan
bakıldığında bir umuda da işaret eder. En azından böyle diyenlerin, ötekileştirmenin
ortaya çıkardığı zulümleri kabullenemedikleri izlenimini verir. Uzun vadede de
olsa mevcut din algılarının sorgulanacağı noktasında ümitvar olmamızı sağlar. Gelecekte
oluşabilecek ümitler olanları, yakın ve orta vadede yaşanacakları ortadan
kaldırmıyor. “Bizim dinimiz öyle değil” iddiası geçmişte ve günümüzde olanlara
bakıldığında gerçeği yansıtmadığı görülüyor. Muhatap açısından bakıldığında
“karakaplı kitaplarda” ne yazıldığından veya dinin sahibi tanrının ne
dediğinden çok neler yaşandığı ve inananların saygı duyduğu din adamlarının ne
dediği, nasıl bir din ve dindar tasviri yaptığıdır. Çünkü bütün geleneksel din
algılarında, tanrı da, tanrının gönderdiği kitap da, dinin peygamberi de ruhbanın/ulemanın
ağzından muhatabına/inananına ulaşır, bunlar günlük hayatta fetva ve dini
yaptırımlar olarak ortaya çıkar. Bu açıdan “geçek din nedir ve hangisidir?” çok
eski bir sorudur ve soruya verilen her cevap da bir mezhep veya ekol olarak
yeni bir din kimliği ile karşımıza çıkagelmiştir. Dolayısıyla “gerçek din- din”,
“gerçek din- inanan” ilişkisi bir kısır döngüye dönüşerek sürer gider. Bu süre
giden kısır döngü de günlük hayatta zulüm ve haksızlık olarak tezahür etmeye
devam eder.
Aslında
muhatabı insan olan her inanç, en azından inananına huzur ve barış vaat eder.
Belki küçük bir iki istisna dışında -en azından teorik boyutta- bütün dinler
bütün insanlığı kucaklamayı, bir ideal olarak ortaya koyarlar. Ancak o
inançlara sahip insanlar yeryüzüne egemen olmaya başlayınca, Allah’ın tüm
insanlık için yarattığı yeryüzü nimetlerini sadece kendilerine has kılmaya
çalışırlar. İşte burası bozulmanın başladığı noktadır. Çünkü burada insani
bütün zaaflar devreye girer. Eğer din – inanan ilişkisi temel ve gerçekçi,
uygulanabilir ilke ve kurallara bağlı değilse, din muhatabının emrine girer. Bu
yaşayan pek çok dinde böyledir. En bariz örneği de Gazze turnusolunda,
Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık özelinde kendisini ortaya koymaktadır.
Yahudi dini, eli kanlı katillerin emrine girmiş, inananı ölüm robotlarına
çevirmiş. Hıristiyanlık dini ölüm tacirlerinin emrine girmiş, inanından
vicdanını alarak onu kör ve sağır kılarak ölüm makinalarına enerji sağlayan
aletlere dönüştürmüş. Özgürlüğün ve adaletin dini Müslümanlık dünyanın pek çok
bölgesinde, diktatörlerin emrindeki ruhbanların elinde, o dinin inananını,
kendi basit çıkarının kölesi haline getirmiş de bebek katillerinin müteşekkiri kılıyor.
Dinin
adalet ve huzurun kaynağı olduğuna inanan bizler ise katliamları çaresizce
seyretmek, yüreğimiz kan ağlayarak, cebimizdeki üçbeş kuruşu vermek,
sakaklardaki kaldırımlara kafamızı vurmak dışında bir şey yapamıyoruz. Sesli ve
sessiz çığlıklarımız gök kubbenin boşluklarında kaybolup giderek demirleşen
yüreklere erişemiyor. Yarına ve insanlığa dair ümitler her saniye biraz daha
tükenirken, bu çaresizlik yüreğimizi çöle çevirerek bizleri de yarın yoksa
bugün de olmasın noktasına getiriyor.
Sözü
uzatmanın anlamı yok; yeryüzü nimetlerine bir el koyma durumu söz konusu ise bu
her durumda ancak dinin yardımı ve yol vermesi ile mümkün olur. Dinler de
ruhbanlarının diliyle konuşup, ruhban -yönetici ikilisinin işbirliği ile suya,
taşa, toprağa, sosyal, siyasal ve ekonomik hayata egemen olduğundan bu el koyma
işinde dinler bir araç ve meşrulaştırıcı unsur olarak işlev görürler. Din adına
konuşan ruhban ve din adına uygulama yapan yöneticiler de yaptıklarını genellikle,
dini, bir araç, kendi ideallerini, arzu ve isteklerini de amaç edinerek
yaparlar.
Dinin
buradaki en önemli işlevi, inananını kutsaması, inanmayanını dışlaması,
ötekileştirip şeytanlaştırmasıdır. Kutsanmamış inanan, yeryüzünü nasıl sadece kendi
mülkü kılacak ve kendisi gibi etten kemikten oluşan hemcinslerinin kendisi gibi
kullana geldiği yeryüzü nimetlerini, onları ötekileştirip şeytanlaştırmadan
ellerinden alabilecektir? İşte ona bu gücü ve yetkiyi ötekileştiren din
veriyor, her yolu mubah, her ahlaki kuralı geçersiz kılıyor. Dilediğine azap
eden dilediğine mükâfat veren, adalet ve ahlak dâhil hiçbir kuralla kendini
bağlamayan, otoriter ve Cabbar Yaratıcının elini üzerinde hisseden insan,
yaratının kılıcı olarak neler yapmaz ki… Merhameti ve adaleti tanrısına
yakıştıramayan bir kulu, kim, hangi güç, adil ve merhametli olmaya, ahlaki
ilkelere uymaya zorlayabilir ki…
Burada
ötekileştiren din dediğimizde ruhban/ulema- yönetici ikilisinin yeniden inşa
ettiği ve bugün yeryüzünde cari olan dini uygulamalardan, hâkim inanç ve
kültürlerden söz ediyoruz. Ve diyoruz ki gerçek din ötekileştiren dinin, adalet
zulmün, barış savaş ve kaosun, paylaşma açlık ve kıtlığın, özgürlük esaretin,
merhamet ve ahlak ötekileştirmenin panzehridir. Ötekileştirmeyen, adalet,
merhamet, özgürlük, paylaşma, barış, ahlak ve sorumluluk olarak tezahür eden
dinin adı, her dönemde barış ve esenlik anlamında İslam, onun inananı da Barış
ve adaletin ikame edicisi olarak Müslümandır. Şimdi o İslam nerede, o Müslüman
nerededir. Bütün zulüm ve haksızlıkları potasında eriterek adalet ve vicdana
dönüştüren gerçek din nerededir? Her suresi, rahmet, merhamet, iyilik, barış
sözleriyle başlayan o kitap nerededir.
Şu
kadar milyon Müslümanın, gün de kaç milyar kere dudaklarından bu kelimeler
besmele olarak döküldüğü halde bu sözler niçin hem söyleyenin hem de dinleyenin
yüreğinde bir iz bırakmaz da yerleşecek bir yürek ararcasına boş semalarda
yankılanır durur.
Kendimizi
temize çıkarmaya gerek yok. Var olan her kötülükte bir payımız var. İster
açlıktan ister Siyonist veya başka bir zalimin kurşunu ile can versin, her ölü
çocuk bedenin bizim üzerimizde bir hakkı var. Muhammed İkbal’ın dediği gibi,
Müslümanlıktan kaçıp İslama sığınma dışında bir seçeneğimiz yok. Bizim
ellerimizle kana, açlığa, ahlaksızlığa, zulme, köleliğe aracı hale getirdiğimiz
Müslümanlığımızı özgür ve vicdanlı kılmak yine ona inananların ve insanlığın
omuzlarında bir sorumluluk olarak duruyor. Gök kapıları açılmayacak, gökyüzüne
bakıp durmanın bir anlamı yok. Gök bütün nurunu zaten yeryüzüne yağdırmış,
ancak gözler kör, yürekler çöl, akıl yok olduğundan fark edilemiyor. Üstelik
gök kapıları da zaten herkes için, her an eskiden de olduğu gibi daima açık.
Yüreğimize
bakalım, dilimizden çıkan söze bakalım, yediğimize, içtiğimize ürettiğimize
bakalım, çalıştırdıklarımıza, sadakalarımıza, komşumuza, arkadaşımıza bakalım;
bizim gibi düşünmeyenler, bizim gibi yaşamayanlar, bizim dilden konuşmayanlar,
bizim mahalleden olmayanlar, bizim gibi inanmayanlar, yüreğimizde eriyip bize
mi dönüşüyorlar veya biz onlara mı dönüşüyoruz veya onlar ve bizler olarak
adalet ve vicdan havuzunda ayrı bir “biz” mi oluyoruz? Yoksa, dilimiz onları
itiyor, dinimiz onları itiyor, çıkarlarımız, korkularımız onları itiyor da,
birbirimize gardımızı almış olarak onlar ve bizler olarak öteki oluyor ve öteki
mi üretiyoruz?
Soru
bizde, cevap bizde, hastalık bizde, reçete bizde, cennet ve cehennem de bizde..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder