Resulullah
döneminde Ensar ve Muhacirlerden oluşan ortak savunma birliklerle Müslüman
coğrafyaya saldıran veya saldırma hazırlığında bulunanlar ile savaşmak veya
onlara gözdağı vermek amaçlı yapılan askeri seferler Resulullah sonrasında, pek
çok etkenin bir araya gelmesi sonucunda savunma amacını çok aşan, ganimet
merkezli, önü alınamayan fetih hareketlerine dönüştü.
(Adına
“Gazve” denilen 15-20 kişilik küçük grupların yaptığı eylemler bunun
dışındadır. Onlar bu anlamda bir askeri birlik sayılmazlar. Bunlar sadece muhacirlerin
katıldığı küçük birliklerdi. Bu olayları, hicret etmek zorunda bırakılmış,
dolayısıyla mal ve mülklerine el konulmuş insanlarla, mallarına el koyanlar
arasındaki ve biraz da aile/kabile içi özel hesaplaşmalar olarak görmek
gerekir.)
Bu
fetih hareketleri, Müslümanlar açısından “i’lay-ı kelimetullah’ı yeryüzüne hâkim
kılma”, “İslam’ı askeri yöntemlerle yayma” ve “Yeryüzünü Müslümanlar adına
Müslüman sultanın mülkü yapma” ideali “cihad”/kital/savaş olarak tanımlandığı
ve bu “cihad” algısının onların bir inancı olarak tezahür ettiği inkâr edilemez.
Ancak bu durum, Müslümanları Kur’an’ın temel hedeflerinden uzaklaştırdığı gibi,
onları sıradan savaşçılardan bir savaşçıya, devletlerini de sıradan
imparatorluklardan bir imparatorluğa dönüştürdüğü de tarihi bir gerçektir. Kur’an’ın
üzerinde önemle durduğu ve Müslüman bireye sorumluluk olarak yüklediği “yeryüzüne
adaleti hâkim kılma” ideali, “yeryüzünün sahibi olmaya” nasıl evirilmiştir? Geçmişte
ve günümüzde ne bu soru ne de cevabı Müslüman zihinde kendisine bir yer bulamamıştır.
Bu yaşananları ve gelinen durumu “İslami” olarak görme zaafı bugün de devam
etmektedir.
Bu
gerçeklik mi, (yani fetihler mi?) Müslümanları, kendilerini yeryüzünün
efendileri olarak görme yanlışına sürüklemiştir, yoksa hemen Resulullah
sonrasında kabile asabiyesinin din algısında meydana getirdiği değişim mi
onları, yeryüzünü Müslüman sultanın mülkü yapmaya yöneltmiştir? Bu öncelik
sonralık ilişkisi, gelinen durumu, (var olanı), ve yaşanan travmaları
değiştirmese de Müslüman zihni yeniden inşa ederken ve var olanı anlamak için
oldukça önemli olacaktır. Bu konuyu tartışmayı başka bir yazıya bırakarak var
olan durum üzerinde konuşalım.
Bu
cihad süreci, öncelikle Arabistan Yarımadası kökenli Müslümanların hayata
bakışlarında, alışkanlıklarında, mal ve toprak ilişkilerinde, ticaret
algılarında ve ticaret yapma, malı ve parayı (altını-gümüşü vs.) kullanma
biçimlerinde ciddi değişiklikler meydana getirdi. Sürekli cihad/fetih/savaş olgusu
aynı zamanda yeni bir ticaret ve ekonomi şekli olarak da tezahür etti. Savaşın
kendisi kadim dönemlerden beri bir gelir kapısı olarak algılanırdı. Bu bütün
kralların çok iyi bildiği bir şeydi. Burada çelişki gibi görülen şey, doğası
gereği zulüm ve öteki üreten krallıkları adalet devletine evireceklerini iddia
eden Müslümanların İmparatoryal düzenlerin savaş ekonomisini satın alarak bir
Müslüman kral olarak kullanmaya başlamalarıdır.
Gerçi
bu olgu Arap yarımadası kökenli Arapların çok yabancısı oldukları bir durum
değildi. Onlar da anlaşmalı olmadıkları kabilelerin mal ve mülklerini hatta
kadın ve gençlerini “talan” unsuru olarak görürlerdi. Hiç ummadıkları bir anda
o kabileye saldırarak ticari değeri olan her şeye el koyarlar, esir aldıkları
kadınları ve gençleri köle olarak pazarlarda satarlardı. Tek fark, İmparatoryal
yapıda bu işler daha profesyonelce ve komplike bir şekilde yapılıyordu.
Savaşın
kendisinin gelir kaynağı olmasının yanında orduların varlığı da pek çok alanda
savaş ekonomisi diyebileceğimiz yeni bir sektör oluşturdu. Sadece orduya
yönelik, onun gıda ve diğer teçhizat ihtiyaçlarının karşılanması için yeni
işletmeler ihdas edildi. Askerlerin ve ailelerinin yerleşim ve konut
sorunlarını gidermeye yönelik garnizon şehirler kuruldu.
Cehd’ten
Cihada, Cihad’tan Fetihlere…
Artık
şartlar Resulullah döneminde olduğundan çok farklıydı. Zaten Müslümanların
algısı ve beklentisi de çok değişmişti. Örneğin Resulullah dönemindeki gibi
bineği olanın kendi bineğiyle, olmayanın yaya olarak katıldığı ve diğer
ihtiyaçların, ekonomik durumu iyi olanların yaptığı bağış ve yardımlarla
karşılandığı bir sefer fotoğrafı çok eskilerde kalmıştı. Zaten savaşın amacı da
araçları da değişmişti. Burada en temel belirleyici etken “ganimet” gerçeğiydi.
Ganimetin elde edilebilmesi için “savaşçı’ya/mücahid’e”, savaşçının istihdam
edilebilmesi için de ganimete ihtiyaç vardı. Burada bir tavuk-yumurta ilişkisi
gibi bir durum söz konusuydu. Esas olan Roma/Bizans ve Sasani/İran
imparatorluklarının kıskacı altında çölde mahsur kalmış bir topluluk, çölün
dışına çıkmak için aralandığını fark ettikleri kapıyı sonuna kadar açarak
verimli ovalara inmek istekleridir. İşin meşrulaştırma ve motivasyon kısmı
arkadan gelebilirdi.
İlk
büyük seferler sonrasında Müslümanlar “ganimet gerçeği” ile tanıştılar, süreç
içerisinde bu işler bir kurala bağlandı, bürokrasisi oluşturuldu. Bu devasa savaş giderleri “ganimet”
kaleminden karşılanır oldu. Savaşa katılanların sayısı ve giderlerin miktarı
arttıkça ganimetin miktarının da artması gerekiyordu. Bu gerçeklik sürekli bir
savaş, sürekli bir cihad halini zorunlu hale getirdi. Savaşın kendisi amaç
haline gelmişti, hatta ticari bir amaca dönüşmüştü. Zaten “garnizon şehirler”
de hem çölden ovaya inmenin hem de sürekli savaş halinin bir gereği olarak
ortaya çıkmıştı.
Şehir
de kendi dilini ve kültürünü çok geçmeden inşa etti. Şehrin sakinleri de bu
kültürü içselleştirdiler. Oranın ruhuna uygun davranılmaya, o ruha uygun bir
dil kullanılmaya başladılar. Hem çölün sert ve somut yapısı, hem savaşın soğuk
yüzü, hem de garnizon şehirlerin ruhu bir araya gelince, yeni bir dil ve kültür
ortaya çıktı. Çöldekinden farklı, kadim şehirlerdekine benzemeyen bir dil ve
kültür oluştu. Bu dil, bedevi kültürün de etkisiyle garnizon şehirlerde daha militarist/askeri
bir yapıya evirildi; merkezinde ganimet olan bir hayat ve bir ganimet kültürü oluştu.
Bu
militarist dil ve din algısı ile birlikte “ganimet” kültürü Müslümanın
kimliğini yeniden inşa etti. Ganimet hem devletin hazinelerinin doldurulmasının
bir aracı hem de Müslüman bireylerin geçim kaynağı olarak işlev görmeye
başladı. Bu durum; savaşçıların, bir fatih olarak savaştıkları toplumu en iyimser
ifadeyle ötekileştirmelerine neden olduğu gibi, mağlup toplumların algılarında
da nemli değişikliklere yol açtı ve bize “Kılıç Müslümanları” denilen bir
deyimi miras bıraktı. Uygulanan “zimmi hukuku” fethedilen coğrafyanın asli
unsurlarının hayatını zorlaştırdığı için çok geçmeden Asya ve Afrika kıtasının
neredeyse yarısı şeklen de olsa kendilerini Müslüman olarak ifade etmeye
başladılar.
Bu
durum bizi “mevali” denilen bir kavramla tanıştırdı. Hafifletilmiş kölelik gibi
bir şeydi bu. Her mevalinin hem bireysel anlamda hem de hukuksal ve kabilesel
anlamda bir efendisi vardı. Fetih hukuku kabile asabiyesi üzerinden yeniden
inşa edildi. (Bu düzen körfez ülkelerinde hala canlı olarak yaşamaktadır.) İslam öncesi “himaye geleneği” özü değişmeden sultanlar/imparatorluklar
düzeninde yeniden kurgulandı. Yeni mühtedi mevaliler, ismen ve şeklen Müslüman
ancak derinlerde kendi eski inançlarını ve kültürünü yaşayan kalabalıklar
olarak yaşamaya devam ettiler. Özellikle ilk kuşaklar için bu durum daha bir
gerçekti.
Bu
gerçeklik fethedilen coğrafyalarda galiplere karşı içten içe bir düşmanlığın doğup
yayılmasına ve isyan hareketlerinin bir yaşam biçimine dönüşmesine neden oldu.
İlginç olan şey, İsyancılarla “fatihlerin” aynı “cihatçı” dili kullanıyor
olmalarıydı. Yeni mühtedi Mevaliler dâhil herkes “Kur’an’daki Allah adına
savaştığını” söylüyordu. Bu ötekileştiren fetihçi algının doğal bir sonucu
olarak kendilerini “İslami” olarak niteleyen ve “cihad”ı isyanlarının bir aracı
olarak gören pek çok yeni grup ve fırka ortaya çıktı. Cihad ve ganimet bu
isyanların da en önemli nedeni ve üstelik onu meşrulaştıran ayağıydı.
Bu
yeni “cihad” algısı isyanları besleyip büyüttü.
“Müslüman olmayan diyarlar”a karşı başlatılan seferler bir müddet sonra
“içe” yönelmek durumunda kaldı. Fethedilen topraklar yeniden yeniden
fethedildi. İmparatorluklar küçük devletlere bölündü. Küçük devletler
imparatorluklar kurabilmek için yeni fetih hareketlerine yöneldiler. Bu kısır
döngü devam etti geldi. Artık “cehd”/haksızlığa karşı mücadele; “cihad”a/ savaşa,
cihad; “fetihlere (gayrimüslimlerin yaşadıkları toprakların/bölgelerin
Müslümanların egemenlikleri altına alınması) dönüştü. Oysa “cehd”, “cihad”
“kital” ve “fetih” kelimeleri hem Kur’an’da hem de Kur’an’ın inzal edildiği
dönemde birbirinden bağımsız ve her birinin kendisine özgü bir anlam dünyası
vardı ve bu anlamlar sonraki dönemlerde kazandığı anlamlardan ve kullanıldığı
bağlamlardan oldukça farklıydı.
“Feth”
Kelimesinin Fethedilmesi
Fetih
kelimesi Kur’an’da, bir şeyi açmak veya iki şeyin arasını açmak, hakikati
ortaya çıkarmak, bu çerçevede nihai karar ve sonuç anlamında kullanılırken
sonraki dönemlerde sadece “savaşta elde edilen zafer”, “bir toprak parçasını
ele geçirmek”, “galibiyet” anlamında kullanılmaya başlanmıştır.
Hakikatin
ortaya çıkmasının doğal bir sonucu olarak, yeni bir sayfa açmak, yeni bir
dönemi başlatmak, yeni bir başlangıç yapmak, yeni bir çığır açmak gibi bir
anlam verebileceğimiz, Fetih, Hadid, Nasr Surelerindeki “feth” kelimeleri
nedense sonraki süreçlerde, “bir toprak parçasını, bir bölgeyi savaş yolu ile
ele geçirmek”, “savaşta elde edilen zafer”, “galibiyet”, “ganimet” anlamında
kullanılır olmuştur. Bunun en temel sebebi Resulullah sonrası dönemdeki
toplumsal ve siyasi hayattaki değişimler ve bu değişimlerin Müslüman toplumun
din ve hayat algılarına yaptığı etkidir.
Fetih
kelimesi toplumun hafızasındaki haliyle, yani “ ele geçirme”, “sahip olma”, “zafer”
“galibiyet” ve “ganimet” anlamında kullanılmaya başlandığında kelimenin bir
öteki ürettiği veya öteki üzerinden konuşmaya başladığı görülür. Çünkü bu
anlamdaki bir fetih, mağlup edilen,
toprağı, malı, mülkü, tarihi, en önemlisi de özgürlüğü elinden alınarak
aşağılanan, zelil duruma düşürülen bir öteki üretir. Böylece muhatapla ilişki
biçiminin, konuşmanın hem bağlamı hem ortamı hem de dili/ruhu değişmiş olur.
Bunun istisnası işin doğası gereği mümkün değildir. Çünkü böyle bir dil, bütün
önermesini karşısında mağlup edilmesi gereken bir düşman varlığı üzerine kurar.
Bu kabul, kendisini militaristleştirdiği/ askerileştirdiği gibi karşısındakini
de kendisine düşman kılar ve onu da militaristleştirir. Bunun doğal bir sonucu
olarak hayat ve hayati bütün değerler, galip - mağlup olma çerçevesinde ele
alınır. Galip olan, mağlup olanın her şeyine sahip olur.
Kur’an
bu gerçekliği Süleyman- Melike/ Belkıs kıssası üzerinden, Melike’nin; "Gerçek şu ki, krallar (mulük) /
ordular bir ülkeye girdiklerinde orayı tarumar ederler; oranın özgür ve onurlu
insanlarını aşağılarlar. İstilacıların/kralların davranış tarzı (her zaman)
böyledir.”(Neml:27/34) sözü ile ifade eder. Dolayısıyla Kur’an bu fetih/
savaş diline sıcak bakmaz, ilgili kıssada anlatıldığı gibi, sorunu savaşarak
değil konuşarak çözmeyi, savaşın değil barışın esas olduğunu ortaya koyar. Kur’an’ın
Hudeybiye Anlaşmasını “fetih” olarak değerlendirmesi, Mekke’ye girildikten
sonra bir öteki üretilmemesi bu esasın uygulamasına yönelik güzel örnekleridir.
Kur’an
aynı şekilde, kelimenin sözlük anlamı “açmak” dışındaki tüm kullanımları,
hakikatin ne olduğu, nasıl tecelli edeceği çerçevesinde yoğunlaşmaktadır. Üstelik
Kur’an’ın, “FTH” köklü kelimelerin geçtiği bağlamlardaki anlatımı da, hakikatin
kendilerine bütün boyutları ile ortaya konmasına rağmen, onu inkâr eden ve
inkâr etmekle de kalmayıp inkârlarını zulüm ile diğer insanlara da dayatan
kişiler dışında (o da sadece ahirette) öteki üretmeyen veya ötekinden söz
etmeyen bir dil ile ifade edilmektedir.
Ancak
Kur’ani kavramların yeniden anlamlandırılması ve metnin araçsallaştırılmasıyla eskiye,
imparatoryal düzene dönülerek üretilen bu yeni fetihçi dil ve din algısı
Müslüman toplumun zihin yapısını ve davranış biçimini de önemli ölçüde
değiştirdi. Toplumun kutsalları ve öncelikleri de buna göre yeniden şekillendi.
Bu durum aynı zamanda toplumun Kur’an algısında da, ayetlerin anlaşılma
biçiminde de önemli değişikliklere neden oldu. Kur’an, oluşan bu algıya göre
anlaşılmaya başlandı ve bunun sonucu olarak Kur’an’ın kurucu ve hakem olma misyonu
devre dışı bırakıldı. Yani bireyin ve toplumun hafızasını oluşturma görevi/hadi
olma görevi Kur’an’ın elinden alınarak ulema-yönetici ortaklığına devredildi.
Böylece temel paradigması önemli ölçüde değiştirilerek Kur’an fatihlerin
ellerinde onların eylemlerini meşrulaştıran bir araç olarak algılanmaya
başlandı.
Müslümanlar,
mevcut sorunlu ve acınası hallerini düzeltmek, özgür ve müreffeh bir dünya inşa
etmek istiyorlarsa “düşmanlarından” önce kendilerini tanımak, düşmanlarından
önce kendi “makus talihlerini” yenmek durumundadırlar. İşe kendileri ile,
tarihleri ile, inandıkları ile, beklentileri ile, din ve dünya algılarıyla,
kısacası hayal ve tasavvurlarıyla yüzleşerek başlayabilirler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder