Bu yazı İslamiyat Dergisinde yayınlanmak üzere kaleme
alınmıştı. İslamiyat Dergisinin içinde bulunduğu durum ve daha başka
nedenlerden dolayı yayınlama imkanı olmadı. Bu yazının geniş bir özetini fikriyat.net
sitesinde yayınladım. Ancak son günlerde bu tartışmaların tekrar canlanması ve
çeşitli tartışmalar başlaması üzerine birçok karanlık noktayı aydınlatacağı
düşüncesi ilgili yazının tamamını yayınlıyoruz.
İslamiyat Dergisinin (cilt:10, sayı:1, ocak-mart 2007) son
sayısında Doç Dr. Mustafa Öztürk’ün “İslami Kökenciliğin Bir Tezahürü:
Mealcilik” adlı makalesi bir açıklama ve cevap hakkını doğurmuştur. Hem Mehmet
Yaşar Soyalan olarak kendimin, hem ilgili yazının omurgasını oluşturan Kalem
Dergisi’nin, hem bu dergiye katkıda bulunan diğer yazar arkadaşların, -Kalem’in
yayın yönetmeni olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki-, Mustafa Beyin makalesinde
iddia ettiği tanım, tasnif, isimlendirme ve değerlendirmelerin çoğu ile uzaktan
yakından ilgileri yoktur.
Bu makalede sık sık alıntı yapılan Kalem Dergisi, yazarları,
çevresi, hatta okurları bir dergi
algılamasının ötesinde, doğrudan veya dolaylı olarak, “geleneksel bilgilerden
bihaber”, “cahil”, “sahtekar”, “tepkisel”, “reddiyeci”, “meal dışında herhangi bir
kitap veya dini metin okumayan veya okunmasını istemeyen” önyargılı bir
topluluk olarak betimlenmiş, haksız, yanlı, yanlış, incitici, dışlayıcı,
küçümseyici ve “itibarsızlaştırıcı” bir dil kullanılmış, bununla da
kalınmayarak bu incitici ve dışlayıcı dil bir yargı ve kanaat olarak da ifade
edilmiştir. Bu yazımız, hem Mustafa Beyin bütünlükten uzak, yayınlandığı dönemi
dikkate almayan, çelişki ve maddi hatalarla dolu ve bir itibarsızlaştırma
işlevi gören yazısına bir cevap, hem de “Mealcilik” olgusunun ne olduğu
konusunda tarihe bir not düşmüş olacaktır.
Bilindiği gibi 70’li ve 80’li yıllar, Anadolu insanın siyasi
ve kültürel açıdan bilinçlenip geliştiği altın yıllardır. Şu anki mevcut
kültürel ve siyasi kazanımların temelleri o yıllarda atılmıştı. Dolayısıyla
günümüzdeki siyasi ve kültürel gelişim ve oluşumları anlayabilmek için o
yılların sağlıklı şekilde irdelenmesi gerekir. Konunun siyasi boyutu bir
tarafa, sadece konunun kültürel boyutunu esas alarak konuşursak, günümüzdeki
kültürel gelişmelere en önemli katkılardan birisini o yıllarda doğup yayılan
Kur’an’a Dönüş çabaları ve çağrıları olmuştur. Sezai Karakoç, Necip Fazıl,
Nurettin Topçu gibi milli vurgusu fazla olan yazarlar dışında topluma yol
gösterip rehberlik edecek herhangi bir yazar olmadığı gibi bir iki meal ve
tefsir dışında okunacak Kur’an ile ilgili herhangi bir çalışma da yoktu. Böyle
bir çalışma olmadığı gibi insanların Kur’an ne diyor gibi bir soru sormalarının
söz konusu olmadığı gibi böyle bir kaygıları da yoktu. O yıllarda İslam dahil her
şey daha çok milli duygular ve olgular çerçevesinde yorumlandığından İslam’ın
evrensel bir mesajının olduğundan, evrensel veya yerel sorunlara bir çözüm
önerisinin olduğundan kimse söz etmezdi. İslam kelimesi bile tek başına
kullanılmaz genellikle “Türk-İslam düşüncesi” Türk-İslam anlayışı” “Türk-İslam
Tarihi” gibi kurgu içerisinde sunulurdu. Bu nedenle o yıllarda bugünkü
kitapları hayal etmek bile mümkün değildi.
Bu konudaki ilk farklı ses Düşünce dergisi ile başladı.
(Daha önceki yıllarda, Hayrettin Karaman ve Bekir Topaloğlu’nun çalışmaları
diğerlerinden çok farklı olsa da yine de milli tonlar taşıyordu.) Düşünce,
İslam’ın evrensel bir dili olduğunu ve yerel ve evrensel sorunlara çözümler
önerdiğini söyleyen ve milli tonlar taşımayan ilk yayındı. Ancak Düşünce’de,
özellikle bugünün tanımlamaları açısından ifade edecek olursak (o gün için çok
marjinal, aykırı görüşler gibi algılanıp dışlansa da) geleneksel İslam
çizgisinin sınırları içerisinde kaldı. 70’li yıllarda ilk farklı ses, Ankara,
Adana, İstanbul, Balıkesir, Konya gibi şehirlerden geldi. Burada gençler, bir
çok yaftalarla suçlansalar da ortak tefsir çalışmalarına başlamışlardı. Bir
müddet sonra bu çalışmalar, “Allah bizden ne istiyor?” sorusunun
yönlendirmesiyle Kur’an/Meal ağırlıklı olarak devam etmeye başladı. İşte bu
çalışmalar, Kur’an ile ilgili nerede hangi kitap, hangi makale, hangi tez,
hangi çalışma varsa hepsinin didik didik araştırılıp okunmasına ve
tartışılmasına da sebep oldu. Çünkü o yıllarda Kur’an ile ilgili neredeyse tek
bir kitap yoktu. Ne Kur’an’ın içeriği ile ilgili ne de tarihi ile ilgili. Bu
gençler bir ok konuyu el yordamıyla oluşturmaya çalıştılar. Dünya da olup
bitenlerden de pek haberleri yoktu. İddia edildiği gibi Mevdudi ve Seyit
Kutub’un kitapları da henüz girmemişti. Daha sonra bu kitapların bir kısmı bu
gençlerin çalışmalarıyla örtüşünce bu kitaplar da üst üste baskılar yapmaya başladı.
Bu vesile ile Türkiye’nin neresinde Kur’an ile ilgili geleneksel veya değil kim
ne söylüyorsa onlarla tanışılıp onlara kulak verildi. 70’li yılların başlarında
başlayıp ortalarında yeşermeye başlayan bu algılama biçimi
70’lerin sonuna doğru meyvelerini vermeye başlamıştı bile. O
yıllarda henüz İran İslam Devrimi de olmamıştı. İran’dan kimsenin haberi bile
yoktu; olsa olsa “bir alevi devletiydi”
Babamın deyişiyle zaten onlar “isteseler de Müslüman olamazlardı”. Çünkü “önce
Hiristiyan veya Yahudi olmaları gerekirdi” Bu sadece babamın fikri değildi
elbette, genel anlayış bu yöndeydi. Yetmişli yılların ortalarında ve
sonlarında, Kur’an’a göre;Allah, Kur’an’a göre; insan, Kur’an’a göre; hayat,
Kur’an’a göre; din, Kur’an’a göre; devlet, Kur’an’a göre; ibadet, Kur’an’a
göre;….. tanımlamaları telaffuz edilmeye başlandı. Bunların içlerinin ne kadar
doldurulduğu veya ne kadar isabet ettikleri ayrı bir tartışma konusu ancak, bu
çalışma ve değerlendirmeler bugünkü akademik çalışmalarında hazırlayıcısı ve
yönlendiricisi oldu. Onlarca yeni tefsir, yüze yakın (belki de daha fazla) yeni
meal yayınlandı. Sadece Elmalının 10’nun üzerinde sadeleştirilmiş meali
yayınlandı. Hala da bu mealler en çok satanlar listesinin başında gelirdi.
Oysa Yetmişli yıllarda bunların hiç birisinin olmadığı gibi,
olanların satışı da çok sınırlıydı. Diyanetin, basılmış ancak satılmayıp
depolarında yıllardır bekleyen meali bu çalışmalardan sonra çok kısa sürede
tükendiği gibi birden bire yeni baskıları yapılmaya başlandı. Aynı şey Süleyman
Ateş’in Meali için de söz konusuydu. Deneme olması açısından 70’li yılların ortasında
birinci baskısı metinsiz gerçekleşmişti. Ancak Kur’an mealine talep artınca sonraki
baskılar arka arkaya yapılmaya başlandı. Meal talebi o denli artmıştı ki,
kitapçılar siparişlerini yayınevlerine aylar öncesinden vermek durumunda
kalıyorlardı.
Seksenli yılların getirdiği özgürlük rüzgarları Müslümanları
da etkilemiş, dünyada bizden başka Müslüman topluluklar olduğunun da farkına
varmıştık. Müslüman olanlar sadece Türk kardeşlerimiz değilmiş bunu da
öğrenmiştik. 70’li yılarda telaffuz edilmeye başlanan İslam’ın milletler ve
kültürler üstü olduğunu artık herkes kabul eder olmuştu. Bu sürecin sonucu
olarak akademisyenlerimiz de rahat, rahat Kur’an’a ve sünnete vurgu yapabiliyorlardı.
Ancak Mustafa Bey, yazısında konunun bu boyutuna hiç değinilmediği gibi, Günümüz
Türkiye’sinde Kur’an’a dönüş çağrısının ilkleri olan insanları, bir hevesin,
heyecanın ve kötü taklidin sonucu ve ürünü olarak göstermek için ne gerekiyorsa
yapıyor.
Bu makalenin en problemli yanı, ilgili metnin, konunun
birinci halkasını oluşturduğunu iddia ettiği kişileri, onların yazılarını,
dergi öncesi ve sonrasında ne yapıp ettiklerini dışlayarak/atlayarak, üçüncü
şahıslardan veya rivayetlerden hareketle oluşturulmuş olmasıdır. İkinci büyük
eksiklik ise, Kalem Dergisinin yayınyandığı1980’li ve bu olgunun ortaya çıktığı
1970’li yılların genel bir fotoğrafının çekilmemiş ve bütün içerisindeki
yerinin veya neye karşılık geldiğinin gösterilmemiş olmasıdır. Çünkü bir olgu,
ancak bulunduğu bütün içinde bir anlam ifade der. Aynı zamanda o olgu, içinde
doğduğu ortama bir cevap veya o dönemin bir ihtiyacı olarak ortaya çıkar. Bu
durum sadece bu olgu için değil, bütün sosyal siyasal ve kültürel oluşumlar
için de söz konusudur. Bu nedenle bir olgudan söz ediliyorsa, bulunduğu dönemde
neye karşılık geldiğinin veya neye cevap olduğunun açıkça ortaya konulması, bulunduğu
ortama neler kattığının veya neleri eksilttiğinin de örneklerle anlatılması
gerekir. Ancak bu makalede bunların hiç birisi bulunmamaktadır. Oysa Kalem
Dergisinin yayınlandığı dönemde yayınevlerinin ve Üniversitelerin yayın
kataloglarını incelediğimizde bugünkünden çok farklı bir manzara ile karşı
karşıya olduğumuz görülür. Özellikle tercüme kitaplar bir yana bırakılırsa bu alanda
telif eserlerin sayısının bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az olduğunu
söyleyebiliriz. Bu nedenle gerek akademik gerekse akademik olmayan çevrelerdeki
Kur’an eksenli çalışmaların yağmur gibi yağmaya başlamalarında Kur’an’a dönüş
gayretlerinin önemli bir katkısının olduğunu düşünüyoruz. Bu bağlamda Mustafa
Beyin çalışmalarının da aynı ortamın bir yansıması olarak ortaya çıktığı
kanaatindeyiz. Bu anlamda onun üzerinde bir hakkımız olduğu da söylenebilir.
Ayrıca bu makaledeki önemli diğer bir eksiklik de, bu
olgunun temel dinamiklerinin ve temel prensiplerinin ne olduğu, bu prensip ve
ilkelerin o dönem ve sonraki dönemlere nasıl yansıdığının, olumlu ve olumsuz
etkilerinin, objektif ve akademik bir gözle ortaya konmamış (konamamış değil)
olmasıdır. İlgili yazı bir tespit mi tenkit mi veya bir tespit yapılarak bir
tenkit yazısı mı yazılmak istenmektedir belli değildir.
Bir dergiyi değerlendirmek ayrı bir şey, o dergiyi baz
alarak var olduğu varsayılan bir oluşumu değerlendirmek ayrı şeydir. Sanırım bu
yazıda Kalem Dergisi esas alınarak “mealcilik” denilen hareket veya oluşum tanınmaya,
tanıtılmaya çalışılmak istenmiş. Amacın bu olduğu sezilmekle birlikte ortaya
bambaşka bir manzara çıkmış. Bu manzarayı maddeler halinde şu şekilde
özetleyebiliriz.
1-Dergiden yapılan alıntılar, daha önceden inşa edilen
kurgulanmaya uygun olacak şekilde alıntısı yapılan yazıların bütünlüğü, öncesi
sonrası göz önünde bulundurulmadan yapılmış.
2- Yayınlandığı yılların konjonktürü içinde bir anlam ifade
eden, ancak günümüzde ilgili bağlamdan uzaklaşıldığı için, kastı aşan bazı yorumlar
olarak anlaşılması gereken sivri ifadeler sanki özellikle seçilmiş.
3- Bu insanlar “gerçekten ne demek istiyorlardı” diyerek
önce anlamak, sonra yargılamak gerekirken, konu önyargılı bir şekilde ele
alınmış ve bu peşin hükümlülük, yazının daha ilk cümlelerinde kendisini
göstermiş ve öylece devam etmiş
4- Göz önünde bulundurulması gereken asıl tanımlamalar, derginin
temel yazarlarının yaptıkları tanımlamalar olması gerekirken, Yazarın hangi
saikle yaptığını bilmediğimiz ancak “bizi” ifade etmeyen, kendince, güya “bizi”
tanımlayan tanımlama, isimlendirme ve değerlendirmelerde bulunmuş.
5- Yazar’a göre her türlü problemin hep “Arapça bilmemekten,
kaynaklandığı neredeyse her paragrafta tekrarlanmış. O günün şartlarında bu
insanların en az bir kısmının, ilahiyat fakültelerindeki veya İslam Enstitülerindeki
kendi yaşıtlarındaki akademisyenler kadar, Arapça dahil bazı yabancı dilleri
bildikleri halde, tamamını Arapça cahili
kişiler olarak ilan etmiş. Bununla da kalmamış, bu insanların yazılarında
kullandıkları Arapça metinlere ait dipnotları Arapça cahili kimseler olduklarını
örtmek için kullandıklarını söylemiş.
6- Kaynakları otorite kabul etmemek ayrı şey, Kur’an
dışındaki metinlerden eleştirel bir bakış açısıyla yararlanmaya çalışmak ayrı
şeydir. Bu derginin yazarları, doğrudur, Kur’an dışı bir metni hiçbir zaman Kur’an
ile eşdeğer görmemiştir. Ancak bu metinlerden yararlanmanın gereksizliğini de
hiçbir zaman ifade etmemişlerdir. Ancak yazar, bir makalede farklı bir bağlamda
farklı bir olguyu işaret etmek için (biraz da kast aşılarak) kullanılan bir
ifadeyi tüm tarihi birikimi her durumda inkar etmek olarak yorumlamış.
Dergideki onlarca makalede bu yöndeki vurgu ve kullanımları görmezden
gelmiştir. Veyahut bu ifadeleri çelişki ve ilkesizlik olarak ifade etmiştir.
7- Özellikle ibadetler ile ilgili olarak dergide hiçbir
yoruma ve tartışmaya yer verilmemişken, üstelik tanıyanların da iyi bildiği
gibi en az geleneksel çizgideki Müslümanlar kadar bu konuda hassas
davranılıyorken, onların bu konudaki hassasiyetlerinin rencide edileceği bir
dil kullanılmış ve incitici göndermelerde bulunulmuştur.
8- Resulün örnekliği konusunda geleneksel kesimden farklı
düşünmekle birlikte hiçbir zaman Resul’süz bir Kur’an, ve örnekliği olmayan bir
Resul algılaması söz konusu değilken, Yazar, ısrarla Resul’u dışlayan bir
algılama içinde bulunduğunu ifade etmiştir.
9- Bu makaleyi en problemli kılan şey, objektiflikten ve
akademik dürüstlükten uzak olmasının yanı sıra, sürekli bir niyet okuma gayreti
içinde olmasıdır.
10- Dergi’nin temel yazarları (yazarın kendi ifadesi ile
“önde gelen yazarları”)ve temel yazıları/konuları değil, misafir yazarlar
(Süleyman Karagülle ve Osman Berber gibi) ve deneme türü yazılar sanki
özellikle seçilmiş ve amaçları dışına taşınarak yorumlanmaya çalışılmıştır.
11- Bu manzarayı daha da örneklendirmemiz mümkün. Ancak
yazıyı bir bütün olarak ele alacağımız için bazı değerlendirmeleri oralara
bırakıyorum.
Bir dergi bağlamında eleştiriler, doğru-yanlış tespitler
elbette yapılabilir. Ancak, birincisi, öncesi ve sonrasından söz edilen bir
“oluşum”un ne olduğunu, yayın hayatı çok kısa olan ve iki yıldaki toplam
yayınının yaklaşık 300 sayfa tuttuğu bir dergideki birkaç alıntı ile ortaya
çıkarmak ne kadar mümkündür? İkincisi, bir hareketi sorgulamak daha detaylı ve
ciddi bir çabayı, öncelikle de ön yargısız ve objektif olmayı gerektirmez mi?
Kalem Dergisinin bu süreçte ne işe yaradığı, eksikliği fazlalığı, vermek
istediği mesaj, eğrileri doğruları bir dergi çerçevesinde elbette irdelenebilir.
Dergiyi çıkaranların o dönemde ne düşündükleri ile ilgili bazı değerlendirmelerde
bulunulabilir. Yanlış ve hatalı tespitleri eleştirilebilir. Ancak bunlar bir
art niyet, önyargı ve bir niyet okuma çabasına girilmeden yapılırsa ancak gerçeğin
ortaya çıkarılması mümkün olur. Eğer bir oluşumun öncesi ve sonrası için bir söz
söylenecekse o dönemlerle ilgili doküman ve belgelerin ortaya konması, objektif
bir fotoğrafın çekilmesi gerekir. Ancak
bu yazıda Kalem Dergisinden özellikle seçildiği izlenimini veren birkaç
alıntıdan hareketle “Mealcilik denilen hareketin ne olduğu, ne olmadığı, geçmişi,
bu günü, yargı ifade eden kesin
ifadelerle dile getirilmiş.. Oysa bir iki anekdottan yola çıkılarak bir oluşumu izah etmek mümkün müdür?
Yazar, yazısına, daha makalesinin henüz ikinci paragrafında,
“Mealci diye işaret edilen insanlar
bidayette salt meal okumak gibi bir düşünceyle yola çıkmamışlardı” tespitini
(!) yaptıktan sonra aynı paragrafın sonunda, “Bu evrede meallerin ne tür illetlerle malul olduğu da muhtemelen pek
bilinmiyordu” diyerek yazısına Kalem Dergisini çıkaran ekibi, İslam
kültüründen ve okumaya çalıştıkları şeyden/meallerden bihaber kişiler olarak
tanımlayarak başlaması, bu insanları tanımadığının en temel göstergesi olduğu
gibi iyi niyetten uzak olduğunun da güzel bir örneğidir.
Yazar, kendisinin de, bu insanları özgürlüklerini önemseyen
kişiler olarak tanımlamasına rağmen onları bir gurup veya cemaat gibi
yansıtmaktadır. Oysa, Kalem dergisini çıkaran ekip hiçbir zaman bir grup ve
cemaat olmadılar. Özellikle Kalem Dergisindeki ekibin önemli bir kısmının birbiriyle
tanışmaları Kur’an meali okumaya başladıktan sonraki süreçte ve Kur’an meali
sayesinde oldu. Bu konuda her birinin kendine özgü bir hikayesi vardır. Ayrıca
bu insanların “geleneksel kültürden bihaber oldukları” veya “meallerin taşıdığı zaaflardan habersiz
oldukları” iddiaları da gerçeği yansıtmamaktadır. Bu insanlar meal okumaya bir
sabah kalkıp “artık meal okuyalım” diyerek başlamadılar; aksine, uzun
denilebilecek bir süreç sonrasında, bir çok tecrübeden sonra geldiler. Daha
önce Türkçe’deki hemen hemen bütün ilgili metinleri (tefsir, hadis, fıkıh,
tasavvuf, edebiyat, tarih vs) okuyarak, (bazıları ilgili bazı Arapça ve
İngilizce kaynaklara da göz atarak) öncelikle Kur’an’a yönelinmesi gerektiği kanaatine
vardılar. Bu sonuca bir birinden farksız ortamlarda birbirinden habersiz olarak
ulaştılar. Hiçbir zaman, Kur’an’ın
anlamak için, bırakın meali, Kur’an’a bile “sadece Kur’an” okunsun şeklinde bir
anlayışla yaklaşmadılar. Sadece okumaya başlama noktasının Kur’an’la oluşması
için çaba sarf ettiler. Bunu yaparken de elbette Kur’an-meal farkının
bilincindeydiler.
Belki lafın gelişi veya bir ifade kolaylığı, daha çok asıl
amaçları olan gerçek anlamda Kur’an’ı anlamayı hedefledikleri için, ancak
kesinlikle meal-Kur’an farkının bilincinde olarak, ayrıca bir çok, aydın, yazar, hoca ve
akademisyenin de yaptığı gibi zaman zaman mealler için Kur’an ifadesini veya
“Kur’an okuyun” ifadesini kullanmış veya kullanıyor olmaları mealleri Kur’an
olarak algıladıkları şekinde yorumlamak doğru değildir. Elbette meallerdeki
zaaf ve sıkıntıların farkındaydılar. Bunun bir yansıması olarak Kalem Dergisinde
örnek meal ve tefsir denemeleri yaptılar. Buna da Kalem Dergisini çıkarmadan
çok önce başladılar.
İlk Mesajlar kitabı bu amaca yönelik kolektif bir çabanın
ürünüydü. Hazırlanması 80 öncesine dayanıyordu. Bu kitap ve benzer çalışmalar,
Mehmet Ali Baltaşı, Süleyman Kalkan, Şeref Çavdar, Sami Börekçi, Hüseyin Avni
Metin gibi birçoğu Arapça ve İngilizce bilen arkadaşlar tarafından yapılmıştı. Ayrıca
Kalem Dergisinin 3. ve 17-18. sayılarında Dücane Cündioğlu ve benim tarafımdan
meallerdeki hatalardan örnekler verilerek,(hatta Salih Akdemir hocadan
esinlenerek, İtalyanların, “her mütercim haindir” anlamına gelen
tekerlemelerini aktararak,) sıkıntı ve problemler örnekleriyle ortaya konmaya
çalışılmıştı. Maalesef yazar bunlara hiç değinmiyor. Ayrıca arka arkaya iki
sayıda, Kalem Dergisinin önemli yazarlarından Dücane Cündioğlu’nun kaleme
aldığı “Kur’an Hakkında Şüphe ve Tereddütler” başlıklı bir makalede geleneksel
kültür içinde Kur’an’ın yazılması ve cemi ile ilgili rivayetlerin tahlil ve
değerlendirilmesi yapılmıştı. Yazar bunlara da değinmemiş. Ancak, “19
Mucizesine” reddiye sadedinde yazdığı bir yazısını (Çünkü “ondokuzcular” Ahzap
Suresinin son iki ayetini, kendi matematiksel sistemlerine uymadığı için
Kur’an’dan çıkarıyorlardı, Süleyman bey de o yazıda bunlara cevap vermeye
çalışıyordu. Biz de bu özelliğinden dolayı ilgili makaleyi yayınlamıştık: sayı:19-24.) yayınladığımız “Adil Düzen” çalışmalarıyla
meşhur olmuş, İzmir Akavler’in kurucusu Süleyman Karagülle gibi herkesin
tanıdığı ve orijinal bir çok çalışmaya imza atmış bu güzel insanın,
makalesindeki farklı bir yaklaşımından “Mealciler olarak bizler(!)” sorumlu
oluyorduk. Üstelik burada ifade edilenler bizim cehaletimizin göstergesi oluyordu.
Anlamakta zorlandığım bir başka konu da, yazının geneline yayılan
ve bir suçlama şeklinde ifade edilen, Kur’an mealinin okunmasının tavsiye
edilmesi meselesidir. Acaba yazarın kendisi, sıradan veya değil hayatında herhangi
birisine Kur’an meali okumasını tavsiye etmemiş midir? Müslüman veya değil
insanların Kuran meali okuması gerçekten zararlı bir şey midir? Kuran’ı
mealleri veya orijinali ile anlamaya çalışmak nasıl zararlı bir çaba olabilir?
Bu konunun üzerinde önemle düşünmek gerekir. İnsanları Kur’an’dan veya
mealinden uzak tutmanın, onlara dini anlamda ne tür yararı olacaktır, acaba
yazar bu konuda hiç kafa yormuş mudur? Ayrıca bu insanlar, “insanların ellerine
mealler tutuşturulurken” “bu mealler
Kur’an’ın aynısıdır, bütün hata, yanlış ve eksiklikten münezzehtir” mi
demektedirler ki mealleri Kur’an ile eşitlemiş olsunlar.
Bir de Seyyid Kutup
konusu var. Yazar şöyle diyor:
“Bu
sözler, hem Kur’ancılığın erken döneminde Seyyid Kutub’un müstesna bir yere
sahip olduğunu işaretlemekte hem de o dönemde Kur’an’ı mealler vasıtasıyla
anlamaya çalışmanın Arapça bilmemekten, dolayısıyla İslâmî ıstılahata
vukufiyetsizlikten mütevellit bir mecburiyet olduğuna tanıklık
etmektedir. Bu noktada, Arapça konusundaki nakisanın Kur’ancı-Mealci söylemin
sonraki evrelerinde, diğer bir deyişle, merkezden (Ankara’dan) taşraya
yayıldığı dönemlerde de ciddi bir problem olarak varlığını muhafaza ettiği
söylenebilir. Ayrıca, söylemin genelde İslam ilim ve kültür geleneğine, özelde
de klasik kaynaklara yönelik eleştirel tavrını, bir yönüyle, Arapça bilmemekten
kaynaklanan kifayetsizliği ön plana çıkarmama, diğer yönüyle de kolaycılığa ve
hatta ucuzculuğa kaçma çabası olarak teşhis etmek de mümkündür.” (Sayfa:119).
Bu paragrafın
neresini düzeltelim. Bu insanların “Arapça bilmemekten kaynaklanan
cahilliklerini örtmek için geleneğe karşı çıktıklarını” mı, “Meallere, İslâmî
ıstılahata vukufiyetsizlikten mütevellit bir mecburiyet” içinde olduklarını
örtmek için yöneldikleri iddiasını mı? Acaba, İslami kavramlara ve İslami terminolojiye
vakıf olmanın ölçütü nedir? Bunun kararını kim, nasıl, hangi kritere göre
verecek? Acaba bu “meşhur mealciler”den
hangisi, örneğin, Doç. Dr. Mustafa Ötürk’ün Arapçasıyla sahip olduğu bakış
açısına veya ulaştığı sonuçlara, o, henüz lise de öğrenciyken sahip değillerdi.
Kur’an’ı ve İslam kültürüne ait metinleri incelerken Arapça elbette önemlidir
ancak her şey değildir. Hatta çok şey değil dir. Sadece küçük bir araçtır ve
günümüz şartlarında onu elde etmek sanıldığı kadar da zor değildir. Asıl zor
olan doğru bir bakış açısı elde edebilmektir. Öyle olsaydı, şu kadar milyon
Arapça yazıp konuşan insanının din ve Kur’an konusunda bir sıkıntının olmaması
gerekirdi.
Mustafa Bey
makalesinde iki şeyi sürekli birbirine karıştırıyor. Bugün veya çok yakın
geçmişte bazı kesimlerin özellikle biraz da kasten abartarak, namazsız, niyazsız,
Resulsüz bazı kişi ve toplulukları “mealci” olarak tanımlayıp, “işte mealciler
bunlar” dedikten sonra da, Kalem Dergisi
ekibini ve o çevredeki insanları da “mealciler” olarak tanımlıyorlar. Artık
siz, “ya, ben öyle değilim, “ya, ben namaz da kılıyorum, üstelik de beş vakit,
hem de Resulluh’ın kıldığı gibi”, “ya, ben Resulün örnekliğini de kabul
ediyorum” “Ya, bakın ben hadis de tarih de okuyorum” diyerek kendini savunmak
zorunda kalmanın ne anlama geldiğini, nasıl bir sıkıntı oluşturduğunu Mustafa
Bey bilmiyor değildir. Çünkü muhafazakar kesimlerin, laiklerin benzer baskıları
nedeniyle hangi sıkıntıları yaşadığı herkesin malumuyken, Mustafa Bey dahil
aynı kesimlerin aynı şeyi bir başkasına yaşatmaktan zevk alıyor olmaları,
konunun daha vahim ve travmatik bir yanını oluşturuyor. “Kur’an’ı anlamalıyız” diyen Kalem Dergisi
çevresindeki insanları o kategori içerisine sokmak, “sen nasıl geleneği
eleştirirsin, işte sana böyle yaparım” anlamında bir gözdağından başka bir şey
midir?
Makalenin 4.
sayfasından devam edelim.
“Yeri geldiğinde etraflıca ele alınacağı
gibi, ısrarla Kur’an’a dönüş fikrini savundular. Bu bağlamda Kur’an dışındaki
dinî kaynakların otoritesi reddedildi. Hemen her İslamcının diline pelesenk
olmuş “öze dönüş” söylemine kayda değer bir sistematik kazandırma çabasının
öznesi olan bu gençler geleneğin moderniteye yenik düşmesinin acısıyla yeni bir
iktidarı gelenekle savaşarak arıyorlardı. (s:120)” diyor, Mustafa Bey.
Dinde yegane kaynak
olarak Kur’an’ı kabul etmek ayrı bir tartışma iken, Kur’an’ı anlamak için
geleneksel malzemelerden yaralanmak için bu malzemelerin otoriteliğini, yani
tartışılmazlığını ve yanılmazlığını kabul etme şartını kim, nasıl, hangi hakla
getiriyor. Her şeyden önce Mustafa Beyin kendisi bu malzemeleri ne kadar otorite
kabul ediyor? Kitapları ve makaleleri
bunların eleştirileriyle dolu değil midir? Nasıl kendisi bunları bir sistem ve
usul içerisinde alıp değerlendiriyorsa, bir başkası da kendince bir sistem içerisinde
yapıyordur bunu. Yoksa kendisi tarihi rivayetleri ve geleneksel malzemeleri
tartışılmaz bir otorite olarak mı görüyor. Ayrıca “öze dönüş” hareketlerinin
“Kur’an’a dönüş” çağrılarını “diline pelesenk olmuş” şeklinde aşağılayıcı ifadelerle
küçümsemek Mustafa Beyin durduğu yeri biraz komik hale düşürmüyor mu?
Aynı sayfanın
devamında;
“Bu süreçte özellikle genç kuşak entelektüel
Müslümanlar modern dünyada tartışılan sivil toplum, demokrasi, insan hakları,
özgürlük, çoğulculuk gibi birçok konuyu Türkiye gündemine taşıdılar. Ancak bu
dönemde Kur’ancılardan pek ses çıkmadı.”deniliyor.
Yazar, bu insanları
tenkit etmek için her ayrıntıya dikkat ediyor, hiçbir şey gözünden kaçmıyor(!). Ancak yine araştırmadan ve önyargı ile
hareket ediyor. Seksenlerin ilk yıllarında diğer “gençler” sosyal faaliyetlerin
ne kadar içerisinde iseler, onlar da o kadar içerisindeydiler. Çünkü bu
insanların bir hizipçilik, bir cemaatçilik gibi bir dertleri olamadığı için doğru
buldukları her faaliyetin içinde olmaktan çekinmediler. Ayrıca “ünlü
mealcilerden” bir kısmı “İlk Mesajlar” kitabını seksenlerin ilk yıllarında
yayına hazırladılar. Yaşıtlarının çoğunun yaptığı gibi bunların çoğu ev ve iş
düzenlerini de bu zaman diliminde kurdular. Ayrıca askerlik sorununu da bu
süreçte aradan çıkardılar. Her ne kadar Kalem Dergisinde başörtüsü gibi konulara
yer vermeseler de, başörtüsü konusu dahil, bütün haksızlıklara karşı tavır
almaktan, eşleri ile çocukları ile
birlikte mağdurlara destek olmaktan geri durmadılar. Entelektüel anlamda da yapacakları
bir şey varsa yaptılar. Bu nitelikteki toplumsal oluşumlara destek verdiler.
Bir sonraki sayfada,
Hikmet Zeyveli ile ilgili şu değerlendirme yapılıyor:
“Zeyveli’nin Kur’ancı-Mealci söyleme oldukça
yakın bir çizgide yer aldığını söylemek mümkün olmakla birlikte gelenekten
kopmadığını da belirtmemiz gerekir.”
Yazar’ın bu
insanları tanımadığının ve gelişi güzel konuştuğunu, başka bir delili de bu
ifadeleridir. Zeyveli’nin gelenekle ilişkisi, ona saygısı ne ise bu insanların
durumu da odur.
Yazar, sözlerinin
hangi anlama geldiğini pek hesaplamadan netameli şekilde konuşmaya devam
ediyor.
“Kalem
Dergisi söylemek istediği şeyin aktüel tartışmaların çok uzağında kalmasından
dolayı -bizzat yazarları tarafından da ifade edildiği üzere- marjinal bir dergi
olarak kalmıştır. Hemen her satırında “Kur’ânî” kelimesinin geçtiği yazıların
kahir ekseriyetinde hep aynı şeylerin söylenmesinden dolayı da uzun soluklu
olamamıştır. İlk sayısı Ocak 88’de yayımlanan derginin yayın hayatı,
Ağustos-Aralık 89 tarihli son sayısında yer alan değerlendirme yazısındaki,
“…yeni dönem için Kalem size herhangi bir taahhütte bulunmuyor. Ama söyleyecek
sözü ve bu sözleri söyleyecek gücü olduğu zaman yine çıkacaktır. III. yayın
döneminde buluşabilmek ümidiyle Allah’a emanet olun.” ifadeleriyle son bulmuş
ve muhtemelen söyleyecek sözü olmadığı/kalmadığı için tarihe mal olmuştur”(sayfa:122).
Yazarın, Kalem Dergisinin muhtevasının aktüel
tartışmalardan uzak olmasının derginin özel bir tercihi olduğunu bildiği halde,
bunu bir zaaf ve zayıflık olarak göstermesi
de ayrı bir tuhaflık değil midir? Arıca; “Kur’ânî” kelimesinin geçtiği
yazıların kahir ekseriyetinde hep aynı şeylerin söylenmesinden dolayı da uzun
soluklu olamamıştır” tespiti de ne kadar doğru ve iyi niyetlidir. Lütfedip sorsaydı
derginin uzun soluklu olmayışının gerçek nedenlerini kendisine anlatırdık. Hele
“söyleyecek şeylerinin kalmadığı” gibi aşağılayıcı, hakaret dolu bir ifadenin
akademik olduğu iddia edilen bir makalede yer alması nasıl mümkün olmaktadır.
Bu ekibin, Kalem Dergisinden sonra ne
yaptıklarını azıcık bir araştırma ile öğrenebilirdi. Aslında araştırmasına bile
gerek yoktu. Bir akademisyen olarak 1993, 1994 ve 1995’te eğer o yıllar
Türkiye’de ise Ankara’da yapılan üst düzey akademik faaliyetlerden zaten
haberinin olması gerekiyordu. Akademik Ders Programlarının yanında Birinci ve
İkinci Kur’an Sempozyumları, paneller, açık oturumlar, konferanslar; muhtevası,
katılımcıları, süresi göz önünde ulundurulduğunda Türkiye’de ilk olan
çalışmalardı. Bu çalışmaların hepsi O “meşhur Mealcilerin” yönetiminde
gerçekleşiyordu. Bu makalenin yer aldığı İslamiyat dergisinin kendisi dışındaki
neredeyse bütün yazarları ya katılımcı ya da öğretmen olarak bu çalışmalarda o
kişilerle birlikte yer almışlardı. Ortak çalışmalar yapmışlardı.
Ayrıca o kişilerden bir kısmı, farklı bir çok
dergi ve gazetede makale ve yazılarını yayınlamaya devam etti. Çeşitli kitaplar
yayınladılar. Kendi adıma benim, İktibas, Kitap, İslami Araştırmalar dergileri,
Zaman ve Gündüz gibi gazetelerde sayısı yüzleri bulan makalelerim yayınlandı.
Ayrıca, Kur’an Meali Okuma Kılavuzu, Kur’an ve İnsan, Elmalılı Tefsirinde
Kur’ani Deyim ve Terimler, Vahiy Savunması/Kur’an Dışı Vahyin İmkansızlığı,
Eğitim Çıkmaz Sokak gibi çalışmalarım yayınlandı. Üstelik bu çalışmalar çeşitli
makalelerin bir araya getirilmesinden de oluşmuyordu. Hepsi bir proje
çerçevesinde kendince özgün ve oldukça hacimli çalışmalardı.
Başka bir ifade ile devam edelim.
“Ayakları
yere basmadığından dolayıdır ki geçen zaman içerisinde hiçbir gelecek vaat
etmediği anlaşılan bu fikriyatın esin kaynağı muhtemelen Seyyid
Kutub’tur”(sayfa:123)
Bizce zaman, Mustafa Beyin söylediğinin tam
tersini ortaya çıkarmıştır. Tevhit ve adaleti öncelemeyen bütün hareketler,
aynı şeyleri söyleyip birbirini tekrar etmekten, toplumu oyalayıp, zalimlerin
ekmeğine yağ sürmenin ötesinde fazla bir şey yapmamışlardır. Bir düşüncenin
gelecek vaat etmediğini/etmemesini veya tarihe mal olduğunu Mustafa Bey nasıl
tespit etmektedir. Popüler olmayan her anlayış ömrünü tamamlamış demek midir?
Kim bilir bu insanların ve düşüncelerinin şuan popüler olamayışının farklı
gerekçeleri söz konusudur. Ayrıca popüler olmamaları veya bu insanlardan bir
kısmının başka çalışmalara yoğunlaşmış bulunmaları, sahip oldukları
düşüncelerin işlevinin olmadığı, dolayısıyla tarihe mal olduğu anlamına mı
gelir?
Hem Seyit Kutub’un hem de Kalem dergisinin
ifade etmeye çalıştığı şey, kuru ve hayattan kopuk bir mükemmeliyetçiliği ifade
etmiyor. İnsanların öncelikle zihinsel haritalarında bir netliğin oluşmasını ve
bu konuda bir öncelikler sıralamasının bulunması gerektiğini işaret ediyor.
Özellikle bu insanların geneli için konuşursak, hayattan kopmayı ve topluma
yabancılaşmayı değil, toplumun içinde onlarla birlikte bir dönüşümü yaşamaya
çalışıyorlar.
Bazen insanın, acaba yazarın okuduğunu anlamada sıkıntısı mı
var diyesi geliyor. Kalem Dergisinden bir alıntı yapıyor ve arkasından ekliyor:
(Sayfa:123-124)
“İlki,
İslam’da Kur’an’dan başka bir kaynak kabul etmemek; ikincisi de ilkinin
muktezası olarak İslam’ın on beş asırlık ilmî ve kültürel birikimini ya da
kısaca geleneği reddedip salt Kur’an metniyle yetinmek. Bu görüş Kalem’de
yayımlanan bir makalede şöyle formüle edilmiştir:
“Bir
yanda modernizmin diğer yanda tarih ve geleneğin getirdiği akıl ve yaşam
karışıklığı içinde vahyin pırıltısını görebilen bir avuç insanın yapabileceği
şey, din adına ve fakat Kur’an’a dayanmayan her şeyi inkâr edip yeniden ve
Kur’an’dan başlamak olacaktır.”
İslam’ın tek kaynaklı bir din olduğunu
söylemek, “Kur’an’da Müslümanlar için gerekli olan her şey vardır; dolayısıyla
Kur’an dışındaki her şey zaittir” demekle eşdeğerdir. Nitekim Kur’ancı-Mealci
söylem de böyle demektedir. Ancak bu söylemin “Kur’an’da her şey vardır”
iddiası, mutasavvıfların ve bilhassa ilmî/bilimselci tefsir meraklılarının
Kur’an’da var olduğuna inandıkları “her şey”den çok farklıdır.”
Bu alıntı içerisindeki,
“Kur’an’a dayanmayan her şeyi inkâr edip
yeniden ve Kur’an’dan başlamak” olarak ifade edilen cümlesindeki “Kur’an’a
dayanmayan her şeyi inkar” ifadesi, makalenin tümü göz önünde bulundurulduğunda
ve Kalem Dergisindeki genel yaklaşıma bakıldığında, burada ifade edilmek
istenenin “Kaynağını Kur’an’dan almayan,
Kur’an’a ters düşen” anlamında
kullanıldığı anlaşılır. Öncelikle iyi niyet bunu gerektirir. Aslında ilgili
makale bir bütün olarak okunduğunda söylenmek istenen şeyin “Kaynağını
Kur’an’dan almayan, Kur’an’a ters düşen her şeyi inkar” anlamında kullanıldığı
açıkça görülür.Aynı şekilde dergide genel yaklaşımın bu yönde olduğunu anlatan
onlarca makale yazılmışken, bütünlükten koparılarak alıntılanan bir cümlecikten hareketle insanları mahkum
etmek hangi iyi niyet ve akademik tarafsızlıkla bağdaşır. Hem ilgili yazıda hem
de dergi genelindeki makalelerde Kur’an’ın öncelikle bir hidayet kitabı olduğu
sürekli vurgulandığı, bir hukuk, bir tarih veya her şeyi içine alan herhangi
bir kitap olmadığı her vesileyle dile getirildiği, hatta bu konuda herkes farklı
konuşurken, “Kur’an’da her şey yazılı değildir” diye salt bu konuyu izah etmeye
çalışan bir makale yayınlandığı halde, hidayet için Kur’an’ın yeterli olduğunu
söylememiz Mustafa Bey tarafından “Kur’an’da her şey yazılıdır”, Kur’an metni
hayata dair her şeyin cevabını vermektedir ve “İslam’ın tek kaynaklı bir din
olduğunu söylemek, “Kur’an’da Müslümanlar için gerekli olan her şey vardır;
dolayısıyla Kur’an dışındaki her şey zaittir” demekle eşdeğerdir şeklinde
yorumlanmıştır. Ayrıca, “Kur’an tek kaynaktır” demek, niçin Allah Rasülü’nün
örnek davranış ve uygulamalarını dışlasın? Resul’ün örnekliğini geleneksel
kültürden farklı yorumluyor olmaları niçin bu anlama gelsin?
Yazar, 125.
sayfada,” Bununla birlikte, söylemin “Kur’an
şâfi ve kâfi bir kaynaktır” iddiası, geleneğin reddedilmesi sonucunu
doğurmuştur” diyerek başka bir yanlış algılamaya ortam hazırlamıştır. Kur’an’ın
şafiliği ve kafiliği büyük ölçüde hidayet rehberi olması ile ilgiliyken, bu
ifadeleri, “Kur’an, insan hayatının her aşamasını, yani birey ve toplum
yaşayışının her boyutunu bütün ayrıntılarıyla düzenlemektedir” şeklinde okunmuş,
Resulün bütün uygulamaları ve mevcut bütün malzemeler/menkulat yeri ve değeri
ne olursa olsun her durumda red ve inkar edilmektedir diye yorumlanmıştır. Yani,
“bu insanların Kur’an’ı miladi 610’larda başlayıp, 23 yıllık bir süreçte gelen ve
bir söz olarak değil de, bir anda, toptan nazil olmuş bir metin olarak
algıladıklarını, ayrıca Arapça ile yanı bir dil aracılığıyla bize ulaştığını
görmezden geldiklerini, bunun yanında Kur’an’ın cemi ve vs.ile ilgili konular
hakkında da bir bilgilerinin olmadığı ” söylenmeye çalışılmaktadır.
Bu iddialar en
azından Kalem Dergisi ve çevresindekiler için doğru değildir ve onlara karşı
yapılmış bir haksızlıktır. Dergide bu iddiaların tam tersi konular defalarca işlenmiş,
üstelik tarafımızdan ilk baskısı 1998’de yayınlanan “Kur’an Meali Okuma Kılavuzu”
adlı kitabımızda Kur’an’ın nasıl bir kitap olduğu ve anlaşılması konusunu teferruatlı
bir şekilde incelenip ortaya konulmuştur. Ayrıca bu konular, kurucularının
önemli bir kısmının Kalem Dergisi ekibinin olduğu Bilgi Vakfı’nın kayıtlara
geçen ders, panel, konferans, seminer ve sempozyumlarında 1993-1994 yıllarında
tekrar tekrar ifade edilmiş, üstelik daha önceki yıllarda ülkenin farklı şehirlerinde
yaptığımız sohbetlerin öncelikli konusunu Kur’an’ın anlaşılması ve Kur’an’nı
nasıl bir kitap olduğu oluşturmuştur. İşte bizim bu çalışmalarımızın sonrasında
benzer tartışmalar akademik alanda da yapılmaya başlanmıştır. Bu konudaki
kitapların yayın tarihlerine bakıldığında bu rahatlıkla görülebilir. Bu
tartışmalar sonraki yıllarda daha çok Kur’an’ın evrenselliği ve tarihselliği
konusu şeklinde gündeme gelmiş ve bu konu üzerinde onlarca makale ve kitap
yayınlanmıştır.
Şunu bilmemiz
gerekir ki, tarihi menkulatın bağlayıcılığı ayrı bir tartışma, reddedilmesi ise
başka bir tartışma konusudur. Bu menkulatı isteseniz de görmezden gelemezsiniz.
Dini literatür bu metinlerden başka bir şey midir ki? Biz bu konuda sadece bir
yaklaşım ve bakış açısı getirmeye çalıştık ve dedik ki; bu literatür Kur’ani
düşünce baz alınarak gözden geçirilmelidir. Kendi yaptığımız çalışmalarla da
bunun örnekliğini ortaya koymaya çalıştık. Kalem dergisinde öncesinde ve
sonrasında da yaptığımız bundan başka bir şey değildi.
İşte iddialı ve
sıkıntılı başka bir ifade daha:
“Esasen, hem Kur’ancı-Mealci zevatın hem de
Öztürk’ün salt Kur’an merkezli söylemleri özgün bir hüviyete sahip
değildir.”(sayfa:126).
Öncelcikle özgün
olmak izafi bir kavramdır ve kişiden kişiye değişir. Ayrıca “özgün” olmamakla
eleştirilebilmek için “özgün olma” iddiasının bulunması gerekir. Biz hiçbir
zaman “bunu ilk biz söylüyoruz, bir sistem, bir mezhep kuruyoruz” demedik ki,
böyle bir eleştiriye muhatap olalım. Kur’an’ın anlaşılması ile ilgili, yerli,
yabancı eski yeni kim ne söylemişse iyi niyetli olarak kulak vermeye çalıştık. Kur’an’ı
anlamak ve elimizden geldiğince onu Resulullah örnekliğinde (gücümüz ile ilgili
olması dolayısıyla daha çok bireysel düzlemde) yaşamaya çalışmak temel
amacımızdı. Bir de eleştirel olmaya gayret ediyorduk. Kur’an dışındaki her
kitabı veya haberi yok saymak gibi bir kaygımız hiçbir zaman olmadı. Ulaşabildiğimiz
eski yeni tüm çalışmalardan eleştirel bir yaklaşımla yararlanmaya çalıştık.
Aynı sayfadan başka
bir cümle:
“Tıpkı Türkiye’deki Kur’ancılar gibi başta
sünnet-hadis olmak üzere geleneğin tasfiye edilmesi gerektiği fikrini savunan
bu ekol,…”
Pes doğrusu!
“Türkiye’deki Kur’ancılar” böyle fikri nerede savunmuşlar. Yazar ilmi ve
akademik bir yazı yazmayı bırakıp niyet okumaya başlamış ve kafasındakini bu
insanlara söyletmeye çalışıyor. Yok böyle bir şey… Mevcut hadis metinlerine
eleştirel yaklaşmak ve bağlayıcılığını sorgulamak onları tasfiye etmek anlamına
mı gelmediği gibi bunu ne dünyada ne de Türkiyede ilk biz yapmıyoruz.
Ayrıca, “Kur’ancı-Mealci söylemin, “İslam’da tek
kaynak Kur’an’dır ve her şey onunla ölçülmelidir” iddiasının veya
anlayışının ne anlama geldiğinin, en azından dergi çerçevesinde masaya
yatırılıp irdelenmesi gerekirken, bu insanları, “İngilizlerin oyuncağı olan Hindistandaki “Kur’an Ehli”ile aynı kefeye
koymak islami bir duyarlılıkla ne kadar bağdaşmaktadır. Herhangi bir delile
dayanmadan Hindistan bu gurubun namaz anlayışlarının bu insanlar tarafından
sempati ile karşılandığını söyleyebilmek en hafifi ile bir aymazlık değil
midir? Yazar eleştirdiği insanların bu konudaki düşüncelerini “meçhulümdür” diyerek
bilmediğini söylemesine rağmen, niyet okumaya devam etmektedir. Ben kendi adıma
bu konuya nasıl yaklaştığımı, “Vahiy Savunması / Kur’an Dışı Vahyin
İmkansızlığı (Anka yayınları, İst) adlı kitabımda, (399-415. sayfaları arası) ortaya
koymaya çalıştım.
Yazar, yazıları
bağlamları dışına çıkararak yorumlamaya devam etmektedir.
“Sahih bir İslam inancının teşekkülü için
vahyin nüzul dönemiyle çağdaş Müslümanlar arasındaki on beş asırlık geleneğin tasfiye
edilmesi gerektiğini salık vermektedir. Hemen belirtelim ki burada sözü edilen
gelenek, İslam’ın tarihsel formasyonunun tümüne şamildir. Çünkü Mealci söyleme
göre on beş asırlık tecrübe tarihsel tecrübe aslında Kur’an’dan uzaklaşma
tarihidir. Öyle ki Hz. Peygamber’in vefatının ardından eski cahili anlayışlar
Kur’an’dan alınan temalarla süslenerek yeniden ihya edilmeye
başlanmıştır.”(sayfa127)
Oysa ilgili makalede,
Kur’an sonrası dönemde özellikle de sultanlar döneminde ortaya çıkan sorunların
Kur’an’a uygun hareket edilmediği için meydana geldiğini, bu sorunların çözümü
için de Kur’an’ın rehberliğine başvurulmadığı, ayrıca yaşanan olayların, Kur’an
ile insanlar arasına suni bir sürü engelin yerleştirildiği ifade
edilmektedir. Tarihin bütün boyutlarıyla
sorgulanmasının gerekliliği ifade edilse de (ki bu mutlaka yapılmalı ve tarih
hep eleştirel gözle okunmalı), yazarın söylediği türden, “on beş asırlık geleneğin tasfiye edilmesi
gerektiği” gibi bir anlayışa, ilgili yazıda dolaylı olarak bile bir gönderme
söz konusu değildir. Üstelik kim neyi nasıl tasfiye edecektir. Yani bu insanlar
tarihte zaman zaman yapıldığı gibi bütün kitapları yakıp, farklı düşünenler
için bir sürek avı başlatmayı mı düşünmektedirler? Bu insanların kütüphaneleri geleneksel
İslam kültürünün kaynakları ile doluyken, bu haksız ithamın hesabı nasıl
verilecektir?
Yazar, dergide bazı
yazılarda, halkın Kur’an’a yaklaşımını tenkit etmemizi de tenkit etmekte ve
şöyle demektedir.
“Mushaf’ın asırlar boyu Müslümanlarca
atlastan kumaşlara sarılıp evlerin en mutena köşelerinde muhafaza edilmesi onun
mübarek bir metin olarak telakki edilmesinin bir sonucudur.”
Ancak yazarın
ifadeleri, toplumun Kur’an’a yaklaşımının bu kadar masum olmadığı, ona bireyin
ve toplumun hayatından uzaklaştıracak bir kutsallık yükledikleri gerçeğini de
ortadan kaldırmaz. Ölünün ruhuna okumak ile ölünün toprağına okumak arasında
ortaya koymaya çalıştığı farkın pratik hayatta hiçbir karşılığı yoktur. Ancak
mezarlık ortamının kişiyi etkilemesi ve kendisini sorgulamaya yöneltmesi
nedeniyle kişinin Kur’an vasıtasıyla Rabbi ile birlikte olması elbette
anlamlıdır. Ancak genel uygulamanın,
bunun bir ritüele ve sadece ölüye bir armağan göndermeye kodlandığını
düşünecek olursak pek gerçeği yansıtmadığını söyleyebiliriz.
Yazar eleştirmek
için eleştirmeye devam ediyor.
“Dini sözüm ona Kur’anileştirmek adına
gelenekteki her şeyi bid’at ve hurafe olarak addetmek, Vehhabiliğe yol
vermekten başka bir şey olmasa gerektir.” (Sayfa:130).
Gelenekteki her şeye
kim nasıl karşı çıkıyor? Dinin kendisi bir anlamda gelenek olduğu halde böyle
bir şey nasıl mümkün olacaktır? Kur’an’ın genel prensiplerine aykırı olan
geleneklere karşı çıkmak, nasıl gelenekteki her şeye karşı çıkmak olarak
yorumlanabiliyor anlamak mümkün değildir Yazar yine görmek istediği şekilde
görmeye devam ediyor.
Şu alıntıya bir göz
atalım;
“Bu noktada dikkat çekilmesi gereken bir
diğer husus da Kur’an’da Hz Peygamber ve diğer bazı peygamberlerin hatalarından
söz edilmiş olmasına rağmen Mealci söylemin nübüvvet ve ismet konusunda Sünni
gelenekteki hakim görüşü benimsemiş olmasıdır.” (sayfa:131).
Mustafa Bey bu
yaklaşımı bir çifte standart ve çelişki olarak görüyor. Ve dini “tarihten ve
gelenekten müstağni kalınarak” anlamanın imkansızlığını gördüler de yine tarihe
geri döndüler” diyerek eleştiriyor. Önce kendisi bir kurgulama yapıyor. Sonra o
kurgulamasının boşa çıktığını görünce çelişkili davranıyorlar diye dalgasını
geçiyor. Bir tarih ve gelenek eleştirisi yapılmasının ne sakıncası olabilir ki?,
Üstelik verdiği bu örnek dergi içerisinde istisnai bir örnektir. Dergiyi dikkatlice
incelemiş ve önyargısız bir şekilde okumuş olsaydı, ilgili yazarın başka bir
yazısının bulunmadığını görürdü. İlgili yazar arkadaşımız, genelde her sayıda
vermeye gayret ettiğimiz misafir yazarlarımızdan biridir ve yazısı da bir İlahiyat
lisans tezinin özetidir. Bir israiliyat eleştirisi olduğu için yayınlanmıştır.
Yazar, alıntı
yaptığı şeyin bir dergi olduğunu, dergideki her ifadenin ve her yazarın
düşüncelerinin genel tarafından paylaşılma zorunluluğu bulunmadığını
unutmaktadır. Aynı şeyi daha önce de ifade ettiğimiz gibi yine misafir
yazarımız Süleyman Karagülle’nin bir yazısı için de yapmaktadır. Dergiyi baştan
sona titiz bir şekilde okusa hangi yazı ve yazarların derginin genel havası ile
bütünleştiğini görür, tenkitlerini de bu yazı ve yazarlar üzerinden yapardı. Yazısında
eleştiriye konu ettiği yazılar, genelde yazısının başında, “Meşhur mealciler”
diye tanımladığı kişilerden başkalarına aittir. Hocanın amacı üzüm yemek
olsaydı, eleştirisini o kişiler ve yazıları üzerinden yapar hem daha tutarlı davranır,
hem de doğru bir iş yapmış olurdu.
Mustafa Bey,
“Kur’ancı –Mealci söylemin bir dizi açmazı
vardır. Evvela Kur’an’ı her okuyanın ihtiyacına cevap vermesini mümkün kılan
bir okuma biçimini önermesi ciddi bir problem olarak kaydedilmelidir. Çünkü
böyle bir okuma biçimini salık vermek, mana ve mesaj itibariyle yeni Kur’an’lar
üretilmesine yol vermenin yanında Kur’an metninin korunmuşluğundan söz
edilmesini de bir bakıma anlamsız kılmaktadır. Şüphesiz böyle bir okuma biçimi
anlamın salt metinde içkin olduğu yanılgısının bir ürünü olması hasebiyle hem
Kur’an’ın bize ne söylediğini geleneğin bahşettiği bağlamlar yardımıyla
anladığımız gerçeğini görememek yahut göz ardı etmek gibi bir illet ile
maluldur, hem de son derece anakronistik yorumlara yol vermesi mukadderdir.(sayfa:131-132).”demektedir.
Bu alıntı, Mustafa
Beyin Kalem Dergisini gereği gibi okumadığının ve bu insanlar hakkında hiçbir
şey bilmediği gibi bir önyargı ve peşin hükümle hareket ettiğinin açık bir göstergesidir.
Yaptığı şey, kafasında bir kurgu oluşturup, Kalem’den kurgusuna uygun bulduğu
pasaj, cümle ve cümlecikleri, bağlamlarından kopararak, (esas aldığı şeyin bir
dergi olduğunu, bir derginin ne kadar güncele sırtını dönse dönsün, tümüyle
güncelin dışına çıkmasının imkansızlığını görmezden gelerek. Aynı şey İslamiyat
ve diğer akademik dergiler için de söz konusudur.) icat ettiği kurgu içinde
yeniden inşa etmeden başka birşey değildir.
Kalem Dergisi
sonrasındaki faaliyetlerimiz, yazıp söylediklerimiz bir yana, kalem dergisi
içinde yer alan, sure ve kavram çalışmaları, yapılan alıntı ve tercümeler,
yukarıda söylenenlerin hiçbirisinin gerçeği yansıtmadığını gösteriyor. Birey
veya grup bazında insanların bazen kastı aşan ve tepkisel bir takım sözler
söylemeleri mümkündür. Kur’an’ın anlaşılmazlığının bir iman haline getirildiği
ve ona dokunup yaklaşmanın imkansız kılındığı ve Kur’an ayetleri üzerinde
konuşmanın cesaret istediği bir ortamda (70’li 80’li yıllardan söz ediyoruz),
Kur’an’ın anlaşılması konusuna, aşırı vurgu yapılması, kendi düşüncelerinden
başkasını İslami kabul etmeyen kesimler tarafından büyük tepki aldı. Her türlü
tehdit, baskı ve saldırı yapıldı. Bunu
birey olarak bir çoğumuz bizzat yaşadı. Yapılan küçük hatalar veya kastı aşan
ifadeler bu baskı ve saldırılar için bahane oluşturdu. Bu tür eksik ve
fazlalıklar istismar edilerek, Kur’an’a uygun bir anlayış geliştirmekten ve ona
uygun bir hayat yaşamaktan başka gayeleri olmayan insanlar dışlanarak toplum
dışına itilmeye çalışıldı. Bu itibarsızlaştırmanın bir benzerini bugün bu makalesiyle
Mustafa Bey yapmaktadır.
Acaba Kur’an’ın
yeterli oluşundan ne anlaşılmaktadır? Evet, Kur’an metni esastır. Bütün anlam
da onun içindedir ve ondan bağımsız değildir. Ancak Kur’an’ın kendisinin, bir
yönüyle tarihsel bir metin ve bir dil üzerinden gelmiş olması nedeniyle, nüzul
ortamının ve o dilin, o dönemdeki anlamlarının bilinmesi ile ancak anlamın
yakalanacağı, bu insanların 70’li yıllardan beri söyleye geldikleri şeylerin
başında gelmektedir. Ancak Mustafa Bey bunu bir türlü görmek istemiyor.
Bu insanların
geleneği eleştirmeleri veya bir bütün olarak güvenilir bulmamaları, geleneği
tümüyle dışladıkları anlamına gelmediği gibi geleneğin nasıl anlaşılması
konusunda bir çabalarının olmadığı anlamına da gelmiyor. Üstelik Kur’an’ın
üslubu, anlatım tekniği, o dönemin özellikleri, insan -insan, insan-tanrı,
insan-kozmoloji ilişkileri, dilin geçirdiği evreler ve mealde doğru anlamın
nasıl bulunacağı konusunda öncelikle Kur’an metni esas alınarak söylenecek çok
şey varken ve bunların bir kısmı da bazı makale ve kitaplarla ifade edilmişken,
bu insanların cahil kişiler olarak gösterilmesi başka bir cehalet örneğidir.
Bir de şunu açıkça
ifade etmek gerekir. Kur’an’ı anlamak başka bir şeydir. Meali anlamak başka bir
şey. Evet Kur’an’ı anlama iddiasında bulunmak gerçekten büyük bir sözdür ve
ciddi bir emek ve uğraşıyı gerektirir. Tarih, dil, edebiyat vs bilmeyi de
gerektirir. Ancak Meal elinizde hazırdır ve okuduğunuz metin artık Türkçe (veya
başka bir dildeki) metindir. Onu anlama oranınız, kendi birikiminizle ilgili
olduğu gibi meali yapanın başarısı ile de ilgilidir. Burada sorun, okuduğunuz
metnin bir meal olup olmadığını bilmenizle veya meallerin Kur’an’ı bütünüyle
içerip içermediği konusundaki kanaatinizle ilgilidir. Elbette her işte olduğu
gibi niyet de en belirleyici faktördür. Biz bu konuyu Meal Okuma Kılavuzu adlı
kitabımızda detaylı bir şekilde tartıştık. Bu konudaki görüşümüzü gerçekten
öğrenmek istiyorsa oraya bakabilir.
Ancak Mustafa Bey
kurguladığı gibi yazmaya devam etmesinin yanında niyet okumaya da devam ediyor
ve 133. sayfada şöyle diyor.
“Kur’ancı-Mealci söylem ‘anlam’ın okuma
faaliyeti sırasında ortaya çıkan bir sır olduğu kanaatindedir. Halbuki anlam, Allah
tarafından bir kere kastedilmiştir ve keşfedilmek üzere orada duran bir şeydir.
Bunu keşfetmek içinde tarihi göz önünde bulundurmak gerekir.”
Bu alıntının ilk
bölümünde Mealcilerin batinicilerden hiçbir farklarının olmadığı söylenmeye
çalışılmakta ve okuyanın çabasını, iyi niyetini, araştırmasını hafife
almaktadır. Ve Allah Kur’an’da kastettiği anlamı bulma hakkını sadece Mustafa
Bey gibi akademisyenlere has kılmıştır(!). İnsanlar, Arapça ve tarih bilmeseler
de aklederek, düşünerek, sorgulayarak, karşılaştırarak hiçbir doğruya
ulaşamazlar öyle mi Mustafa Bey? Bu nimet ve yetenekler sadece Arapça bilenlerin
elinde bir anlam kazanıyor demek ki? Şu dünyadan binlerce yıldır milyarlarca Arapça
bilen insan gelip geçmişken, “Allah’ın Kur’an’a bir kere koyduğu” hangi anlamlar keşfedilmiş de insanların yolu
aydınlatılmıştır. Kur’an’ın Arapça bilen milyonlarca, milyarlarca insana
düşünüp akletmedikleri için yeni hiçbir şey söylemediği (çünkü düşünmeyen ve
akletmeyen insanlar sadece taklit ederler) herkesin kabul ettiği bir gerçek
iken, Türkçe’ye veya başka bir dile tercüme edilen bir mealden düşünüp akleden
insanlar o mealde dile getirilenler çerçevesinde niçin bir şeyler anlamasınlar.
Genel çerçevede, Allah, risalet, ahiret, samimiyet, dürüstlük vefa gibi
yüzlerce konuda Allah’ın ne murat ettiğini niçin kavramasınlar. Tamam, uzmanlık
gerektiren bazı konularda çok detaylı araştırmalar gerekir, bunlar için tarih,
dil, hukuk, sosyoloji, edebiyat vs bilinmesi gerekir. Ancak biz onlardan söz
etmiyoruz ki. Aslında, aynı şey ilim sahibi olanlar içinde geçerli değil midir?
Dürüst olalım her alim okuduğu metinden aynı şeyi mi anlıyor. Yaşadığı
şartların, mezhebinin, meşrebinin etkisiyle, bazen aynı mezhep içerisinde bile
bir ayet için onlarca, yüzlerce vs farklı görüş ortaya atılmıyor mu? Tarihe baktığınızda
ne zaman sadece tek tip bir anlayış olmuştur. Beyinlerin sınırlandığı, soru
sormanın, düşünüp akletmenin yasaklandığı dönemlerde bile bu mümkün olmuş mudur
ki günümüzde olsun? Dürüst olursak, “ne kadar insan varsa o kadar da görüş
vardır” sözünün bir gerçeklik payı yok mudur? Özellikle geçmişte ve günümüzde
okumuş yazmış insanlar için bu daha bir gerçek değil midir? O zaman neyin
tartışmasını yapıyoruz? Yapılması gereken Kur’an’ı nasıl doğru anlarızın yöntem
ve metodolojisini geliştirmek, bunu yaparken de insanları, inanan inanmayan diye ayırmadan, onları,
Kur’an’ın anlam dünyasına çekmek olmalı değil midir?
Ayrıca yukarıda
alıntısı yapılan yazıda söylemek istediğimiz başka bir şey de bir medeniyet
veya devlet/yönetim inşa edilirken Kur’an’ın devre dışı bırakıldığıdır. Ne
yani, Emeviler mi? Abbasiler mi? Selçuklular mı? Fatimiler mi? Veya Osmanlılar
mı, Kur’an nasıl bir medeniyet, nasıl bir yönetim öneriyor diyerek sorular
sordular da, bu soruların cevaplarına göre bir sistem oluşturdular. İnsan –insan
ve insan-toplum ilişkilerinde veya diğer sorunlarda Kur’an veya Kur’an’ın temel
ilkelerinin esas alındığını kim söyleyebilir? Tüm bunlar oluşmuş alışkanlıklara
göre gelenek çerçevesinde, geleneksel yaşamın bir devamı olarak ortaya çıkmadı
mı?. Geleneğin kendisi Kur’an’dır deniyorsa o zaman biz daha çok konuşmaya
devam ederiz. Kendi adıma geleneği oluşturan temel argümanın hiçbir zaman
Kur’an olmadığı kanaatindeyim. Müslümanların bugün ve uzun geçmişte her açıdan
bulundukları nokta bunu imkansız kılıyor. Yok, Kur’an zaten böyle bir insan, böyle
bir toplum, böyle bir hayat öneriyor deniyorsa, O zaman biz, bu kez de Kuran anlayışımızın farklı olduğunu
söylemeye devam ederiz. Bu nedenle insanların samimiyetlerinin ve çabalarının
çok önemli olduğuna inanıyoruz. Samimiyet ve çabanın bir çok eksiği
kapatacağını düşünüyoruz.
Kalem Dergisindeki
bir yazarımızın, “Arapça bilmeyenler güvenilir bir çeviriden okuyabilirler”
ifadesine de takılmış Mustafa Bey. Bir şekilde her insanın, (hangi gurup ve cemaatten
olursa olsun) Kur’an meali okumasını isteyen birisi, daha başka ne diyebilir ki.
Çünkü her insanın veya cemaatin kendisine yakın hissettiği bazı isimler
olabilir. Toplumsal bir gerçeklik olarak durum da zaten bu merkezdedir.
Denilmek isteniyor ki, siz kimi güvenilir buluyorsanız onun mealinden okuyun,
yeter ki meal okuyun, bir şekilde anlamayı amaç edinerek Kur’an ile temasa
geçin. Herhangi bir mahalledeki veya bir camideki bir insana daha başka ne
denilebilir ki. Şu, şu kitapları oku, şu
dilleri öğren, şu kütüphaneleri dolaş, şu hocanın önünde şu kadar diz çök ondan
sonra mı bir meal oku diyeceksin.
Mustafa Beyin, bizim
insanlara ne dediğimiz veya ne düşündüğümüz konusunda aslında kafası oldukça
karışık. Yazısının başında, “meallerin ne
tür bir illetlerle malul olduğu da muhtemelen bilinmiyordu”(Sayfa:118)
derken, yazının sonuna doğru (Sayfa:134),
“Arapça bilmenin öneminden, meallerin yetersizliğinden, klasik tefsirlere ve
İslam tarihiyle ilgili eserlere başvurmak gerektiğinden söz edilmektedir. Oysa
başta nüzul sebepleri olmak üzere Kur’an’ın anlaşılmasına katkı sağlayan diğer
bütün alet ilimleri bize gelenek yoluyla intikal etmiştir. Şu halde, bir
taraftan “Kur’an bize yeter” fikrini savunmak diğer taraftan da Kur’an’ı anlama
faaliyetinde tarih ve geleneğe başvurmanın lüzumundan bahsetmek aşikar bir
ilkesizlik ve yöntemsizliktir.”demektedir.
Benim anlamakta
zorlandığım konu şu: Kalem Dergisi’nin hangi makalesinde veya Kalemin temel
yazarlarından hangisi herhangi bir yerde, ne zaman, “Kur’an’ı anlamak için
Kur’an veya meal dışında lügat, tefsir, tarih, hadis vs okunmamalıdır, hiç
birine ihtiyaç yoktur, meal bize yeter” demiştir. Meal dediğimiz şey sonuçta,
herhangi bir kişinin kendi birikimi çerçevesinde Allah’ın kelamını bir dile
aktarması olayıdır. Bir meal, o meali yapan beşerin sahip olduğu bütün
eksiklerle birlikte vardır. Kendini bilen hiç kimse örneğin Süleyman Ateş’in
veya bir başkasının, mesala Muhammed Esed’in meali Kur’an’ı tam olarak aktarıyor
diyemez. Böyle olduğu için, yani mealler sonuçta bir uzmanın kendi anlayışı
çerçevesinde yaptığı bir tercüme faaliyeti olduğu için, kim, nasıl, hangi akla
hizmetle meal yeterlidir diyebilir. Dilin kemiği yok, birileri böyle şeyler
söylüyorsa o kişilerin Kalem Dergisinde işleri olmamıştır. Kalem Dergisinin 13-14.,
15-16. ve 17-18. sayılarında sunduğumuz Süleyman ateş ile yaptığımız söyleşi
de, mealinin sonraki baskılarında, bir çok ayetin mealini yeniden ve eskisinden
farklı olarak verildiği, kendisine bunun ilk yıllardaki Arapça bilgisinin
yetersizliğiyle mi ilgili olduğunu sorduğumuzda, konunun dil bilmekten çok,
başka etkenlerden kaynaklandığını ifade ederek “Maalesef ben eski meallerin tesirinde kalarak
hatalara düşmüştüm, eski baskılarda hatalar vardır. Bugün itiraf ediyorum”
diyerek kendi mealindeki ve diğer meallerdeki yanlışlıklardan örnekler vererek
işin vehametini ortaya koymuştu. Bu durum zaten hem Kalem Dergisinin
yazarlarının hem de çevresinin bildiği şeylerdi. Durum bu minval üzereyken ve
bu söyleşinin dışındaki başka bir çok makalede de bu yanlışlıklara
göndermelerde bulunulmuş iken nasıl mealler yeterlidir veya mealler ile
yetinilmelidir denilebilir. Bu insanlar için mealler, daha çok İslam’ı ve
Kuran’ı anlamak için bir başlama noktasına karşılık gelir. Kur’an meali
okunduktan sonra diğer metinlere yönelinmeli ve mealler de bu süreçte yeniden,
yeniden sürekli olarak okunmalıdır. Bunun eğitimde tümdengelim ve tümevarım
yöntemleriyle yakından ilgisi vardır. Bu başka bir tartışma.
“Kur’an yeterlidir”
veya “Kur’an temel/esas kaynaktır” veyahut “tek/biricik kaynaktır” demek Mustafa
Beyin söyleye geldiğinden çok başka bir şeydir. Ne söylenmek istendiğinin iyi
anlaşılması gerekir. “Kur’an yeterlidir” demek öncelikle anlaşılmış bir
Kur’an’dan söz ediliyor anlamına gelir. İlke olarak da, en azından indiği
dönemde sıradan bir Arabın anladığı kadar onu anlamak kastedilmektedir.
Anlaşılmayan bir şey zaten size ait değildir ve siz onun yabancısısınızdır. Bu durumda onun tek, birinci veya üçüncü bir
kaynak olmasının ne anlamı olabilir ki. Sonuçta sizin ulaşamadığınız bir şeydir
O. Ona ulaştığınızda, onu bütün yardımcı aletleri kullanarak anladığınızda ise,
onun rehberliğinde, onun ilkeleri çerçevesinde bir dünya, bir anlayış, hatta
bir medeniyet inşa etmenizin önünde, sizin kendinizden yani insanoğlunun
kendisinden başka kim durabilir, hangi şey
engel oluşturabilir ki. Anlaşılmış Kur’an’ı kaynaklardan bir kaynağa
indirgemek acaba onun geliş amacına ne kadar uygun düşmektedir? İşte Kur’an’ın
yeterliliği burada devreye girmektedir. Eğer Kur’an, bu kadar menkulata,
tefsir, tarih, hadis vs.ye rağmen hala anlaşılmıyorsa, yani bir şekilde onu
anlamaktan aciz bırakılmışsak veya öyle varsayıyorsak, artık tartışmanın
Kur’an’ın anlaşılmasıyla ilgili olmadığını görmemiz gerekir.
Bu noktadan sonra tartışma
egemenlik alanına kayar ve egemenliğin kime ait olması ile yakından ilgilidir.
Eksik-fazla, doğru-yanlış geçmişte ve günümüzde bütün tartışma bu düzlemde
yapıla gelmiş ve yapılmaktadır. Bunun Allah’ın Rasulü Hz Muhammed ile de bir
ilgisi yoktur. Bilgisizlik, kutsama ve tabulaştırma kıskacında bir hayatı yaşamaya
kodlandırılmış kalabalıkları arkasına alan egemenler Kur’an’ı bir hidayet
kitabı, hayatın rehberi ve bir mizan olmaktan çıkarmışlar ve kaynaklardan bir
kaynağa indirgemişlerdir. Yol gösterici misyonu ortadan kalktıktan, hedefleri
ve ilkeleri devre dışı bırakıldıktan sonra, tek kaynak olmasının ne anlamı
olabilir. Evet, Kur’an kutsanmaya, el üstünde tutulmaya devam edilmektedir,
ancak, duvarlarda, yüksek raflarda atlas kumaşlar içinde özel gecelerde
ölmüşlerin ruhu için saygı ve huşu içinde okunması dışında hangi işleve
sahiptir. Bu huşu ve coşku ile kendinden geçen ve bununla yetinen insan için,
Kur’an’ın yegane kaynak olup olmamasının ne anlamı olabilir ki. Kutsal ve
ulaşılmaz olması onun için zaten yeterli olmaktadır. Fazlası zaten istenilmeyen
bir durumdur. Ve Mustafa Beyin önemsediği ve önemli gördüğü anlayış budur.
Mustafa Bey,
Mealcileri bir tarafa yamamak için özel gayret göstermektedir. Hindistan’daki Kur’an cemaatine veya Muhammed
Esed’in meal tefsirine sürekli atıf yapmaktadır. Oysa bu insanların zihinsel
oluşumları, bu çalışmaların Türkiye’ye girmesinden çok daha önceki yıllara
dayanmaktadır. Özellikle 70’li yılların şartlarında
mealci denilen şahısların bu cemaat ve insanlardan haberdar olmaları fiili
olarak mümkün değildir. Bu insanlar Esed’i okumadan çok önce Kur’an’ın
anlaşılması için, deyim ve terimlerin yanı sıra nüzul ortamının önemini
kavramışlar, müsteşriklerin eserleri de
dahil olmak üzere, o dönemi anlatan her çalışmayı okumaya gayret
etmişlerdir. Bu nedenle Kalem’de konunun bu yönü sürekli vurgulanır. Ancak Mustafa
Bey bunu anlamaz, anlamak istemez ve onları “ilkesizlik ve yöntemsizlik”le
suçlamaya devam eder. Oysa onlar yeni
bir kitap, yeni bir makale bulabilir miyiz veya yeni bir yaklaşımdan haberdar
olabilir miyiz diye her Cuma Ankara ilahiyat koridorlarında boy gösterirler, Hatiboğlu
ve Atay hocaların ilahiyatlı öğrencilerinden çok bunlar, onların odalarında bir şeyler öğrenebilmek için nöbet tutarlardı..
Ama Mustafa Bey bunları nereden bilecekti ki.
O, daha çok niyet
okuma ile meşgul olduğu için, “Kur’ancı/Mealci
söylemin öncüsü konumundaki bir çok zevatın klasik kaynaklardan kolayca
istifade edebilecek bir ilmi birikime sahip olmadığını da belirtmek gerekir. Bu
durumu Kalem Dergisinde yayımlanan bir çok makaledeki gelişigüzel dipnotlardan
bile teşhis/tespit etmek mümkündür. ………. gelişigüzellik ve yanlışlık bizce
yazarın (örneğin M.A.Baltaşı’nın) klasik kaynakları pek tanımadığını ve hatta
bu kaynakları hiç görmediğini ihsas ettirmektedir. Yazar gerek makalelerinde
gerekse İlk Mesajlar adlı eserlerinde M.Watt, Esed, Izutsu’nun Kur’an ile
ilgili eserlerinden çokça istifade etmiş, her nedense bu eserleri zikretmek
yerine klasik eserleri zikretmeyi yeğlemiştir.”(sayfa:135) demekle meşguldür.
Şimdi bu hakaret ve istihzaların
hangisine cevap verelim. Bu sözlere ancak edep yahu denir. İlk Mesajlar
kitabının bir heyet tarafından hazırlandığını daha önce söylemiştik. Bu
heyetteki arkadaşların çoğunun kütüphanesinde zikrettiği kaynakların
orijinallerinin yetmişli yıllardan beri mevcut olduğunu ona nasıl anlatalım.
Ayrıca “bu kaynaklardan
istifade edecek ilmi birikimi yok” ne demek. İlmi birikimden kastı ne? Okuduğu
bir dini metini o literatürü bilmediği için anlamazlar mı demek istiyor veya
Arapça bilgileri bu tür metinleri okumaya yetmez mi demeye getiriyor? Bu
seçeneklerden biri veya her ikisinin de gerçeği yansıtmadığı bilenlerin bildiği
bir gerçek iken, bir tür itibarsızlaştırmaya yol açan bu ifadeler, Mustafa Beye
yakışmamaktadır. Öncelikle, hem M.A. Baltaşı ile ilgili söyledikleri doğru
değildir üstelik onur kırıcı ifadelerdir, hem de burada diğer yerlerde genelleme
yaparak konuşması, iyi niyetinden şüphe etmemiz için bize oldukça çok gerekçe
sunmaktadır. Öncelikle bu insanların her biri kendisinden asgari 10-15 yaş
büyüktür ve bir çoğunun ömürleri Kur’an’a adanmıştır. Ayrıca konunun bir de
vefa ve edep yönü de söz konusudur. En önemlisi de söyledikleri gerçekleri
yansıtmamaktadır.
Baltaşı’nın veya Mustafa
Beyin deyimi ile “Kur’ancı Mealci söylemin öncüsü konumundaki bir çok zevattan”
hangisi, adı geçen “kaynakları” (Bu kaynakların çoğunun bugün Türkçe veya
İngilizce çevirileri mevcuttur.) anlamakta yetersiz kalmıştır. Üstelik bu yeterlilik
testini kim neye göre yapmaktadır. Bu kişilerin yapıp ettikleri zaten her şeyi
açıkça ortaya koymaktadır. Zaten bu insanların hayatı ilgili klasik metinlerle hasbıhal
etmekle geçmektedir. Önemli bir kısmının, Arapça’ya vukufiyeti kendisi gibi
olmadığı doğrudur. Çünkü bunların imkanları yurtdışına gitmelerine elvermediği,
onları bu iş için finanse edecek üniversiteleri veya hacı babaları olmadığı
için kendi imkanlarıyla ancak bu kadarını becerebilmişlerdir. Ancak buna
rağmen, akademisyenlerin büyük çoğunluğu gibi, sözlükler ve diğer yardımcı
araçlar yardımıyla metinleri çözmeye çalışmaktadırlar. Tıkandıklarında veya
çözemediklerinde bu konuda uzman olduklarını düşündükleri hocalardan yardım
istemeyi bir erdem olarak görmektedirler.
Sayın Öztürk, “sonuç itibariyle, tarih ve gelenekten
yalıtılmış bir zihinle Kur’an ‘dan anlam üretmek Mealci söylem için de mümkün
olmamıştır” diyerek, boşluğu yumruklamaya devam ediyor. Yine kurgulamalar
ve o kurguya dayalı suçlamalar. Sanki bu insanlar “tarih ve gelenekten
yalıtılmış zihinler” üretmek için
uğraşıyorlar, böyle bir proje ve iddiaları var da bunda başarısız olmuşlar gibi
.
Mustafa Beyin, Kalem
Dergisinin altıncı sayısında ayrıntılı bir şekilde vermeye çalıştığımız Leyl
suresiyle ilgili çalışmamıza da takmış. Yazımızı bu konuyla noktalamak
istiyorum. Takip edenler bilir. Kalem Dergisi’nin her sayısında ilk Mekki
surelerle ilgili tefsir denemeleri yayınlanıyordu. Önce Surenin meali
veriliyor, arkasından ayetler ile ilgili açıklamalar yapılıyordu. Bu
açıklamalarda, özellikle deyim ve terimler üzerinde yoğunlaşılıyordu. Leyl
suresi için de aynı şey söz konusuydu. Surenin şiirsel üslubu da göz önünde
bulundurularak önce meali verilmiş arkasından da açıklamalar yapılmıştı. Leyl
suresinin üslubu gereği, meali de devrik cümlelerle (şiirsel ifadelerle) verilmeye
çalışılmıştı (Elmalılı’nın ve Gölpınarlı’nın da yaptığı
gibi).Terimler/kavramlar makale içerisinde etraflıca açıklanacağı için, biraz
da Türkçe’de bir veya iki kelimeyle karşılığını vermekte zorlandığımızdan,
zaman zaman kelimenin Kur’an’daki Arapça formunu kullanmıştık. Çünkü ileriki
satırlarda o kelime veya kelimeler ile ilgili zaten geniş açıklamalar
yapılacaktı.
Mustafa Bey surenin
mealinden bir bölüm alarak eleştirinin ötesinde bir dil kullanarak şöyle diyor:
“…Bütün bunlar bir yana, Kur’an ‘daki bir çok
ayette ne söylendiğini mealler vasıtasıyla söylemek muhaldir. Bu gerçeği teyit
edecek bir örnek olarak Kur’ancı – Mealci zevata ait şu çeviri zikredilebilir” dedikten sonra Leyl Suresinin mealinin ilk
bölümünü aktardıktan sonra ekliyor: ,”…
1-7 ayetlerde ne anlatıldığını gerçekten anlamak mümkün müdür. Bizce, Kur’an’ın
kavram dünyasına aşina olmayan bir Müslümanın “ve tasdik eder hüsna’yı; en kolayı kolaylaştırırız ona” şeklindeki
ifadelerden anlam çıkarması pek mümkün gözükmemektedir. Dahası, böyle bir
mealin Kur’anla ilk defa tanışan bir insanı, Allah’ın bilmece gibi konuştuğu
düşüncesine sevk etmekten başka bir katkısı olmasa gerektir. Meallerin
özellikle müptedi düzeyindeki okurlara Kur’an’ı anlama imkanı sunmadığı
gerçeği, en azından kimi Mealciler tarafından da teslim edildiğinden olsa
gerek, Kalem dergisinde yayımlanan meal denemeleri aynı zamanda bir tefsir
denemesi niteliğindedir. İşte tam bu noktada denebilir ki Kur’an’ı mealler
vasıtasıyla anlamanın imkanından söz etmek düpedüz bir laf-ı
güzaftır”(sayfa:136).
Leyl suresi ile
ilgili söylediklerine değinmeden önce, diğer söylediklerini değerlendirelim.
Yazar, makalenin genelinde Kalem dergisinden yapılan alıntılarla Mealcilerin
“meal/Kur’an yeterlidir” iddiasında olduklarının ispatı yapılmaya çalışılırken,
burada “Kalem dergisinde bazı Mealciler tefsir denemeleri yaparak, bunun
imkansızlığını ortaya koyuyorlar” Yani “Kalem dergisi ekibinin bir kısmı
Meallerden Kur’an anlaşılmaz görüşündedir” diyor. Şimdi bunun hangisi doğrudur?
Oysa, konuk yazarlar dışında hemen hemen her Kalem yazarının bir sure tefsiri çalışması
yayınlanmıştır. Buna göre “Kalem dergisinin yazarlarının tamamı, meallerin,
okurlarına Kur’an’ı anlama imkanı sunmadığı kanaatindeler.” Oysa biz otuz yıla
yakın Kur’an öğrenciliğimizde, Kur’an’ın kavram dünyasına aşina olmayan
yüzlerce veya binlerce Müslüman’ın/insanının okuduğu mealin anlam sınırları
içerisinde okuduğunu anladıklarına şahit olageldik. Meallerin anlamı eksik
aktarması bu insanların eksiği değil ki. O meali yapanın eksiğidir ve bu başka
bir tartışmadır.
Leyl suresine gelince;
Öncelikle Yazar bu çalışmanın salt bir meal çalışması değil, bir tefsir denemesinin bir parçası olduğunu,
birkaç paragraf sonra bu kelimelerin detaylı bir şekilde ne anlama geldiğinin
açıklamasının yapıldığından hiç söz etmiyor. Ve “Kur’an’ın kavram dünyasına aşina olmayan bir Müslüman’ın “ve tasdik
eder hüsna’yı; en kolayı kolaylaştırırız
ona” şeklindeki ifadelerden anlam çıkarması pek mümkün gözükmemektedir.”diyor.
Mustafa Beyin bu
makalesi üzerine de aşağıda sunduğumuz bölümü, Kur’an’ın kavram dünyasına aşina
olmayan dört tıp ve bir lise öğrencisine bir topuluk önünde okuyup ne anladıklarını
veya anlayıp anlamadıkların sordum. “İttika” ve “hünsa” kelimelerinin ne anlama
geldiğini kavramakta zorlansalar da ilgili bölümün ne anlatmak istediğini
özetlediler ve hiç birisi de Allah’ın bilmece gibi konuştuğu kanaatine sahip
olmadılar. Ben daha önce benzer denemeyi, namaz sureleriyle ilgili olarak, dini
bir gelenekten gelmeyen orta okul öğrencileri üzerinde yüzlerce kez yaptığım
halde hep olumlu sonuç almıştım. Aynı denemeyi geleneksel ailelerin çocukları ile
gerçekleştirdiğimde ise onların gördüklerini değil, beyinlerinde olanı
okuduklarına şahit oldum.
Acaba, İslamiyat
dergisindeki makaleleri Kur’an’ın veya geleneksel kültürün anlam ve kavramsal
dünyasına uzak olanların kaçta kaçı anlamaktadır. Aynı şey Mustafa Beyin
yazıları için de söz konusu değil midir? Kalem dergisinin de İslamiyat gibi
seçilmiş seçkin bir okuyucu kitlesi vardı ve genel olarak onlar hedef
alınıyordu. Çünkü Kalemin, yoğunlaştığı alanı belli, okuyucu kitlesi belliydi.
İnsaf sahipleri için ilgili mealin bir kısmını burada bir daha aktarıyorum.
Tabi, bu metnin bundan yaklaşık 20 yıl önce yazıldığına dikkatlerinizi çekerek
…
andolsun örttüğü
zaman geceye
ve andolsun
aydınlandığı zaman gündüze
yaratıklarına
andolsun erkek ve dişi olarak
gerçekten farklıdır
çabalarınız birbirinden
bağış yapar ve
ittika eder her kim
ve tasdik eder
hüsnayı
en kolayı
kolaylaştırırız ona
ama cimri olur ve
kendini kendisine yeterli görür her kim
ve yalanlar hüsnayı
en zoru
kolaylaştırırız ona
ve malı kurtarır mı
kendisini can çekişirken
Oysa bize aittir
hidayet
Ve bize aittir sonuç
ve başlangıç
(Leyl suresi:1-13)
Son söz olarak şunu
söylemek istiyorum: Kalem Dergisini çıkaran ekibin bir mezhep, bir cemaat olmak
gibi bir çaba ve gayretleri olmadığı gibi, onlar, bir ekol, bir sistem kurduklarını
da hiçbir zaman söylemediler. Söylemediler çünkü böyle bir anlayışa hiçbir
zaman sahip olmadılar. Sadece düşündüklerini, anladıklarını, inandıkları
doğruları ulaşabildikleriyle paylaşmaya çalışıyorlardı. Ayrıca tenkidi ve tenkit edilmeyi de önemli
bir kazanç olarak görüyorlardı. Bu insanların belki de en önemli ortak
özellikleri Kur’an’ı ve eleştirel aklı öncelemeleriydi. Elbette ilk olmanın bir
yansıması olarak, bir çok şeyi, eksik fazla veya kastı aşacak şekilde
söylemeleri mümkündü. Dün olduğu gibi bugün de bunları dile getirenlere
teşekkürü bir borç bilirler. Bu satırları yazmamıza vesile olduğu için Mustafa
Beye bile…
KUR'AN'A NEDEN TAM BİR MEAL YAZILAMAZ?
YanıtlaSilhttps://www.instagram.com/p/Cog0yOYv3BO/
İlk olarak cenneti garantileriz daha sonra neyin iyi neyin kötü olduğunu yaratıcımız olan Allah'ın kullanma kılavuzundan (Kuran) öğrenir ve uygulamasına geçerek mevki, makamımıza yükseliriz.
İslamiyet güncellenmeli.
İNSANLARIN İYİLİĞİ DETAYLARDA GİZLİDİR.
https://t.co/LbEbTGUYrt