-Kur’an Algısı ve
Türkiye’deki Kur’an Okumalarına Etkisi üzerine-
Giriş
Seyyid Kutub,
geleneksel cemaatlerle organik bağı olmayan, arayış içindeki tüm gençler,
özellikle de orta ve yüksek öğrenimini 70’li yıllarda yapmış bizim kuşak
üzerinde fikri ve siyasi anlamda ciddi etkileri olmuş önemli bir düşünür ve
hareket adamıdır. Onun kitapları Türkiye’de 60’li yılların sonlarına doğru
yayınlanmaya başlandı ve 70’li ve 80’li yıllarda artan bir ivme ile devam etti.
Türkiye’de okuyucu ile buluşan ilk kitapları “Kur’an’da Edebi Tasvir” ve
“Kur’an’da Kıyamet Sahneleri”gibi daha çok Kur’ani yaklaşımlarını ortaya koyan
kitaplardı. Örneğin “et-Tasviri’l- Fenni fi’l-Kur’an” isimli kitabı “Kur’an’da
Edebi Tasvir” ismiyle 1967 yılında tercüme edilip yayınlanmıştı.
Ülkemizde 70’li yıllar
boyunca daha çok yenilikçi Kur’ani söylemleri ile dikkat çeken Seyyid Kutub, 80’li
yılların ortalarından itibaren Türkiye’nin iç dinamiklerinin ve tartışma
konularının değişmesi ile birlikte, özellikle de “İran İslam Devrimi”nin
etkisiyle nitelik ve muhatap değiştirerek o, daha çok siyasi ve devrimci
kimliği ile ön plana çıkmaya başladı. Bu yıllardan itibaren Kur’ani
yaklaşımlarının ortaya konulduğu kitaplarının satışları durma noktasına
gelirken inkılapçı düşüncelerinin yer aldığı kitaplarının satışlarında
“patlamalar” yaşandı. Farklı yayınevleri aynı kitapları farklı tercümelerle artarda
yayınlamaya başladılar. Ancak 90’ların ikinci yarısından itibaren
muhataplardaki zihni değişimler, özellikle de 28 Şubat darbesinin etkisiyle
yeni gündemlerin ve tartışma konularının ortaya çıkmasıyla bu kitaplar da yavaş
yavaş piyasalardan çekilmeye başladı. Veya belli bir anlayışa sahip özel bir
çevre ile sınırlı kaldı.
70’li yıllar Türkiyeli
Müslüman gençlerin en fakir/mazlum, en hasbi, en yalnız/sahipsiz, en bağımsız,
en sorgulayıcı, en eşitlikçi ve en özgürlükçü oldukları yıllardı. Bu yıllar
aynı zamanda (geleneksel cemaatlerin varlığına ve etkisine rağmen) Müslüman
gençler arasında hoşgörünün en fazla, kutuplaşmanın en az olduğu yıllardı. Bu
yıllar Türkiye’deki tüm kesimler için (Orta ve yüksekokul öğrencilerini
kastediyorum.) bir arayış yıllarıydı. Uzun yılların içe kapanıklığı sonrasında
bir nebze de olsa özgürleşen (30’lu, 40’lı yıllara oranla) hem sol hem de
Müslüman cenaha ait gençler dünyadaki fikri ve siyasi akımların propaganda
sağanağına maruz kalmışlardı. Her kesim kendi meşrebine uygun akımların, fikirlerin
etkisi ile kendilerini yeniden inşa etmeye koyulmuşlardı.
Kur’an’ın Yeniden
Keşfedilmesi
18.yüzyılın başlarından
itibaren sömürgeci Batı karşısında Müslüman coğrafyanın siyasi, ekonomik ve
askeri olarak gerilemeye başlaması ve Birinci Dünya Savaşı sonrasında tamamen
mağlup olması Müslüman kesimlerde bir sorgulama sürecinin başlamasına neden
olmuştu. Asya ve Afrika kıtasının pek çok bölgesinde yaşanan bu durum
karşısında her üç alanda da bir özeleştiri ve yeni bir kimlik arayışı süreci
başladı. Müslüman coğrafyadaki siyasi ve ekonomik yapı yanında en çok
eleştirilen konulardan biri de bu coğrafyaya egemen din anlayışıydı. Bu
sorgulamalar sırasında Müslümanların günlük dini ritüellerinin temelini
oluşturan Kur’an bir hidayet rehberi ve hayat kitabı olarak yeniden keşfedildi
ve sonrasında pek çok yeni ekol ve okul ortaya çıktı. Özellikle Hindistan ve
Kuzey Afrika/Mısır bu işte motor vazifesi gördü. Bu okullardan yeni anlayışta pek
çok ilim ve hareket adamı yetişti. Ebulkelam Azad, Seyyid Ahmed Han, Muhammed
İkbal, Nedvi ailesi, Cemaleddin Efgani, Muhammed Abduh, Reşit Rıza, Ahmed Emin,
Emin el-Huli, Hasan el-Benna, Seyyid Kutup, Mevdudi, Malik Binnebi, Muhammed
Halefullah bunlardan bir kısmıydı.
Bu ilim adamlarına İkinci
Dünya Savaşı sonrasında pek çok yeni isim eklendi. Bu isimler ve hareketlerin de etkisi ile Müslüman
coğrafyada özellikle de bu bölgelerde Batı sömürgecilerine ve bölgedeki
işbirlikçilerine karşı özgürlük mücadeleleri başladı. Bu mücadeleler
beraberinde yeni bir dini söylem de geliştirdi. İşte bu yeni söylemin en yıldız
isimlerinden biri de Seyyid Kutub’tur. 50’li ve 60’lı yıllar (29 Ağustos 1966’da idam edildi.) onun en popüler olduğu ve
önemli eserlerini yazdığı yıllardı. Ancak Kur’an tefsirine kaynaklık edecek
çalışmaları kırklı yıllarda veya daha öncesinde yayınlanmıştır. O sadece
duygulara hitap eden bir hareket adamı değildi, aynı zamanda geleneksel
paradigmaları da sarsan bir fikir adamıydı.
O, bu özellikleriyle
tüm Müslüman dünyayı, özellikle de geleneksel cemaatleri aşan, kendisine bu
klasik geleneksel yapılar dışında bir yuva/dünya arayan, olandan memnun
olmayan, soruları olan, arayış içerisindeki gençleri etkiledi. Etkilenenlerden
biri de bendim. Ancak benim etkilenmem onun kitaplarını okumaya başlamamdan
yıllar sonra yaşadığım bir “şok” neticesinde oldu.
“Kur’an’da Edebi Tasvir”
kitabı ve İlk Meal Okuyuşum
Daha İmam- Hatip ikinci
sınıftayken (1969’da) onun kitaplarıyla tanışmıştım. Okuduğum ilk kitabı “Cihan
Sulhu ve İslam”dı. Çok okuyan bir çocuk olarak bu kitabı bitirmekte
zorlanmıştım. Bu kitabı bana hediye eden hocamın hatırına bitirmiştim.
Lise’deyken “İslamda sosyal Adalet” kitabı dikkatimi çekmişti. Zevkle okumuştum
ama bu kitap da benim için sıradan bir kitaptı. Çünkü benzer söylemi dile
getiren pek çok kitap vardı. Örneğin Hüseyin Hatemi’nin “İslam açısından
Sosyalizm” veya Mustafa Sibai’nin İslam Sosyalizmi” kitapları daha etkileyici
gelmişti. O günlerin siyasi ortamı ve fikri tartışmaları içerisinde “İslam
kapitalizm Çatışması” isimli kitabı zihnimizde daha bir yer tutmuştu. Ancak
beni asıl etkileyen ve düşünce dünyamın şekillenmesinde temel rol oynayan “Kur’an’da
Edebi Tasvir” isimli kitabıydı. Pek çok bileşenin etkisi ile benim gerçek
anlamda Kur’an’la tanışmamı sağlayan işte bu kitaptı.
Sanırım 1977’nin
sonları veya 78 yıllarının ilk günleriydi. O zamanın “Akıncılar” ve “MTTB”
derneklerinde 70-80 kişinin katılımıyla tefsir dersleri yapardık. İmam-Hatip,
Lise, Ünversite, farklı seviyelerden pek çok öğrenci bu derslere/sohbetlere
katılırdı. Dersler benim de içinde bulunduğum üç-beş arkadaş tarafından mevcut
tefsir, hadis ve siret kitaplarından yararlanılarak hazırlanılırdı. Zaten elde
çok kısıtlı sayıda Türkçe kaynak vardı. Bir gün, bana düşen kısmın sunumunu
yaparken, “Elmalılı Hamdi şunu dedi”, “Ömer Vehbi Bunu dedi” diyerek ilgili
sureye ait müfessirlerin görüşleri aktarırken İmam –Hatip lisesinde okuyan bir
arkadaş, “Abi, hocaların görüşlerini anladık da sen Mehmet Yaşar Soyalan olarak
bu konuda ne düşünüyorsun?” diye sordu. Biran bocaladım, bir süre sustum.
Sonra, “ben kim olabilirim, benim ne görüşüm olabilir ki” dedim. Sonuçta Eğitim
Enstitüsünde okuyan bir üniversite öğrencisiydim. Ancak bu soru zihnime bıçak
gibi saplanmıştı. “Ben kimdim ve benim niçin bir görüşüm yoktu?” Araştıran,
sorgulayan biriydim, okuduğumuz kitaplardaki çelişkiler, dikkatimi çeker, zaman
zaman tefsirlerin açıklamaları zihnimdeki sorulara cevap oluşturmazdı Bunları
çevremdekilerle de paylaşırdım ama bugüne kadar “kendim olmak” gibi bir
düşüncem olmadığı gibi sadece “bana ait fikirlerim” de olmamıştı. Daha doğrusu
böyle bir şey aklıma bile gelmemişti. Ancak bu soru zihnimi darmadağın etmişti.
Bu soru zihnimde yankılanarak öğrenci evine döndüğümde gözüm, yeni alıp bir
köşeye yığdığım ancak henüz okumadığım kitaplara ilişti. Bunların içinde iki
kitap beni kendine çekti: “Kur’an’da Edebi Tasvir” ve “Kur’an’da Kıyamet
Sahneleri” isimli Süleyman Ateş’in tercüme ettiği Seyyid Kutub’a ait kitaplar.
Elim, “Kur’an’da Edebi
Tasvir” isimli kitaba gitti. Açıp okumaya başladım, Birkaç sayfalık “önsöz” ve
“ithaf” bölümlerinden sonra “Kur'an'ı Bulmuştum” bölümüne
ulaşmıştım. Yine bir solukta okudum. Kelimenin tam anlamı ile çarpılmıştım. Yazar,
tefsir kitaplarının kendisini Kur’an’ın ruhundan, lezzetinden
uzaklaştırdığından, çocukluğunun Mushafından/Kur’an’ından ve Tefsir
hocalarından dinlediği ve tefsirlerde okuduğu farklı iki Kur’an’dan söz
ediyordu. Bunların biri çocukluğunda zevkle okuduğu, üzerine hayaller kurduğu,
tatlı, kolay, teşvik edici çocukluk Kur’an’ı. Diğeri, “güç,
düğümlü, dağınık, tefsir hocalarından dinlediği ve tefsirlerde okuduğu gençlik
Kur'an'ı”ydı. “Yoksa bu, tefsirlerde tutulan yolun bir cinayeti miydi?” diye
soruyordu. Zihnim darmadağın olmuştu. Tefsirlerle ilgili benim de bazı
sorularım vardı ve tefsirlerde bazı çelişkileri ben de görüyordum ama bunları
tefsir ilminin bir açmazı bu ilmin bir eksikliği olarak görmüyor, Müfessirlerin
şahıslarıyla ilgili bir sorun olarak görüyordum. A tefsiri anlatamamışsa, B
tefsiri anlatmıştır diye düşünüyordum. Ama yazar tefsir ilminin Kur’an’ın
mesajını örtmesinden, ruhunu öldürmesinden söz ediyordu. En azından o zaman ben
öyle anlamıştım. Kur’an’dan ne kadar uzakta olduğumu hissettim. Sanki zemin
ayaklarımın altından kayıvermişti. Yıllarımın elimden çalındığını düşündüm.
Kitabı okudukça anlattığı Kur’an ile benim bildiğim, öğrene geldiğim Kur’an
arasında derin uçurumlar vardı. Bu uçurumun nedeni okuduğum tefsirler ve
aldığım eğitim miydi? Önemsediğim, gözümde ulaşılmaz gördüğüm, saygı duyduğum pek
çok ilim adamı, müfessir birden bire hasmım oluvermişti. Kur’an ile arama
girenler, beni ondan uzaklaştıranlar bunlar mıydı? Ancak Seyyid Kutub
gençliğini geride bıraktığı günlerde Kur’an’ı yeniden bulduğundan söz ediyordu.
Şöyle diyordu:
Tekrar Kur'an'a döndüm, onu okuyorum; lâkin tefsir kitaplarından değil, bizzat Mushaf’tan okuyorum. Yine o güzel ve sevgili Kur'an'ımı tekrar bulmuş, şevk verici, tatlı tablolarıma yeniden kavuşmuştum. Ancak bunlar eski sadeliğinde basit tablolar değildi. Onlarla ilgili anlayışım da değişmişti. Şimdi onların yüksek hedeflerini anlıyordum. Bunların vukubulan bir olay değil, verilen bir mesel olduğunu idrak etmeğe başlamıştım. Ancak her şeye rağmen o tabloların büyüsü devam ediyordu. Cazibelerinden bir şey kaybetmemişlerdi. Elhamdülillah, Kur'an’ı bulmuştum.
Seyyid Kutub Arapça
konuşan bir ailenin çocuğu olarak genel hatlarıyla da olsa onu okuduğunda bir
şey anlıyor, daha çok yoğunlaşarak anlayışını derinleştirebilmişti. Ama ben
bunu nasıl gerçekleştirecektim. Her ne kadar mushaf’ı yüzünden okusam da Türkçe
konuşan bir ailenin çocuğu olarak ondan bir şey anlamıyordum. “Ben Kur’an’ı nasıl
bulacaktım?” Tefsirler onu benden uzaklaştırdığına, Mushaf’ı da anlamadığıma onun
anlam dünyasına nasıl girecek, nasıl onun muhatabı olacaktım. Allah’ın, Arap,
Türk, Kürt, İngiliz ayırımı yapmadan her bir insanı ondan, onun mesajından sorumlu
tuttuğuna göre Türkçe konuşan birisi olarak ona nasıl ulaşacaktım. Konuştuğum
dil/ Anadilim Türkçe olduğuna göre ona ancak Türkçe üzerinden ulaşabilirdim.
İşte o zaman hiç gündemime girmeyen Türkçe Kur’an mealleri geldi. Ama önce bu
kitabı bitirmeliydim. O gece hiç uyumadan ertesi gün de onu bitirinceye kadar
okumaya devam ettim. Arkasından da “Kur’an’da Kıyamet Sahneleri”ni… Şimdi
Kur’an’ı bulmanın zamanıydı. Fazla bir seçeneğim yoktu. Piyasada
ulaşabileceğimiz birkaç meal vardı. Diyanet’in Meali, Hasan Basri Çantay’ın
meali, Fikri Yayuz’un meali. Bunların üçü de metinli mealdi. Abdestsiz
okunmazdı. O zaman öyle biliyorduk. Abdestsiz okuyacağımız bir meal
gerekiyordu. Çünkü gece, gündüz, okulda, evde, otobüste, dolmuşta her yerde
okuyabileceğimiz bir meal olmalıydı. İşte tam o günlere denk geldi. Süleyman
Ateş’in metinsiz meali yeni çıkmıştı. Hemen aldım ve okumaya başladım. Bir iki
derken üç ay içerisinde hiçbir iş yapmadan, tefsir derslerini de boşlayarak
sürekli meal okudum. Her okuyuşumda elimde ayrı renkte bir kalem, kitap
gökkuşağına dönmüştü. Kelimenin tam anlamıyla çarpılmıştım. Sonunda ben de
Kur’an’ı bulmuştum.
Bu okumalarım benim
için milat olmuş, pek çok eksiği ve fazlasıyla kendim olmamı da sağlamıştı.
Meal okudukça sorular sormaya, sorular sordukça başta Seyyid Kutub’un
Fizali’l-Kur’an isimli tefsiri ve bulabildiğimiz siret kitapları olmak üzere
farklı kitaplar okumaya başladım. Sonra yeniden tefsirlere yöneldim. Her
okuduğum tefsir beni yeniden meallere yöneltti. Mealler, beni mealleri
sorgulamaya, meal ile metni karşılaştırmaya, bunun için emek ve çaba sarfetmeye,
ilk muhatapların hayatını, o dönemin kültürünü, coğrafyasını, tarihini
araştırmaya zorladı. Sonunda “Kur’an Meali Okuma Kılavuzu”nu yazmaya mecbur
kaldım. Yaklaşık kırk yıldır Kur’an ve mealini okuyarak kendim olmaya, kendim
kalmaya çalışıyorum. Hala her Kur’an/meal okuduğumda zihnimde şimşekler
çakmakta, önüme yeni ufuklar açılmakta, yeni sorular oluşmakta ve kendimi yeni
kitaplar okumak zorunda hissetmekteyim. Okuduğum her bir kitap da beni yeniden
meale döndürmekte, aklımın ve zihnimin sağlamasını yapmaktayım. Bunun için
rahmetli Seyyid Kutub’a her zaman müteşekkir oldum. Çünkü o bana Kur’an’ın bir
araştırma ve meşrulaştırma kitabı değil hayat kitabı olduğunu, hidayet kitabı
olduğunu öğretti. Gerçekten geriye doğru baktığımda gördüm ki Müslümanlar
yüzlerce yıldır onun hayat kitabı olduğunu farketmeden, hissetmeden günlük
ritüeller için okuyagelmişler.
Hangi Seyyıd Kutub?
Rahmetli Seyyid Kutub
üzerine araştırma yapanlar onun hayatını farklı dönemlere ayırırlar. Seyyid
kutub’un pek çok kitabını yayına hazırlayan Muhammed Tevfik Bereket ve William Shepard gibi araştırmacılar onun hayatını,
“liberal dönem”, “İslam’a yönelim dönemi” ve “İslami dönem/radikal dönem” diye
üç döneme ayırır. Türkiye’de Seyyid Kutub üzerine en kapsamlı araştırmaları
yapan, onun hayatını ve düşüncelerini “Bir Edebiyatçı Olarak Seyyid Kutup”
ve “Bir Düşünür Olarak Seyyid Kutup” adlı
kitaplarında inceleyen İbrahim Sarmış hoca da onun düşünce ve yazım hayatını, “edebi”,
“kültürel İslam” ve “siyasal İslam” olarak üç aşamada inceler, edebi hayatını
da “salt edebiyatla meşgul olduğu dönem” ve “davet, hareket ve İslami mücadele
dönemi” olarak ikiye ayırır.
Bu tasnifler
eserlerinde kullandığı dil ve üslup göz önüne alınarak yapılıyor olsa gerektir.
Bu tasniflerin ifade ettiği gibi farklı Seyyid Kutuplar söz konusu değildir.
Bir insanın hayatı, çocukluk yılları, gençlik yılları, olgunluk ve yaşlılık
yılları diye fizyolojik bir tasnife tabi tutulabilir. Her yaş grubunun kendine
özgü dili, üslubu, tepkileri, heyecanları ve beklentileri vardır. Bu her insan
için söz konusudur. Ayrıca bir insanın dil ve üslubunu içinde bulunduğu şartlar
belirler. Bu durum her insan için geçerlidir. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarını
saymazsak (çünkü o yıllar zihnin yazılım yılarıdır, kişi genellikle bu
yıllarda kendisi olur.) Seyyid Kutub’un düşünce çizgisinde, özellikle
Kur’an’a ve İslam’a yaklaşımında herhangi bir farklılık, çelişki ve ayırım
yoktur, sadece benzer konuların farklı zaman ve şartlarda o dönemin ruhu/dili
çerçevesinde ifade edilişi vardır. Ayrıca hapishane şartlarının zorluğunu,
zulüm ve baskının insanın zihnine ve diline etkisini, özellikle 55 sonrası
Mısır’ının şartlarını ve o şartların zorunlu önceliklerini de hesaba katmamız
gerekir.
Seyyid Kutub, ailesinden
sağlam bir dini eğitim almış, Kur’an’ı hıfzetmiş, üniversite hayatında da
ülkenin en meşhur ve önemli edebiyatçı ve düşünürleri ile birlikte olmuştur. Bu
yıllar, onun hem edebiyatçı kimliğinin hem de düşünür kimliğinin temellerinin
atıldığı yıllardır. İslami kimliği, bu kimliğinden farklı bir kimlik değildir.
O, bu dönemi yaşamasa, eleştirel kimliği ön planda olan bu aydın ve edebiyatçılarla
birlikte olmasa, bu eğitimi almasa, en önemlisi de klasik ulema ile düşüp
kalksaydı Kur’an’da Edebi Tasvir, Kur’an’da Kıyamet Sahneleri ve
Fizilal’il-Kur’an kitaplarını yazabilir miydi? Seyyid Kutub’u dönemindeki
düşünürlerden, siyasi ve fikri önderlerden ve İslam üzerine yazıp çizenlerden
ayıran en temel özellik bu edebiyatçı kişilik ve Taha Hüseyin, Abbas Mahmud
el-Akkad, Lutfi el-Manfaluti, Mustafa Sadık er-Rafii, er-Rusafi ve Ahmet Emin,
Emin el-Huli, Muhammed Halefullah gibi edebiyatçı, düşünür ve ilim adamlarıyla
aynı ortamı paylaşmış ve onlardan pekçok şey öğrenmiş/almış olmasıdır. Onun
kritik edici, sorgulayıcı, eleştirel kimliğinin temelinde, bu dönemde aldığı
eğitim ve içinde bulunduğu çevrenin araştırıcı, eleştirel ve sorgulayıcı
özelliği yatmaktadır. Bir ilim adamı için, ayrıca edebiyatçı olmak başlı başına
bir değerdir ve Seyyid Kutub, düşünce tarihimizde ilim adamlığı ile
edebiyatçılığı birlikte götüren birkaç kişiden biridir.
Her genç gibi Seyyid
Kutub da 20’li yaşlarda kendi olmaya, dilini ve üslubunu geliştirmeye,
kendisini ifade edecek, duygularına tercüman olacak çevrelerin içerisinde
olmaya çalışmış, ilk edebi metinlerini bu çevrelerin etkisi ve katkısı ile
ortaya koymuş, yeteneği nedeniyle bu çevrelerden teşvik ve taltif görmüştü.
Dolayısıyla bu yıllarda
elde ettiği eleştirel bakış açısı ve üslubu onun Kur’an’a yaklaşımının da
temelini oluşturmuştur. Tüm çalışmalarını bu esas üzerine kurdu. Gençliğinde ve
sonrasında yazdığı tüm kitaplarında bu yaklaşımını korudu.
Seyyid Kutub’un
Kur’an’a Yaklaşımları
Seyyid Kutub’un tek
amacı; Kur’ani bakış açısına sahip bir birey ve toplum oluşmasına katkı sunmak,
onun bir hidayet rehberi ve hayat kitabı olduğunun anlaşılmasını sağlamaktı. Kısacası
Kur’an’ı, hayatın temeli kılmaktı. Ancak Müslüman coğrafyada farklı Kur’an
algıları vardı. Kur’an; ya topluma bir şey söylemeyen, kutsanıp
anlamsızlaştırılmış bir ibadetler/ritüeller veya dua kitabı ya geleneği,
iktidarı meşrulaştıran bir araç veya toplumu oyalayan bir hikayeler/kıssalar
kitabı ya da içinde her şeyin, her bilimsel buluşun olduğu bir mucizeler kitabı
olarak algılanıyordu. Veyahut o, fıkhın, tefsirin, kelamın,
belagatin/edebiyetın konusu olan, sadece fakihin, müfessirin, kelamcının ve
belagatçinin ilgi alanına giren bir araştırma kitabıydı. O, her durumda
hayattan koparılmış, ruhu kaybedilmiş, içi boşaltılmış, hidayet rehberi olduğu
unutulmuş bir Kur’an’dı. Bu Kur’an, Seyyid Kutub’un aradığı ve “elhamdülillah
buldum” dediği Kur’an değildi.
O tarihin belli bir
döneminde muhataplarını karanlıklardan aydınlığa çıkarmış, kabile asabiyesi
yerine maslahatı ve adaleti esas alarak yeni bir insan yeni bir millet inşa
etmiş olan Kur’an’ı arıyordu. Ne toplumda, ne de fıkıh ve tefsir kitaplarında
bulabilmişti onu. Özellikle üniversite yıllarında kazandığı araştırma ruhu ve
sorgulama yeteneği ona aradığı Kur’an’ın buralarda olmadığını göstermişti. O,
bu kazanımları sayesinde, geleneksel bariyerleri aşarak, tefsirden, fıkıhtan,
kelamdan ve onların aletlerinden bağımsız olarak Mushaf’a yöneldiğinde Kur’an’ı
bulmuştu. Şimdi sıra onu anlamaya ve anladığını topluma ulaştırmaya gelmişti.
Seyyid Kutup 20’li ve 30’lu yıllarını onu anlamaya, bakış açısını, üslubunu
kavramaya ayırdı. İşte, “Kur’an’da Edebi Tasvir”, “Kur’an’da Kıyamet Sahneleri”,
“İslam’da Sosyal Adalet”, “İslam Kapitalizm Çatışması” kitapları bu
çabanın ilk ürünleriydi.
Kur’an’ın hidayet
rehberi olması demek; Kur’an’ın, muhatapta bir bakış açısı ve sorumluluk
bilinci, hayat kitabı olması demek de bu bakış açısı ve sorumluluk bilincine
göre ete kemiğe büründüğü sosyal yasaların egemen olduğu adil ve dinamik bir
toplum olarak tezahür etmesi demekti. İşte Seyyid Kutup bunun için uğraştı.
Önce Kur’an’ın anlaşılmasına, üslubunun kavranılmasına, onun hedeflerinin, üslubunun/
metodolojisinin ortaya çıkarılmasına yönelik çalışmalar yaptı. Bu nedenle
Kur’an’ın dil ve üslup açısından temel bir metodu olduğunu keşfetti. Bu anlatım
metodunun Tasviri bir metod olduğunu ve Kur’an’ın Mekki Medeni her suresinde bu
metodun söz konusu olduğunu gördü. Bu yöntemi keşfetmesi Kur’an algısını
temelden yeniden inşa etmesini gerekli kıldı.
Kur’an’ın bu tasviri
metodu, bir anlatım metodu olarak kullanması, öncelikle onun yaşayan, dinamik
bir metin olduğunu ve muhatabına doğrudan seslendiğini ortaya koymaktadır. Aynı
şekilde bu metoda göre, tasvir edilen şey ile (tasvir nesnesi) tasvirin
kendisinin aynı şeyler değildir. Örneğin cennet ile cennet tasvirleri ayrı
şeylerdir. Tasvirler, olay, nesne ve olgu hakkında muhatapta bir anlayış, bir
çağrışım, bir bakış açısı oluştururlar. O, bu metodu Kur’an’ın bütününe uygulayarak
O’nun, ruhu olan, kalpleri ve zihinleri motive edip yönlendiren, bireysel ve
toplumsal hayatın her aşamasında var olan dinamik bir metin olduğunu ortaya
koymaya çalıştı, “Kur’an’da Edebi Tasvir”, “Kur’an’da Kıyamet
Sahneleri” kitaplarında bu yöntemi bütün ayrıntıları ile ortaya koydu. Yeri
geldikçe Fizilal tefsirinde de bu usul ve metodolojiden söz etti. Sonra elde
ettiği bu ilke, amaç ve metodoloji ile Kur’an’ın bireye ve toplama ne
söylediğini anlamaya ve anlatmaya çalıştı. Başta Fizilal olmak üzere ellili ve
altmışlı yıllarda yazdığı kitaplar buna yönelikti.
O ayrıca Kur’an’ın bir
hayat kitabı olmasının ve bunun apaçık bir kanıtı olarak 23 yıllık bir süreç
içerisinde nazil olmasının bir gereği olarak bireysel ve toplumsal
şekillenmeleri, toplumsal kuralları toplumun ihtiyacı ve gücünü göz önünde
bulundurarak tedrici olarak vaz ettiğini, bugün de aynı yöntemin geçerli
olduğunu ifade eder. Ona göre Fıkhı kurallar, her çağda her beden için önceden
tasarlanıp biçilmiş bir kaftan değildir. O, Tevbe suresi 122. Ayetin tefsirinde
bu konu ile ilgili olarak şu ifadeleri kullanır:
Önce İslam cemiyeti kurulur, Bundan sonra İslam fıkhı ortaya çıkar. Gelişen cemiyetin boyutuna göre mufassal bir hükümler külliyatı teşekkül eder. Ama bu önceden biçilmiş bir “kaftan” olarak değil, cemiyetin gelişme boyutlarına uygun olarak vücut bulur. Çünkü tabiatı itibariyle bütün fıkhi hükümler külli olarak İslam Şeriatının muayyen şartlar dâhilinde, muayyen hacimlere uygun olarak, muayyen şekiller içinde hayatta tatbik edilmesinden ibarettir. Bu şart ve durumları ise sadece hayatın akışı ortaya çıkarır. İslami çevresi içerisinde akışına devam eden hayat, olayları meydana getirir. Hacmini, şeklini ve şartlarını da o ayarlar. Ve onun için şartların icabına göre, boyuna uygun bir kaftan biçilir ve tafsilatlı ahkâm belirir. Kitapların kesif yaprakları arasından adapte edilerek dikilen kaftanlara gelince, onlar henüz ortada İslami bir hayat olmadığı halde önceden hazırlanmış ve hayatın akışı göz önünde bulundurulmadan tasarlanmış şeylerden ibarettir. Eski kitaplardaki fıkhi hükümler önceden hazırlanmış donuk ahkam yığınları değildir. Yazıldığı/ oluşturulduğu sırada canlı ve dipdiri bir hayat mekanizmasıydı. Biz de tabii olarak gelişen yeni hayat seyrine uygun şekilde mufassal hükümler çıkarmak zorundayız.
Seyyid Kutub için
Kur’an parçalanamaz bir bütündür. Mekki ve Medeni sureler Kur’an’nın
birbirinden ayrı değil, birbirini tamamlayan iki boyutunu ifade eder. Bu
nedenle o, sureleri bir bütün olarak ele alır, tefsirlerin parçacı yaklaşımına
ve neredeyse her ayeti bir nüzul sebebi ile açıklama gayretkeşliğine düşmez. Bu
nedenle tefsirlerin içine düştüğü pek çok çelişki ve açmazdan da kendisini
korumuş olur. Mekki sureler; ilke, hedef ve metodolojinin ortaya konulduğu,
bireysel sorumluluk bilincinin inşa edilmesini, Medeni sureler ise bunun
toplumsal bir bilince ve toplumsal projeye dönüştürülmesini öngörür. O, tefsirindeki
tüm yorumlarını bu prensibe uygun olarak yaptı. Bu konuda da kendisine,
peygamberi modeli örnek aldı ve bu modeldeki tedriciliği her fırsatta dile
getirdi.
Kur’an’ın nüzul
döneminde ne anlama geldiğinden çok bugün için ne anlama geldiği veya ne ifade
ettiği üzerinde durdu. Nadiren, semantik ve dilsel analizlere girdi ve yine
nadiren ilk dönem uygulamalarına yönelik atıflarda bulundu. Onun derdi,
geçmişte ne olduğundan çok, Kur’an’ın bugünün insanına ne söylediğiydi.
Fikirlerinin Türkiye ve
diğer İslam Coğrafyasına Etkisi
İşte tam da bu yüzden, Türkiye’de
hem de Arapça konuşmayan tüm Müslüman coğrafyada Seyyid Kutub’un söyledikleri
büyük yankı uyandırdı. Onun sözleri ve çözüm yolları, seküler ve monarşik
baskıcı, despot rejimlerle geleneksel Müslüman yapıların arasında sıkışıp
kalmış arayış içindeki gençlere ilaç gibi geldi. Ancak bu durum “ehlisünnet ve’l-cemaat”
olduğunu söyleyen kesimleri rahatsız etti. Çok örgütlü bir biçimde hem
Türkiye’de hem de diğer coğrafyalarda bu kesimler tarafından onunla ilgili
seviyesiz eleştiriler ve akıl almaz iftiralar yapıldı. Hatta kitapları,
özellikle de tefsiri bu yapıların kontrolündeki kitabevleri tarafından boykot
edildi. Onun kitaplarını satmaya çalışan kontrolleri dışındaki kitabevlerine
baskılar uygulandı. Militanları tarafından tehditler yapıldı.
Cemaatlerin bu iftira
ve saldırıları, cemaatlere kuşku ile bakan gençler nezdinde onu daha da popüler
kıldı. Kitapları elden ele dolaşmaya başladı. Bu tartışmalar kitaplarının çok
hızlı bir şekilde alelacele tercüme edilip piyasaya sürülmelerine de neden
oldu. Ayrıca Mısır İhvanı ve körfez kolunun yardım ve teşviki ile bu kitaplara
ulaşmak daha kolay hale geldi. Ancak ya bu tartışmaların bir yansıması olarak
veya başka nedenlerle Diyanet yetkilileri ve görevlileri ile Yüksek İslam
Enstitüsündeki hocalar (ve hocaların etkisi ile bu okullardaki öğrenciler de)ve
diğer üniversitelerdeki akademisyenler Seyyid Kutub’un kitaplarına ve
fikirlerine mesafeli durdular (genel olarak). Bu kurumlardaki hocalar daha çok
yokmuş gibi davrandılar. Dolayısıyla Seyyid Kutub’un Kur’ani yaklaşımları
diyanet ve akademik dünya içine giremedi. İmam Hatip Liseleri öğrencilerinin,
MTTB ve Akıncılar teşkilatı üyelerinin/gönüllülerinin durumu illere göre
farklılık göstermekteydi. Geleneksel cemaatlerin etkisinin az olduğu yerlerde kitapların
tüketimi daha fazlaydı. Bu mesafeli duruş o dönemin İslamcı Partisi MSP ileri
gelenleri, il ve ilçe teşkilatı yöneticileri için de geçerliydi.
Bu durum, onun fikirlerinin
dini bir misyona sahip yapıların, kurumların ve dini eğitim veren kurumların dışındaki
kesimlerde daha hızlı şekilde yayılmasına ve Türkiye’de dini konularla
ilgilenen yeni bir kesimin ortaya çıkmasına ve Türkiye’nin sosyolojisinde
önemli bir değişikliğe yol açtı. Bu tercümeler Cumhuriyetle birlikte kapalı bir
topluma dönüşen, özellikle Müslüman coğrafya ile iletişimi/etkileşimi bilinçli
bir şekilde kesilen Türkiye coğrafyası sakinlerinin diğer Müslüman coğrafya ile
iletişime girmesine vesile oldu. Açılan bu kapıdan sadece Seyyid Kutup değil,
İhvan’ın çeşitli ülkelerdeki düşünürlerinin kitapları yanında Hindistanlı ve
Pakistanlı düşünürlerin kitapları da girdi. Bunun siyasi ve dini, olumlu
olumsuz farklı sonuçları oldu. Ancak Konumuz Seyyid Kutub’un Kur’an algısı ve
bu algının Türkiyedeki Kur’an anlayışına etkisi olduğu için bu alana
girmiyoruz.
Seyyid Kutub’un Kur’an
ile ilgili en temel etkisi, Kur’an’ın sadece uzmanlarının ilgilenebileceği bir
kitap olmadığıydı. O, Müslüman olsun olmasın her bireyin onunla muhatap olması
gerektiğini söylüyordu. Özellikle de Müslüman olduğunu söyleyenlerin
hayatlarının merkezine Kur’an’ı koymaları, bu nedenle onu okuyup anlayıp,
hayatlarını ona göre düzenlemeleri gerekiyordu. Bu nedenle o, Kur’an ile muhatabı
arasındaki bütün aracıları devre dışı bırakıyor, insanları doğrudan ona
yöneltiyordu. Bu söylem geleneksel ve muhafazakâr kesimler tarafından
dışlanmasının da en temel nedeniydi.
Seyyid Kutub’un söylemleri
öncelikli olarak geleneksel kesimlerin dışındaki gençlerde ilgi uyandırdıysa da
çok geçmeden özellikle de 12 Eylül darbesi sonrasında muhafazakâr kesimlerin
gençleri arasında da etkisini göstermeye başladı. Ancak bu 12 Eylül sonrası
etki daha çok siyasi ve sosyal içerikliydi. Onun Kur’an anlayışı bir şekilde
bypass yapılarak siyasi fikirleri ön plana çıkarılmıştı. Onun fikirlerinin gerçek
ve bütüncül etkisi 70’li yıllarda daha belirgin bir şekilde tartışılmış ve
tartışanlara katkılar sunmuştu.
Seyyid Kutub’un Kur’ani
yaklaşımları ve bu yaklaşımlarının Türkiye’deki yansımaları ve etkisi farklı iki
boyutta ortaya çıktı. Birincisi; onun
fikirlerinin, bir şekilde Kur’an ve tefsir ile ilgisi olan, belli kitabevleri
çevrelerinde ve yerel ve ulusal derneklerde öbekleşen, kendi aralarında ortak
kitap ve tefsir okumaları yapan lise ve üniversite öğrencilerinin okumalarının
bilinçlenmesi, tefsirden Kur’an’a/Meale doğru evrilmeleri ve Kur’an’a daha
bilinçli bir şekilde yönelmeleri yönünde bir katkısı oldu. İkincisi ise bu yapı
ve gruplarla ilgisi olmayan, kendi halindeki insanların Kur’an’a yönelmelerine
vesile oldu. Özellikle küçük il ve ilçelerde pek çok öğrenci ve esnaf buralardaki
kitabevlerinin katkısı ile (70’li yıllarda neredeyse her ilçede “İslami”
kitapları satan bir kitabevi bulunurdu. Özellikle oralı veya değil orada
çalışan öğretmenlerin bu kitabevlerinin açılmasında katkısı büyüktü.) bir
şekilde onun fikirleriyle tanıştı. İnsanlar kendiliklerinden Onun tefsirini
okumaya başladılar. Bir süreç içerisinde seksenlerin sonlarına doğru bu iki
grup etkileşim içerisine girdi ve birbirlerini taşıyıp beslemeye başladılar.
Aynı paralelde fikirlere sahip farklı sivil yapılar olarak ülke genelinde
öbekleşmeye başladılar. Bu çabaların etkisi ile sadece 70’li yılların son
çeyreğinde elli bin takım (her takım 16 cilt) civarında Fizilal’il Kur’an
tefsiri satıldı. Daha sonraki yıllarda Seyyid Kutub’un başta tefsiri olmak
üzere kitapları farklı yayınevleri tarafından yeni tercümeleri yapılarak
yeniden yeniden yayınlandı.
Sonsöz
Kur’an muhatabı için
bir rehber, bir hadi ve rahmet ve şifadır. Onu karanlıklardan aydınlığa
çıkarmak ister. Ancak onun muhatabına bunları verebilmesi, zihnini ve dünyasını
aydınlatabilmesi için önyargılarından arınıp, tarihin ve çevresinin ördüğü
duvarları aşarak ona yönelmesi ile mümkün olur. Müthiş bir vaat. Ancak çok az
kişinin ulaşabileceği bir nimet. Çünkü yüzyıllar boyunca tahkim edilen ve başka
türlüsünü yok sayan, başkasını ötekileştiren (yeri gelince zındıklaştıran,
mürtedleştiren, yeri geldikçe sapıklaştıran) tektipçi, aklı ve irade
hürriyetini dışlayan, kaderci bir din algısı ile tahkim edilmiş, zihne ve
hayata müdahil olmayan ulaşılmaz Kur’an algısının egemen olduğu bir dünyada kim
veya kaç kişi bu duvarları aşarak ona muhatap olabilir? Hele Kur’an’la ilgisi mahalle
imamından dinlediği birkaç satırlık/ sayfalık “aşir”le veya büyük özverilerle ancak
yüzünden okuyabilecek düzeyde olan (tecvitli okuyamadığı için bu işin
ustalarından sürekli azar işiten, dolayısıyla bir eziklik içinde ancak özel
günlerde kapalı odalarda veya yakınlarının mezarları başında sessizce
okuyabilen) sıradan bir Müslümanın bu anlamda bir muhataplığı nasıl mümkün olacaktır?
Zifiri karanlıkta yol
bulmak, yolu bulmak, hedefe vardıracak kılavuzu bulmak ve kılavuz olmak
gerçekten zor bir durum. Hele bunun ilklerinden olmak, ilk defa yapmak, çağının
ilk put kırıcısı, öncüsü ve örneği olmak daha da zor. Açılan yoldan yürümek,
canlı şahitleri, şahitlikleri takip ederek, örnekleri kıyaslayarak kendine yeni
yollar edinmek bir nebze daha kolay. Trafik işaretleri varsa menzile daha kolay
varılır. İşte önyargılarından arınıp, zihnindeki prangaları kırıp, hendekleri
aşarak (kaybedilmiş, karartılmış yüzlerce yıl sonrasında) Kur’an’a gerçek
anlamda muhatap olan ve bu muhataplığını “elhamdülillah Kur’an’ı buldum” diye
dünyaya haykıran/ilan eden, çevresindekilere ve kendisinden sonrakilere,
bizlere, bizlerden sonrakilere yol açan, bunu canı pahasına yapan, çağımızdaki
gerçek bir deniz feneridir Seyyid Kutup. Evet, o fikirleri ile yaşıyor,
yolumuzu aydınlatmaya, örnekliğine ve şahitliğine devam ediyor. Ne mutlu ona…
Tekrar Kur'an'a döndüm, onu okuyorum; lâkin tefsir kitaplarından değil, bizzat Mushaf’tan okuyorum. Yine o güzel ve sevgili Kur'an'ımı tekrar bulmuş, şevk verici, tatlı tablolarıma yeniden kavuşmuştum. Ancak bunlar eski sadeliğinde basit tablolar değildi. Onlarla ilgili anlayışım da değişmişti. Şimdi onların yüksek hedeflerini anlıyordum. Bunların vukubulan bir olay değil, verilen bir mesel olduğunu idrak etmeğe başlamıştım. Ancak her şeye rağmen o tabloların büyüsü devam ediyordu. Cazibelerinden bir şey kaybetmemişlerdi. Elhamdülillah, Kur'an’ı bulmuştum.
YanıtlaSilhttps://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=738448513273219&id=100013242319421
Geleneksel cemaatlerle organik bağı olmayan, arayış içindeki tüm gençler,İnsan arzı imarla mükelleftir.
YanıtlaSil"İnsan için ancak çalıştığı vardır."
İran İslamın baş düşmanıdır.Allah yolundan alıkoyan hocalar.
MEAL HATALARINI KUR'AN'A MAL ETMEK
"2022 BAHARINDA YENİ BİR DEVRİM SÜRECİ BAŞLIYOR"
Elimde, avucumda “bir fikrim var.”
Fikirler hayatın malı oldukları müddetçe yaşarlar.
Zifiri karanlıkta yol bulmak, yolu bulmak, hedefe vardıracak kılavuzu bulmak ve kılavuz olmak gerçekten zor bir durum. Hele bunun ilklerinden olmak, ilk defa yapmak, çağının ilk put kırıcısı, öncüsü ve örneği olmak daha da zor.
Bu, bir dönemin sonu olacak. Ve aynı zamanda yeni bir dönemin de başlangıcı.
https://t.co/JXFX0GTNRD