5 Mart 2026 Perşembe

Şiddet ve Ölüm Coğrafyasının Genetiği Üzerine

Son günlerde ilgili ilgisiz pek çok kişi tarafından, bulunduğu yerin özelliğine göre El-Kaide ve IŞİD üzerinden bölge ve İslam ile ilgili siyasal ve mezhepsel okumlar yapıldığına şahit oluyoruz. Görünen veya gösterilen fotoğrafın, küçük bir parçasına bakılarak/tutunularak bütünü hakkında kesin yargılarda bulunuluyor. Bu yargılar genellikle gerçeğe işaret etmediği gibi okuyucuları da yönlendirerek gerçeklerden uzaklaştırıyor. Bu fotoğraf hakkında bir yargıda bulunabilmek için öncelikle, hem fotoğrafı bir bütün olarak hem de fotoğrafın çekildiği coğrafyayı, bu coğrafyanın sosyolojini, tarihini hep birlikte masaya yatırmak gerekiyor.

Öncelikle kaos dönemlerinde çok sık rastladığımız ve gerçekte tam olarak ne olduklarını bilemediğimiz, deprem sonrası tusunami gibi bir anda ortaya çıkan, şiddet dilini ve silahı bir araç değil amaç olarak kullanan bu gizemli yapıların bir sebep değil sonuç olduğunu bilmemiz gerekir. Dolayısıyla görünen fotoğraf bu gizemli örgütlere/yapılara aitse konuşmaya bu fotoğrafı merkez alarak ve onun üzerinden başlamamalıyız. Öyle yaptığımızda tusunaminin depremi örttüğü gibi, bu fotoğrafın da onu ortaya çıkaran asıl sebepleri, asıl travmayı, zulmü ve haksızlığı örtmesine aracılık etmiş oluruz.

Ancak birilerinin bölgedeki sorunları, sürekli olarak ve sadece varlığı, yokluğu veya ne olduğu tam olarak bilinmeyen bir fotoğraf üzerinden konuşması ve o fotoğrafı kendi jargonunca yeniden tanımlayıp isimlendirmesi sorunun görünenden da karmaşık ve karanlık olduğuna işaret ediyor. Bu okuma biçiminin ve bu okumayı yapanların da bölge için en az bu gizemli yapılar kadar tehlike arz ettiğini bir giriş cümlesi olarak peşinen söylemek durumundayız. Muradımız siyasi bir analiz yapmak olmasa da bu tespitimizin bölgemizde yaşananların arka planının görülebilmesi açısından önemli olduğunu düşünüyoruz. Bunun için bölgenin tarih ve sosyolojisine bir göz atmamız gerekiyor.
Suriye/Arzı-Şam ve Mezopotamya ovaları olarak adlandırılan bu bölgenin batısını Akdeniz, kuzeyini Toros ve devamı dağlar kuşatırken, güney ve doğusu ise çöllerle çevrilidir. Ancak bu çöl ve dağlar bölgeyi düşmanlarından koruyacak, ovaya inmelerine engel olacak bir sur işlevi görme yerine düşmanlarını gizleyen bir örtü görevi göre gelmiş, buralardan gelenlerin akınlarıyla bu ovalar çok zaman kan gölüne dönmüştür.

Bu bölge merkezi konumu, verimli toprakları, zengin yer altı kaynakları, yaşanılır iklimi, dünyanın her yanına kolayca ulaşılabilirliği nedeniyle tarihin ilk çağlarından itibaren insanoğlunun gözünü diktiği ve önemsediği bir bölge olagelmiştir. Bölge her milletten insana “vatan” olduğu için bugün bile rengârenk bir demografik yapıya, etnik ve dini çeşitliliğe sahiptir. Ancak bu nitelikleri onun acılı tarihinin de sebebi olagelmiştir. Bu yüzden bu ovalar Romalılardan, Moğollara kadar pek çok güçlü toplumun içinde kaybolup gittiği kadim bir mezarlıktır da… Kısacası bu bölge, tacirleri, verimli ovaları ve tarım ve ticarete dayalı yerleşik hayatıyla, kendi kültürünü oluşturarak geleni içinde eriten dev bir kazan gibidir.

Ticaret ve tarım, yani yerleşik olma, düzenlilik ve istikrar ister. İstikrar ise toplumsal düzen ve refah demektir ve her zaman hassas dengeler üzerine kuruludur. Bu da ancak güçlü yöneticilerin eliyle sağlanır. Bu nedenle bu ovalarda düzeni bozacak davranış ve eğilimler kolayca taraftar bulmaz. Çabucak başkasına benzedikleri gibi başkalarını da çabucak kendilerine benzetirler. Bundan dolayı kralları da kendileri gibidir, değilse bile çok geçmeden kendileri gibi olurlar. Bunun içindir ki, başta Moğollar ve Romalılar olmak üzere pek çok işgalci güç, güçlü ordularına ve karmaşık devlet yapılarına rağmen bu topraklarda kaybolup gitmişlerdir.

Kendisi de çok geçmeden bu ovalarda kaybolup gidecek olan Asur kralı Sanherib, bu ovalara indiğinde şöyle der: "Kentin alanlarını, boğazladığım insanların cesetleriyle doldurdum. Kenti ve evleri yaktım, yıktım. Temelinden çatısına kadar parçaladım. Tuğla ve kerpiçten tapınak kulelerini, tapınakları ve tanrıları yerle bir ettim. Buna rağmen benim yönetimime boyun eğmedi. Güçlü duvarlarla çevrili kentlerinden kırk sekizini ve sayısız köyünü kuşatıp ele geçirdim. Rampalar yaptırdım, piyadelerle saldırdım. Onu kafese kapatılmış bir kuş gibi hapsettim.”

Buranın verimli ovaları her milletten insanın kanı ve kemiği ile yoğrulup, harmanlanarak farklı etnik ve dini yapıların ortak vatanı haline gelmiştir. Ancak bu ovaların güneyi ve doğusu her an kendisini ateşi ile kavuracak çöllerle, kuzeyi de üzerine devrilecekmiş gibi duran aşılmaz sıradağlarla çevirili olduğu içindir bu ovaların başı, imparatorlardan çok (Çünkü bölge halkı az çok bu egemenlerin dilinden anlıyor.), asıl çevresindeki çöl ve dağlardan gelen göçerlerle belaya girmiştir. Çünkü onlar bu ovaları işgal için değil talan için kullanmışlar, yakıp yıkıp tekrar çöllerine dönmüşlerdir. Bu yağma ve talana rağmen herkesin yeri yurdu az çok belli olduğu için ovalı ovasında, bedevi çölünde kendi hayat algılarına göre yaşamaya devam etmiştir. 
Ancak başta modernleşme, teknolojinin gelişmesi, çöllerin ve dağların kolay ulaşılır yerler haline gelmesi ve bölgenin onlarca devletçiğe bölünerek oluşan yapay sınırların bölgeyi yarı açık cezaevine dönüştürmesi olmak üzere pek çok yeni sorun, göçerlerin/bedevilerin çöllerinde ve dağlarında yaşama imkânları ellerinden aldı. Onlar da çöllerinden çıkarak zaman zaman talan ettikleri bu toprakları vatan bellemek durumunda kaldılar. Ancak ne yerleşik hayata geçebildiler ne tam olarak çöllerdeki hayat anlayışlarını sürdürebildiler, ne de ova sakinleri ile kaynaşabildiler. Sorunlar kuşaktan kuşağa aktarılarak devam ede geldi.

Göçerliğin/bedeviliğin alametifarikası somut/şekilci bir dil ve din algısına sahip olması, üretmeyip tüketmesi yanında, bir bölge/toprak aidiyetinin olmamasıdır. Ancak sürüsünü doyurabildiği sürece o topraklarla bir ünsiyet oluşturabilir. Onun toprakta gözü olmadığı için, sürülerinin, otladıkları otlakları çöle dönüştürmeden önce bu otlakları nasıl korurum, nasıl daha verimli hale getiririm diye düşünmez. Bir otlaktan diğer otlağa gezer durur.

Sürüleri elinden alınan ve çöllerinden sürülerek/çıkarak ovadaki şehir ve kasabalara yerleşen göçerler buralarda da kabile ve koloniler halinde yaşamaya başlamışlardır. Bu durum yeni bir çatışma alanı doğurmuştu. Önceden talanını yapıp çölüne veya dağına dönen bedevi, artık geri döneceği bir ovası ve dağı kalmadığından, bulunduğu yeri çöle dönüştürmeye, çöl hayatını, çöl düşünme biçimini buralara taşımak durumunda bırakılmıştı.

Bölgedeki sıkıntıların birinci ve ikinci nedeni/boyutu budur: İşgal ve kadim yaşam alanlarının/biçimlerinin ortadan kaldırılması… Yani küresel egemenlerin bölgeyi işgal ettikten sonra, daha kolay yönetebilmek için bölgeyi yapay sınırlarla pek çok devletçiğe ayırması sonrasında çölün ve ovanın genetiği bozulmuş, ovadakinin ovada, çöldekinin çölde yaşama imkânı kalmadığı için kaos egemen olmuş toplum birbirini yemeye başlamıştır.

Bölgedeki sıkıntının üçüncü nedeni teolojiktir: Bedevilik kültürünün dini bir algıya bürünerek kutsanmasıdır. Bu sorun özellikle Müslümanlar için kadim bir sorundur ve başlangıcı Resulullah’ın vefatından birkaç on yıl sonrasına kadar gider. Öyle ki, bu sorun çöl bedevilerinin koloniler halinde Suriye ve Mezopotamya’ya inmeleri ile başlar. Sonrasında geleneksel şekilci/literal din algılarının buralarda yaygınlaşmasını sağlamalarıyla devam eder. Bu durum, Resulullah dönemi din algısında önemli değişikliklere neden olduğu gibi bölgenin şehir kültüründe önemli değişikliklere yol açarak bugüne kadar geldi. Bugün için sorun dini algı açısından daha da kronikleşmiş olarak ortadadır. 
Bu açıdan bölgedeki sorunların en yakıcısı ve şimdilik en çözümsüz olanı da budur. Üstelik bu durum hem bölgedeki yerel aktörler tarafından hem de Müslüman coğrafyanın geneli açısından önemli bir sorun olarak görülmemektedir. Konu üzerine kafa yoranlar sorunu daha çok iktidar ve güvenlik ekseninde ele almakta, askeri yöntemlerle çözülebileceğini öngörmektedirler. IŞİD, El Kaide ve benzeri örgüt ve yapıların modern bir haricilik olarak tezahür ettiğini, güvenlik konusu halledildiğinde bu sorunun da çözüleceğini sanmaktadırlar. Öncelikle söyleyelim ki bu iddia sahipleri büyük bir yanılgı içerisindeler, askeri çözümler sorunu daha da kronikleştirmekten başka bir işe yaramayacaktır. Çünkü sorun, dini, kültürel ve sosyolojiktir. Sanıldığı gibi bölgede etkin olan bu yapılar, tarihin bir döneminde yaşanmış ve bitmiş Harici ve Selefi düşüncenin modern bir yansıması değildir. Bu yapıların adı geçen düşüncelerle bazı benzerlikleri olsa da asıl sorun, Sünni’si ile Şia’sı ile bölgenin din algısında mevcut olan genel bir problem ile ilgilidir. Bölgedeki din algısının zahir-batin zıtlığı ekseninde devam edip gelmesi bu radikalleşmenin asıl kaynağıdır. Yani sorun sadece bir “eli kanlı örgüt” meselesi değildir, bölgenin din algısı ve sosyolojisi ile doğrudan ilintilidir. Üstelik bu sorun 1400 yıllık bir meseledir.

Bu sorunun adını sözü uzatmadan hemen söyleyelim: somut, zahiri şekilci din algısıdır. Nedir bu şekilci zahiri din algısı? Şudur: kişinin her bağlamda ve her durumda Allah ve din ile ilişkisini somut ve şekli bir düzlemde ele almasıdır. Sözün (bu söz ister ayet olsun ister hadis) önüne, arkasına, bağlamına bakılmadan söylendiği ortamı, ilk muhataplarını hesaba katılmadan, mecaz mı, istiare mi, deyim mi, kinaye mi düşünülmeden sadece somut anlamının esas alarak anlaşılmasıdır. Bu bağlamda Allah, resul, ahiret tasavvuru da bu çerçevede oluşur.

(Şunu da hemen hatırlatalım ki, bazılarının iddia ettiği gibi bu sorunun ilacı mistik ve batini din algısı değildir. Böyle bir şey, aşırı bir uçtan diğer bir aşırı uca savrulma olayıdır. Bu anlayışın yaşattığı travmalar başka bir bahistir.)

Bu anlayışın başka bir tezahürü ise kolaycı olmasıdır. Hemen küçük-büyük bir eylemle/amelle cenneti kazanacağını sanmasıdır. Özel, zor ve istisnai şartlar için söylenmiş bir sözün, dinin temel kuralı gibi algılanarak her durumda uygulanmaya çalışılmasıdır. Örneğin Kur’an’da, bilinçli olarak Kur’ani ilkeleri inkâr edenler ve bu inkârını inananlara zulmederek ortaya koyanlar için bir isim olarak ifade edilen “Kafir” kelimesi, Müslüman olmayan tüm kesimler ve dini ilke ve kuralları kendileri gibi anlamayanlar için kullanılmakta ve “Müşrikleri/Kâfirleri gördüğünüz yerde öldürün” ayeti gereğince öldürülmektedir.

Bu zahiri algının ulaştığı boyutu göstermek açısından daha net bir örnek verelim: Bilindiği gibi “abdest ayeti”inde “kadınlara dokunulmuş ise” abdest alınmasından söz edilir. Ehli Rey (aklı yadsımayan) düşüncenin önde gelenlerinden İmam Ebu Hanife buradaki dokunma/lemese” ifadesinin cinsel ilişkiden kinaye olduğunu söylerken, Ehli Hadis (zahiri) düşüncenin önemli temsilcilerinden İmam Şafii buradaki “dokunma/lemese” ifadesini dokunduğu kişi eşi ve kardeşi de olsa tenin tene değmesi olarak anlar.

Bu son örneği sorunun kadimliği ve nerelere kadar sirayet ettiğinin bir göstergesi olarak verdim. Konu IŞİD ve El-Kaide olunca bu yapıların ortaya çıktığı coğrafya ve bu coğrafyadaki din algıları üzerine yoğunlaşmak gerekir. Bu coğrafya Ehli Hadis düşüncenin, (okuyucunun daha iyi anlaması açısından, Şafii, Selefi/Vehhabi ve Eş’ari mezheplerinin) egemen olduğu bölgedir. Ehli Hadis düşüncenin niçin bu tür aşırılıklara evirilebildiğinin tartışılmasının yeri bu sayfalar olmadığı için bu kadarı ile yetinelim.

Somut/zahiri dini algılama kozmopolit bir toplum içerisinde her zaman bir sorundur. Ancak bu sadece Müslümanlara özgü bir durum değildir. Her dini düşünce içerisinde bu tür somut algılama biçimleri vardır. Onların da tezahürleri zaman zaman medyaya yansır. Ancak bölgemizde yaşananlar sadece bu düşünme ve inanma algısının ortaya çıkardığı durumlar değildir. Bu durum sadece bir sonuçtur.

Yukarıda ifade ettiğimiz bölgedeki travmanın üç temel nedeni vardır. Somut algı bu taravmanın en son nedenidir. Bu nedenle bu yapıları, bölgedeki travmanın tek sorumlusu olarak görmek insafla bağdaşmadığı gibi gerçeklikle de örtüşmez. Asıl önemli olan bölgenin bu hale kimler tarafından getirildiğidir. Bölgeyi bu hale bu grupların getirmediği herkesin malumudur. Bu grupların yaptığı kendilerinin de içinde olduğu bu bataklıktan çıkma çabası veya diğer bölgeleri de bu bataklığa eklemleme olayıdır.

Öküzü aç bırakırsanız fırın yıkar, kediyi sıkıştırırsanız tırmalar. Bu örnekten yola çıkarak söylersek, bu yapılar/örgütler sadece fırını yıkmakla ve sıkıştıranı tırmalamakla kalmıyor, çevresindeki her yapıyı yıkıp, her canlıyı katlediyorlar. Buradaki sorun bir IŞİD ve El- Kaide sorunu değildir. Böyle bir isimlendirme sorunu örtme ve küresel zalimleri aklama dışında bir işlev görmez. Üstelik bunlar ülke dışından gelmiş üç-beş çapulcu değil, sayıları birkaç milyonu bulan bölgenin asıl sahipleridir. Lider kadrosundaki ileri gelen bütün isimlerin hemen hemen hepsinin eski rejimin askerler olmaları yerlilik tartışmasını anlamsız kılıyor. Bu yapıların eylemlerindeki vahşi ve akıldışı boyut elbette sorgulanmalı ama asıl yüzleşme ve mücadele bölge insanına hayatı zehir eden ve onların içlerindeki vahşi boyutu ortaya çıkaran küresel zalimlerle olmalıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder