Giriş
İnsanoğlu bugün de inanç konusunda, Kur'an'ın indiği dönemdekine benzer sorunlarla karşı karşıyadır. Bu sorunlarla yüzleşmenin ve onları çözmenin en etkili yolu, Kur'an'ın kendilerine ayna olmasını sağlamaktır. Ana dili Arapça olmayanlar için bu da ancak Kur'an Meali okumakla mümkün olur. Çünkü o, insanlara hidayet için gönderilmiş son ilahi müjdedir ve Allah'ın rahmetinin, insandan ümidini kesmediğinin ve ona güvendiğinin en önemli nişanesidir.
Ancak, pekçok nedenden dolayı, bugün için, Kur'an ile muhatapları arasında bazı engeller sözkonusudur. Onun sahih anlamına ulaşılmasını zorlaştıran bu engelleri ortadan kaldıracak ve okunduğunda insanlara, kendilerini onda görecek ve yanlışlarını düzeltme imkânı verecek bir okuma yöntemi bulmak, bu alanda yoğunlaşan ilim adamlarımızın öncelikli görevleri arasındadır.
Çünkü Kur’an, yüce Rabbimizin ifadesine göre; insanlığı, cehaletin, sıradanlığın, kanıksanmışlığın körü körüne teslimiyetinden/karanlığından, vurdumduymazlığından ve ''el ile gelen düğün bayram aymazlığından; imanın, ferasetin, farkındalığın, kendisi olabilmenin aydınlığına çıkarmak ve o aydınlıkta sorumluluğunun bilincinde bireylerin oluşturduğu bir toplum oluşturmak için gönderilmiştir. Kur'an'ın bu hedefinin gerçekleşebilmesinin ilk ve en temel şartı ona birinci elden muhatap olabilmektir. Ancak, ona muhataplıktan sonra onun hedefleri birey ve toplum bazında hayat bulabilir.
Kur’an’ın bu genel hedeflerinin muhatapları nezdinde ortaya çıkabilmesi için de, onu rehber edindiğini iddia edenlerin/muhatapların, yaşayan Kur’an’lar ve “güzel örnekler” olarak hayatın merkezinde yer alabilmeleri gerekir. Bunlar nasıl gerçekleşecektir? Bunu gerçekleştirmek, ne imkânsız bir şey ne de çok kolaydır. Ne de bazılarının iddia ettiği gibi sadece belli bir zaman dilimi ve o zaman dilimindeki bazı şahıslarla sınırlıdır. Kur'an'ın mesajının anlaşılıp kavranması ve hedeflerinin gerçekleşebilmesi için öncelikle ona muhataplığı kabullenmek ve bu muhataplığın sorumluluğunu yerine getirmek gerekir. Bu da öncelikle (diğer bütün niteliklerinden önce) O’nu anlıyor olmakla mümkün olur. Onu anlamak, onu okumaktan daha farklı, daha özel bir durumdur ve Arapça’yı veya bazı “ilimleri” bilip-bilmemenin ötesinde, ondan bağımsız olarak gerçekleşir. Ve üstelik bu durum, dünyanın neresinde, çağın hangi diliminde ve aşmasında ve hangi dil kullanılırsa kullanılsın aynı şekilde tezahür eder.
Kur'an'ı anlamak ne demektir? Sıradan bir okuyucu kendi dilindeki bir Kur'an mealini (Ana dili Arapça olanlar veya sonradan Arapça öğrenenler Mushafın kendisini) okuduğunda onu anlamakta mıdırlar? Veya ne kadarını anlamaktadırlar? Meali hazırlayanın yetersizliğini veya hatalarını görmezden gelerek soruyorum bu soruyu. Elbette okuyucu kendi dilinde okuduğu veya dinlediği bir metni, eğer o metin teknik bir metin değilse herkes, teknik bir metin ise o alanın eğitimini alanlar, birikimi ve algılama güçleri oranında anlayacaklardır.
Ancak okunan veya dinlenen şey Kur'an gibi dini ve sözel bir metin olunca, onu anlamak, sadece metinlerde olanlarla veya dinlediği sözlerle sınırlı olmamaktadır. Burada hem metin ile ilgili, hem de metnin muhatabı ile ilgili zaman içerisinde oluşmuş, aşılması gereken bazı sorunlar vardır.
Muhatap açısından sorun:
Kişi okuduğu cümleleri ve paragrafları, o konuda zihninde hazır olarak bekleyen birçok kabulü de ekleyerek anladığı şeyi anlamaktadır. Bundan dolayıdır ki “anladığı şeyin ne kadarı Kur'an'a aittir?” sorusu önem kazanmaktadır. Acaba zihni, okuyucuyu ne kadar yönlendirmiştir? Okuduğu konu, kelime ve terimler zihninde mevcut bilgi ve kabullerle bir araya gelince hangi şekli almıştır. Metinde olması gereken şekilde midir yoksa metnin anlamı başkalaşmış veya buharlaşmış mıdır?
İnsanlar birbirleriyle, kelime, terim ve deyimlerle ve bunlara yükledikleri anlamlar yoluyla anlaşırlar. Anlaşma olabilmesi için muhataplar arasında bunlarla ilgili olarak bir anlam birliğinin mevcut olması gerekir. Aynı durum Kur'an ile muhatap olunduğunda da söz konusudur. Alan/dinleyen konumunda olan muhatap, Kur'an metnini almaya ne kadar hazırdır, özellikle Kur'ani terimler konusunda metindeki anlamla zihnindeki anlamlar ne kadar mutabıktır. Bu, okuyucu için önemli bir belirsizlik ve handikaptır. Çünkü kelime, terim ve deyimlerin ne anlama geldiği konusu, anlamanın gerçekleşebilmesi için ilk halledilmesi gereken konudur.
Biz biliyoruz ki, deyim ve terimlerin içi çok zaman toplumsal kabuller ve önyargılarla doldurulmuştur. Aynı şekilde hiçbir insanın zihni beyaz bir kâğıt gibi boş ve çevresinden de bağımsız değildir. İnsan zihni içinde bulunduğu toplumun algısı çerçevesinde şekillenir. İnsan kendisini bir anda, bir zaman ve coğrafyada, bir aile veya topluluk/çevre içinde doğmuş olarak, belli bir dili konuşurken ve belli bir kültür ve inanca uygun davranışlar sergilerken ve o inancın kelimeleriyle düşünüp ve konuşurken bulur. Bir ailesi, bir annesi-babası, bir kabilesi, cemaati, topluluğu, devleti vardır. Tüm bunlar onun iradesi dışında gerçekleşir. Bu nedenle o, okuduğu veya dinlediği metne karşı tarafsız olamaz, okuduğu her metni kendi mevcut algısını merkeze koyarak anlar. Bundan dolayıdır ki, özellkle okunan ve dinlenen dini metinler ancak bir süreç içerisinde anlaşılır. Hele bu metin binbeşyüz yıl öncesine ait Kur'an gibi çok özel ilahi bir metin ise bu süreç daha da uzar. Kısacası okuyucu, Kur'an'ın anlam dünyasına girmediği sürece onun anlamıyla buluşması söz konusu olmaz.
Metin açısından sorun:
Kur'an ilahi bir metin, mesajı çağlar üstü ve tüm insanlığı kuşatmak için gelmiş olsa da, sonuçta belli bir zaman diliminde, belli bir coğrafyada, belli bir muhatap kesimine, onların kültürü ve anlam dünyaları ile sınırlı olarak, onların dili ile gelmiştir. Kur'an'ın, belli bir zaman diliminde, belli bir dilde ve belli bir kültür üzerine gelmiş olması, sonraki kuşaklar açısından bir anlama sorunu ortaya çıkarmıştır. Çok kısa bir zaman içerisinde, muhataplarının daha çok o coğrafyanın dışındaki insanlar haline gelmesi sorunun çapını daha da genişletmiştir. Hem o coğrafyadaki sonraki kuşaklar, hem de coğrafya dışındaki muhataplar, indiği ortamın kültürünü ve kelimelere yükledikleri anlamları yakalayamadıkları için bu anlama sorunu ilk hicri kırklı-ellili yıllardan bu yana artarak devam edegelmiştir. Bu ilk dönemlerden itibaren sorumluluk sahibi bazı muhataplar bu anlama sorununu çözmek için çaba gösteregelmişlerdir. ''Kur'an ilimleri'' denilen faaliyetler bu anlama ihtiyacına bir cevap olarak ortaya çıkmıştır. Ancak siyasi, kültürel ve ideolojik nedenlerle nüzul dönemi kültürünü ve dilini sonraki kuşaklara gereği gibi aktarmak mümkün olmamıştır ve hala da öyledir. Muhatap için en önemli sorun o dönem kültürünü ıskalamaktır.
Çünkü Kur’an, muhatapları için, anlaşıldığında ancak, amaç ve hedefleri belirginleşir ve Kur’an olur. Dolayısıyla diğer metinlerden farkı da ortaya çıkar. Kur’an, anlaşıldığında ancak onun ruhuna uygun bir uygulama ve yaşayış ortaya konabilir ve o zaman okunan şeyin Kur’an ve hidayet olma özelliği tezahür eder. Yoksa o, ne kadar önem verilse, kutsansa ve saygı duyulup ismi dillerden düşürülmese de anlaşılmadığı için muhatap açısından Kur'an olma özelliği ortaya çıkmaz.
O, bu sorunlar aşılarak, muhatabıyla buluşmadığı sürece, kelimelerinin tekrarlanıp durduğu dillerde, hıfzedilmiş zihinlerde, altın kaplama kutularda, binbir emek ve göznuru ile hazırlanmış, her biri bir sanat şaheseri olan çantalarda saygı duyulan bir mahkûm gibi beklemeye devam eder.
KUR'AN OKUMAK NE DEMEKTİR?
Bugün Kur'an'ın Arapça metnin ve çeşitli dillere yapılan tercümelerinin en çok satan ve en çok okunan kitaplardan biri olduğunu söyleyebiliriz. Aynı şekilde İslam coğrafyasında onu ezberleyenlere/hafızlara her yıl onbinlercesinin eklendiğine de biliyoruz. Kur'an'ın korunması, gelecek kuşaklara aktarılması ve toplum içindeki saygınlığının sürdürülmesi açısından bu hıfz etme işinin ve geleneksel okuma/tilavet biçimlerinin öneminin farkındayız. Ancak bu durumun gerçek bir okuma eylemi olmadığını da söylemek durumundayız. Gerçek bir okuma eyleminde amaç onu anlamaktır. Bu tür geleneksel okuma şekillerinde ise, sevap kazanma arzusu esas olduğu için genellikle ''anlama'' gerçekleşmemektedir. Çünkü bu tür okumalar göz ve dil eksenlidir, zihin /anlama eksenli değildir. Bu nedenle Kuran'ın en çok satan kitap olmasına rağmen, O'nun mesajının anlaşılması hedeflenerek okunması çok yaygın bir durum değildir. Böyle olduğu durumlarda bile, Kur'an metninden bağımsız nedenlerden dolayı onu anlamak çok zaman mümkün olmamaktadır.
Ayrıca bugün için Kur'an'ın Arapça metninin anlaşılması ile herhangi bir dilde hazırlanmış mealinin anlaşılması birbirinden farklı iki konudur. Bugün için Kur'an'ın kendisini, yani Arapça orjinalini anlamak derin bir uzmanlık ve büyük bir çaba gerektirmektedir. Bu uzmanlık içerisinde Arapça biliyor olmak gerekli, ancak tek başına fazla bir anlam ifade etmemektedir. Orada çok daha önemli ve farklı araçlara ihtiyaç vardır. Kısacası bir Kur'an meali hazırlamak için gerekli asgari şartlar, onu orjinalinden/mushaftan okuyup anlamak isteyenler için de söz konusudur. Bu nedenle Arapça Kur'an'ın nasıl anlaşılacağı farklı bir araştırma ve tartışma konusudur.
Biz ise bu çalışmada “Kur'an'ın herhangi bir dilde hazırlanmış mealini/tercümesini nasıl anlarız veya nasıl okursak veya ne yaparsak daha iyi anlarız?” konusu özerinde duracağız. Yaşanmış bazı tecrübelerden de yararlanarak bir yöntem önermeye ve konu ile ilgili bazı tespitlerde bulunmaya çalışacağız.
Burada sunacağımız yöntem, Kur'an meallerindeki zaaflara rağmen metnin doğru anlamına nasıl ulaşırız ile ilgili değildir. Okumak istediğimiz bir Kur'an Mealini derin araştırma ve çok yönlü incelemelere girmeden nasıl bir zihni hazırlığa, ön bilgilere ve tekniklere sahip olursak daha iyi anlarızla sınırlı kalacaktır. Çünkü Türkçe hazırlanmış mealler bünyelerinde pekçok problem barındırıyor olsalar da belli bir yöntem çerçevesinde okunduğunda Kur'an'ın mesajından azami miktarda istifade etmenin mümkün olacağını düşünüyoruz. Bu çalışmamızda Mealin metnini sorgulamaya, anlamını aramaya ve yeniden inşasına yönelik bir çabamız olmayacaktır. Bu konuyu Kur'an Meali Okuma Kılavuzu İsimli kitabımızda detaylı şekilde açıkladığımızı düşünüyoz .
Kur'an'ın mesajını anlamak istiyorsak, okuduğumuz, ister Mushaf ister meal olsun düşünülmesi ve cevap verilmesi gereken ilk şey, onu nasıl okuyacağımızdan önce ''onu kimler okuyabilir? veya onu okumak isteyenlerde bulunması gereken asgari şartlar/nitelikler nelerdir'' sorusu olduğunu düşünüyoruz. Bunu da muhataplık meselesi olarak isimlendiriyoruz. Öncelikle bu muhataplık meselesi üzerinde durmamız gerekiyor. Meali okumadan önce neler yapmamız gerektiğine ve hangi yöntemle okuyacağımıza daha sonra değineceğiz.
MUHATAPLIK MESELESİ
Kur'an mealinin okunup/dinlenip anlaşılmasının, dolayısıyla hidayet olabilmesinin birçok aşaması ve pek çok koşulu vardır. İlk koşul, muhatabın belirlenmesidir. Kur'an kime seslenecektir veya Kur'an mealini kimler okuyacaktır? Eline meali alan her insan onu okuyabilir mi?
Evet, dileyen herkes eline meal alıp okuyabilir. Azçok bundan istifade de edebilir. Burada herhangi bir sorun yok. Sorun, okunan şeyin anlaşılıp anlaşılmadığındadır veya ne anlaşıldığındadır. İşte muhataplık da tam burada devreye girmektedir. Ancak her okuyucu okuduğu her şeyin muhatabı olamayabilir. Okuduğu şeyle kendi özel anlam dünyası arasında bir paralellik veya arz talep dengesi kuramayabilir. İşte sıkıntı ve problemler de bu noktadan sonra devreye girmeye başlar. Çünkü Kur'an meali ile okuycusu arasında özel bir arz talep ilişkisi kurulamamışsa muhataplık gerçekleşmemiş demektir. Muhatabın okuduğu metinle ilişkisi, sıradan bir okuyucu ilişkisinden çok daha derindir. Yani muhatap, okuduğu metni, merakın ötesinde bir bilinçle, sorular sorarak ve zihninin bütün kapılarını açarak okuyan kişidir.
Bu nedenle yapılması gereken ilk şey, metni muhatabıyla karşı karşıya getirebilmektir. Muhataplık çeşitli şekillerde gerçekleşebilir: Mesala, farklı inanç ve kültürdeki birisinin: gerçekten onu tanıma kaygısıyla ''Bu metnin Allah'tan geldiği iddia ediliyor, acaba, gerçekten öyle mi, bunun diğer dini metinlerden ne farkı var? vs...'' diyerek ona yönelmesinden başlayıp; kendisini Müslüman olarak kabul eden birisinin: ''Dinimizin temel kaynağının Kur'an olduğunu söylüyoruz, ancak içinde ne yazdığını bilmiyoruz, onunla ilgili birbiriyle çelişen çok şey duyduk ama hangisi doğru bilemiyoruz. Niçin kendisinden öğrenmiyoruz? Şimdi onu okumayıp da ne zaman okuyacağız '' sorgulamasıyla ona yönelene ve hatta daha bilinçli bir şekilde ''Bu Kur'an'ın bana yani benim için geldiğinin, hayatımı O'nun ilke ve hedefleri doğrultusunda inşa ettiğimde ancak gerçek anlamda müslüman olacağımın ve bu durumun, aynı zamanda benim mutlu olmamı sağlayacağının da bilincindeyim. Bu nedenle onu derinlemesine inceleyip anlamam gerekir'' diyen birisine kadar çok geniş bir kesime hitap eder. Kısacası muhataplık ancak, bu veya benzeri kaygılarla ona yönelen bir bireyin/bireylerin ortaya çıkması ile mümkün olur.
Burada en temel şart, bireyin bir bilinç, arayış, arzu ve bir farkındalık içerisinde olmasıdır. Bu da, o metne saygı duymayı ve önyargısız olmayı gerektirir. Bu şartların oluşmadığı durumlarda muhataplık gerçekleşmez. Bunların yokluğu, özgür bir zihnin yokluğu demektir. Çünkü zihinlerin özgür kılınamadığı durumlarda ve ortamlarda anlam/mana ve anlama oluşmaz, metindeki veriler boşlukta kalır. Veren ve alandan birisi olmadığı için iletişim de gerçekleşmez. Çünkü mana ve anlama, ancak, veriyi alanın zihnine yansımasıyla ete kemiğe bürünür. Bu açıdan özgür zihin ve özgür ortamlar, anlamanın gerçekleşmesinin olmazsa olmazlarıdır. Anlamanın gerçekleşmediği birliktelikler sahte ve sanal muhataplıklardan ibaret kalır.
Birey ancak bu farkındalıktan sonra iletişim kuracağı şeyle sağlıklı ve anlamlı bir etkileşme geçebilir ve muhatabının dili, rengi, coğrafyası yaşadığı zaman dilimi ne olursa olsun, işte o zaman gerçek bir iletşim gerçekleşmiş, anlam ve anlamanın ortaya çıkmasının yolu açılmış olur. İşte o zaman, Kur'an, muhatabına seslenmeye başlayabilir. Ve bu aşamadan sonra iletişimin kendisi ve iletişim araçları üzerinde konuşmanın, başka bir deyişle anlamanın aslına uygun bir şekilde gerçekleşebilmesinin diğer şartlarını konuşmaya başlamanın bir anlamı olabilir.
MUHATAP KİM? VEYA MUHATABTA OLMASI GEREKEN NİTELİKLER
Muhatap bu karşılaşma ile henüz işin başındadır. Allah’ın kelamını okumaya, kendisine veya kendisi için inzal edilen rahmeti almaya zihinsel olarak hazırdır. Ancak kendisi için inzal edilen bu rahmetin “ne”liği ve içeriği konusundan habersiz olduğu gibi kendi müktesabatının da ciddi bir muhasebesini yapmış değildir. Zihnindeki mevcut birikimi, onu nasıl yönlendirecektir. Çünkü zihninde bir anlamlar dünyası ve bu anlamlara göre oluşmuş bir anlamlar haritası vardır. Orada bazı istisnalar hariç her şeyin rengi ve biçimi çok belirgindir. Aynı zamanda o, yeni karşılaştığı her şeyi zihninde mevcut olan anlam dünyası çerçevesinde anlamakta ve keşfedeceği her yeni şeyi de zihnindeki bu harita sayesinde bulmaktadır. Bu nedenle sorması ve cevabını bulması gereken öncelekli şey, mevcut şahsi anlamlar dünyasının mahiyetinin ve niteliğinin ne olduğudur.
Bu sorulardan birincisi, almaya/okumaya hazır olduğu ilahi kelam için zihninde nelerin olduğudur. Arapça bilsin veya bilmesin zihninde bir anlamlar dünyası ve anlamlar haritası, hatta anlamlar hiyerarşisi sözkonusudur. Öncelikle bunu çözümlemesi, en azından böyle bir zihin haritasının varlığının farkında olması gerekir.
Çünkü ister Arapça ile isterse başka bir dil ile konuşan bir toplumun üyesi olsun, zihninde benzer haritalar egemendir. Zihin haritasında bulunan binlerce kelimenin kendine özgü anlamlarıyla dünyaya bakmakta onu anlamakta ve tanımlamaktadır. Bu nedenle muhatap okumaya zihinsel olarak hazır olduğu Kur’an’ı da, bu kelimelerin anlam içeriğine uygun olarak anlayacaktır. Kendi hâlihazır tanımları ve deyimlere yüklediği veya tarihi süreçte yüklenen anlamlara göre algılamak durumunda olacağından, sonuçta anladığı şey, Kur’an değil, bu tanım ve anlamlara göre yorumlanmış, hatta yeniden inşa edilmiş bir metin olacaktır. Bu durum, Kur’an’ın anlam dünyasına girmesinin ve muhataplığın gerçek şekilde ortaya çıkabilmesinini önündeki en büyük engeldir. Dolayısıyla bu özellik, konumu, birikimi ve yaşadığı ortam ve coğrafya ne ve neresi olursa olsun bütün muhataplar için söz konusudur. Oysa metindeki aynı kelime, terim, deyim ve ifadelerin işaret ettiği mana çok daha farklı olabilir.
Bu sorunu çözmek sanıldığı kadar basit değildir, ancak sorunu aşmanın ilk şartı/aşaması, okuduğu metinden veya kendisinden kaynaklanan böyle bir engelin mevcudiyetini kabul etmektir. Dolayısıyla bu tespit yapıldıktan sonra Kur’an veya meali ile iletişime geçilmeli, ancak bir çaba ve süreç içerisinde Kur’an’ın anlam dünyasına girilebileceği bilinmeli ve “şu, şudur”, “bu, budur” gibi tanımlamalardan kaçınılmalıdır. Kısacası okuyucu/muhatap nasıl bir metin ile karşı karşıya olduğunun farkında olarak, kendi mevcut ön kabullerinin bulunduğunu, zihninde kendisine ve yaşadığı çağa, coğrafyaya, anlayışa özgü bir anlamlar haritasının varlığının farkında olmalı, muhatap olduğu şeyleri, bunlarla kavrayacağını bilmelidir. Çok zaman sahip olduğu şeylerin kendisini yanlış yönlendirebileceğini de hesaba katmalıdır.
Pekçok kişi iyi niyetle ve onu anlama iştiyakıyla meal okumakta ve bu okuma sonunda oluşan anlamı Kur'an mesajının kendisi sanmaktadır. Çünkü o, kendi birikiminin ve mevcut din ve dil algısının, meali okurken kendisine hazırladığı tuzaklardan bihaber olarak, hatta böyle bir şeye ihtimal bile vermeyerek onu okumaktadır. O, bu okuma sonunda zihninde oluşan şeylerin, genelde, metnin anlatmak istediğinden çok, kendi zihni müktesabatının ürettiği anlamlar olduğunun farkına varmaz. Bu durumdaki bir okuycu, anladığı şeyin Kur'an olduğunu düşünmektedir. Bu düşüncesinin bir sonucu olarak o, meali anlamak için bazı ön şartlar koşulmasını, Kur'an'ın önüne konulmuş engeller olarak görmektedir. Dolayısıyla meal okumadan önce bir hazırlık ve sorgulama sürecinin mantığını da kavramamamaktadır.
Bu nedenle hem söylemek istediklerimizin daha iyi anlaşılabilmesi hem de konu ile doğrudan ilişkili olduğu için, Meal okuma konusundaki önerilere geçmeden önce, Kur'an'ın nüzul ortamı ve Kur’an mealinin anlaşılması sorunu üzerinde kısa bir değerlendirme yapmamız yararlı olacaktır.
KUR'AN VEYA MEALİNİN ANLAŞILMASI SORUNU
Kur’an ve meâlleri, teknik bir kitap olmamakla beraber, zaman içerisinde, onun kelimeleri yeni anlamlar kazanmış, aynı şekilde Mushaf içindeki bazı kelimler terim olarak da özel bir anlam ve işleve sahip olmuşlardır. Bu nedenle dilin bu değişkenliği ve Kur'an tarihsel konumu, indiği dönem ile günümüz arasında çok önemli anlayış farklılıklarının oluşmasına neden olmuştur. Bunun için elimizdeki Kur'an ve mealler sıradan okuyucu açısından artık teknik bir metin haline gelmişlerdir. Bu metinlerin gereği gibi anlaşılabilmesi için, terimlerin, tanımların, sembollerin, konuların, hatta bazı tarihi olayların bilinmesi gerekmektedir.
"Kendi dilinde konuşulanı, yazılanı anlayan bir insan, yine kendi dilinde tercüme edilmiş bir Kur'an meâlini niçin anlamasın?" sorusu/cevabı çok sık karşılaştığımız haklı ve doğru bir sorudur/cevaptır. Ancak içinde cevabı da bulunan bu sorunun kastettiği metin, Kur'an gibi tarihi ve ilahi bir metin olduğunda, soru haklı bir soru, verilen cevap da doğru olmamaktadır. Bu nedenle sorunu doğru şekilde ortaya koymak ve doğru şekilde tartışmak gerekir. Öncelikle de tartışmaya,“Kur’an’ın anlaşılması sorunu” denilen şeyi doğru şekilde tanımlayarak başlamak faydalı olacaktır.
Bilmemiz gerekir ki, bugün ülkemizde tartışılan konu, Kur’an metninin değil, mealinin anlaşılması meselesidir. Çünkü Türkçe konuşan bir toplumda, Arapça bilmeyenler tarafından 'Arapça Kur'an'ın" anlaşılıp anlaşılmadığının tartışılması abesle iştigal olacağından, bu tür tartışmaların pratik bir yararı yoktur. Veya Arapça bilen birkaç kişinin sorununu toplumun genel sorunuymuş gibi ortaya koymaya gerek yoktur. Belki 'Arapça Kur'an'ın' anlaşılması sorununu kendi özel çevresi içerisinde tartışmak anlamlı olabilir.
Aslında, konuyu, ''Kur'an meâlinin anlaşılması sorunu'' şeklinde ortaya koymak da başlı başına bir problemdir. Çünkü kişinin, kendi dilinde ve toplumun geneli muhatap alınarak ve onun anlayacağı şekilde hazırlanan bir metni okuyucunun (istisnalar bir yana) anlamaması diye birşey sözkonusu olamaz. Yok, eğer hazırlanan bir eser toplumun genel dil algısı gözardı edilerek özel bir kesim için hazırlanmışsa o zaman durum değişir. Onu elbette, ancak, o özellikteki, o donanıma sahip olanlar, tüm detaylarıyla anlayacaktır. Ancak, toplumun geneline hitap eden bir çalışmayı/eseri genelde, herkesin kendi algılma kapasitesine göre anlaması işin doğası gereğidir. Böyle düşünüldüğünde, bir Kur’an meâlinin de, toplumun geneline hitap edecek şekilde hazırlanmış olması ve o dili konuşan herkesin de sıradan metinleri anladığı gibi mealleri de anlaması gerekir. Ancak meallere ve onu rasgele okuyanların yorumlarına baktığımızda bunun çok zaman böyle olmadığını görüyoruz. Bunun meallerin kendisinden/meali yapandan ve okuyucudan olmak üzere iki temel nedeni olduğunu söyleyebiliriz.
Burada sorunun büyüğünün meali hazırlayandan veya meallaerden kaynaklandığını görüyoruz... Çünkü yapılan çalışmalardan anlıyoruz ki mütercimlerin çoğu ne toplumun halıhazırdaki dil algısını ne Kur'an'ın tarihsel niteliğini ne de dillerdeki değişkenliği ve gelişmeyi hesaba katmamışlardır. Dolayısıyla çoğu böyle bir sorunun varlığından bile haberdar değillerdir. Yine onların önemli bir kısmının toplumun genelini muhatap almak gibi bir derdinin olmadığı da anlaşılıyor.
Ancak bu problemlere rağmen, herhangi bir dilde yapılmış bir meâl, o dili konuşan insanlar tarafından genel anlamda da olsa anlaşılmak durumundandır. Çünkü okuma yazma bilen bir insan kendi dilinde yazılan bir metinden (teknik bir kitap bile olsa) eksik-fazla birşeyler anlar. Anladığı şeyin yazarın kastettiği ile aynı olup olmadığı ayrı bir konudur ama okuyanın mutlaka birşey anlaması işin doğası gereğidir. Aynı şey Kur'an meâlleri için de geçerlidir. Kişi, kendi dilinde hazırlanan bir Kur'an meâlini okuduğunda mutlaka birşeyler anlıyordur. Çünkü okunabilen bir şey, bir şekilde ve bir ölçüde anlaşılıyor demektir. Yani, kişi, kendi dilinde yazılmış birşeyi okur ve beyninde okuduğunun karşılığını bulur. Burada sorun, metnin anlaşılmaması değil de, metinden ne anlaşıldığıdır.
Kur'an meâllerinin anlaşılması konusunu da, bu bağlamda ele almakta yarar var. Dediğimiz gibi her meal okuyucusu okuduğundan, mutlaka kendine göre birşeyler anlıyordur. Aslında, sorun da tam burada ortaya çıkmaktadır. Okuyanın anladığı şey nedir? Anladığı şey, meali yapanın anlatmak istediği midir yoksa okuyucunun kendi zihninde sakladığı/taşıdığı şey midir? Yoksa gerçekten Kur'an'ın söyledikleri midir? Kur'an meâlinin anlaşılmasından kasıt, okunduğunda zihinde birşeylerin oluşması, birşeylerin çağrışımının yapılması değil, anlaşıldığı varsayılan şeylerin Kur'an'ın murad ettiği şeyler olmasıdır. Ama bu sanıldığı kadar kolay değildir. Çünkü bu konu öncelikle meali hazırlayanın, orjinal metnin muradının ne kadarını mealine yansıtabildiği ile ilgilidir.
Öncelikle söylememiz gerekir ki bu konu, Kur'an'ın problemi değildir. Yani, bu anlama sorunu Kur'an'dan kaynaklanan bir sorun değildir. Bizim bugün böyle bir sorunla karşı karşıya olmamız, Kur'an'ın apaçık olmasına halel getirmez. Sorun, insanoğlunun kendisinden kaynaklanan bir sorundur. Kur'an, kendisinin anlaşılıp anlaşılmadığı gibi bir konuyu hiç problem etmemiştir. Ancak, burada konu edilen şey, herhangi bir dilde hazırlanmış Kur'an meâllerinden birini anlayıp anlamamaktır. Metnin, teknik bir metin olup olmaması, dil ve üslup durumu, akıcılığı metnin anlaşılmasını doğrudan etkiler. Ancak biz burada daha farklı bir duruma dikkat çekmeye çalışıyoruz.
Kur'an meâlleri teknik bir kitap olmamakla beraber, zaman içerisinde kelimelerin yeni anlamlar kazanmasından, bazı kelimlerin terim olarak özel bir anlama sahip olmasından ve indiği ortam ile günümüz dünyası arasında çok ciddi anlayış farklılıklarının oluşmasından dolayı, teknik bir kitap özelliği de arzetmektedir. Ortaya konan metnin gereği gibi anlaşılabilmesi için, terimlerin, tanımların, sembollerin, konuların bilinmesi gerekmektedir. Kendi dilinde konuşulanı anlayan, kendi dilinde yazılanı anlayan bir insan, yine kendi dilinde tercüme edilmiş bir Kur'an meâlini niçin anlamasın? Eğer, kişi, kendi dilinde yazılmış sıradan bir metni veya konuşmayı bile, anlayamıyorsa kalkıp o kişiden Kur'an'ın meâlini okumasını veya anlamasını istemenin ne anlamı olabilir? Veya böyle birinin "ben anlamıyorum" iddiasının ne geçerliliği bulunabilir?
Tüm bu tartışmalar da göstermektedir ki; gerek geçmişte gerekse günümüzde Kur'an'ın anlaşılması tartışması, meâlinin okunup anlaşılmasının ötesinde bir anlama sahiptir. Bu tartışmalarda, Kur'an'ın veya meâlinin anlaşılmasındaki zorlukların ötesinde, bir zihniyet çatışması yatmaktadır. Bu tartışmalar da çok zaman bu çatışmaların yansımalarına dönüşmektedir. Bu konuda üç temel soru sorulabilir.
1-Bugün İyi Arapça bilen birisi Kur'an'ın gerçek anlamını ortaya koyabilir mi?
2-Bugün yapılmış herhangi bir meâl okunduğunda anlaşılabilir mi?
3- Bir meâli okuyup anlayan birisi Kur'an'ı anlamış sayılır mı?
Birinci soru, sadece meal hazırlamak isteyenleri ilgilendirdiği için, şu an ilgi alanımız dışındadır.
İkinci soru üzerinde durmaya değer. Kendi dilinde yapılmış bir çeviriyi/tercümeyi anlayıp anlamadığını sormak sorulan kişiyi rahatsız edebilir. Çünkü sonuçta, anlaşılıp, anlaşılmadığı sorulan şey; herhangi birisinin yaptığı meâl olacaktır. Burada bir problem varsa, bu, okuyucu ile ilgili bir problem olmaktan çok, mütercimle ilgili bir problemdir. Bu, meâli yapanın başarısı veya başarısızlığı ile ilgili bir olaydır. Burada okuyucunun fazla bir katkısı yoktur. Eğer, okuyucuda kavrama ve anlama yetersizliği varsa zaten, bu her yazılı de kendini gösterecektir. Dolayısıyla, bunu yalnızca meâle indirgemek yanlış olur. Eğer, meâli yapan yanlış yapmış, eksik anlatmış, cümlesi düşük kalmış, kelimelerin ilk anlamlarıyla sonradan kazandıkları anlamları göz önünde bulundurmamışsa bu okuyucunun değil meâli yapanın sorunudur, meâli yapanın hatasıdır. Hele hele bu durum Kur'an'ın hiç sorunu değildir. Ve bu bize Kur'an'ın anlaşılmaz bir kitap olduğunu da kesinlikle göstermez.
Meâller sonuçta, meâli yapanın birikimini, düşüncesini, dine ve eşyaya bakışını yansıtır. Meâller, meâli hazırlayanların birikimi ve yeteneği oranında gerçeği yansıtırlar. Dolayısıyla, sorunu yalnızca, meâlin, okuyucusu tarafından anlaşılıp anlaşılamaması şeklinde ortaya koymak, konuyu izah etmemize yardımcı olmaz. Çünkü sorun başka yerdedir. Sorun;
a) Meâllerin, aslını yani tercüme edildikleri metni ne kadar yansıttığındadır.
b) Okuyucunun sahip olduğu bakış açısında, kültüründe, kelimelerin ve terimlerin o kişideki karşılığının ne anlama geldiğinde odaklanmaktadır.
''Bir meâli okuyup anlayan birisi Kur'an'ı anlamış sayılır mı?'' sorusunda ise meallerin durumu önem arz etmaktedir. Genelleme yapmak haksızlık yapmamıza neden olabilir. Günümüzde yapılan bazı çalışmaların dile getirdiğimiz sıkıntıları farkettikleri ve meâllerini bu duyarlılıkla hazırladıkları anlaşılmaktadır. Bu konuda geçmiş yıllara oranla bir gelişme söz konusudur fakat hala aşılması gereken birçok problem bulunmaktadır. Ancak meallerin pek çoğunun hem Türkçe'yi kullanım hem de mesajı aktarma açısından önemli sıkıntılar barındırdığını söyleyebiliriz.
Diğer önemli bir zorluk ise okuyucunun kendisinden kaynaklanmaktadır. Okuyucu, hem zihininde biriktirdikleri hem sergiledikleri davranışları, yaşama ve bilgilenme biçimleri hem sahip olduğu kültür hem de algılama açısından, Kur'an'ın indiği dönemdeki muhatabından çok farklı bir durumdadır. Çünkü üretim ve tüketim araçlarında önemli değişiklikler meydana geldiği gibi, diller de doğası ve dinamiklikleri gereği sürekli bir (olumlu veya olumsuz anlamda) değişim ve gelişim içindedir. Bu değişim ve gelişmeler elbette insanı da aynı şekilde değiştirip dönüştürmektedir. Doğal olarak bu din ve Kur'an algısını da değiştirmektedir.
Dildeki ve zihinlerdeki bu değişim, Kur'an kelimelerinin de anlamının değişmesine neden olmuştur. Kur'an'ın bazı kelime ve terimleri bazı meallerde olduğu gibi (Örneğin; Kitap, Hikmet, Zikir, Tesbih, Gayb, Şefeat, Ayet, Muhkem, Müteşabih, Cennet, Cin, Şeytan, Ruh, Vahiy, Müşrik, Kıble, Nesh, Şura, Kalp, Zalim, Fasık, Halife, Hanif, Sabii, Sure, Kıyamet, Arz, Resül, veli, Misak, Biat, Ulul-emr, Melek, Tahir, Mü'min, Kâfir terimleri gibi) aynen resmedilse bile, bugün o kelimeler, nazil olduğu dönemdeki anlamlarından farklı anlamlarda kullanıldığından veya anlamları genişleyip daraldığından, okuyucular da bu kelimeleri en iyi ihtimalle sonradan kazandığı anlamlardan biri ile anlayacaklardır.
Bu tespit doğru olmakla birlikte buraya takılıp kalmak ve Kur'an'ın üslubunu ve ruhunu hesaba katmamak; çok zaman bizi, Kur'an, gerek meâlinden, gerekse metninden okunsun ''gerçek anlamda kavranamayabilecektir'' veya ''Kur'an'ın asıl mesajı ile hiçbir zaman karşılaşılamayabilinir'' noktasına da götürülebilmekte ve insanların tümüyle Kur’an’la aralarına aşılmaz bir engel konulmasına da sebep olabilmektedir. Hatta "Meâlden/Kur’an din anlaşılmaz, meâl insanı saptırır " gibi biraz da önyargılı karşı itirazların önünü de açmaktadır.
Ancak bilmemiz gerekir ki, meâl okumanın gerekliliği ile meâlden dini öğrenme sorunu farklı şeylerdir. Kur'an meâli okumak, insanoğlu -hele bir Müslüman- için, su gibi, hava gibi, sevgi gibi doğal ve olmazsa olmaz bir ihtiyaçtır. Meâlden belki tüm boyutlarıyla din öğrenilmez, ama ondan öğreneceğimiz, hem bilgi anlamında hem de duygu, ders ve ibret alma anlamında, dolayısıyla, kendimizi ölçüp biçme ve farkındalık oluşturma anlamında çok şey vardır. Üstelik mealler, tüm eksikliklerine rağmen, insan ile yaratıcısı arasında, tek taraflı da olsa bir iletişim kurulmasını sağlayan yegâne araçtır. Meal ile dolayısıyla Kur'an ile muhatabının arasına perde koymak; insan ile yaratanı arasına perde koymak anlamına gelir. Meâl (Kur'an), insanın hayatından çıktığı zaman, neredeyse kişinin (rutin halini almış ibadetler dışında) Allah ile bütün bağları da kesilmiş olur. Böylece insan, Kur'an'a ters, onun mesajı ile çelişen düşünce ve anlayışlara daha açık hale gelir. Karşılaştırma ve kıyaslama yapabilmesi için var olan bir imkân ve bir araç elinden alınmış olur. Bu nedenle şartlar ne olursa olsun okuycu ile Kur'an/meal arasındaki köprüyü muhafaza etmek gerekir.
Kur'an'a giden yolu ve köprüyü güvenli hale getirmek elbette önemli ve gereklidir. Ancak tehlikelidir diye köprüyü trafiğe kapatmak veya havaya uçurmak (ki geleneksel anlayış bunu yüzlerce yıldır uygulayageliyor.) insanları hakikata yaklaştırmıyor aksine ondan uzaklaştırıyor. Bu nedenle sorunu doğru tespit edip, sorunları bu hayatın dinamikliği içinde çözmek gerekir.
KURANIN İNDİĞİ ORTAMI BİLMENİN ANLAM VE ÖNEMİ
Bilindiği gibi, Allah, son Vahyini Mekke (Ümmül-Kura) ve çevresindeki insanların diliyle, onları uyarmak, müjdelemek ve bu toplum üzerinden mesajının tüm insanlığa ulaşmasını sağlamak için Arapça bir Kur'an olarak indirmiştir (42/7 6/92).
Kur'an'ın, bu ilk muhataplarının dili ile gelmesi demek, o toplumun kültürünü, alışkanlıklarını, geleneklerini, inançlarını dikkate alması demektir. Her dil, aynı zamanda içinden çıktığı toplumun özelliklerini de yansıtır, bir ölçüde bu kültürün taşayıcılığını da yapar. Doğduğu ortamın kültürel yansımalarından ve toplumsal etkilerinden arınmış bir dilin varlığı söz konusu olmadığı gibi kültürel arkaplanı olmayan bir metin veya söz de yoktur. Yeryüzündeki bütün dillerin kaderi böyle olduğu gibi bütün söz ve kitapların kaderi de böyledir. Bir topluma herhangi bir mesaj ulaştırılmak istenildiğinde, araç olarak o toplumun dili seçilir. Çünkü o mesajın doğru anlaşılıp doğru uygulanabilmesi için, o toplumun dili ile hitap edilmesi insan doğasının bir gereğidir. İnsanı yaratan Rabbimiz de zaten bunu yapmıştır.
Rabbimizin, sözlerini bir dil ile ifade etme zorunluğu, Rabb ile değil insanoğlu ile ilgili bir sorundur. Ancak insanoğlunun gelen mesajı anlayıp, kavrayabilmesi ve anladığını yaşayabilmesi için o mesajın kendi lisanı ile gelmesi zorunluluğu vardır. Çünkü insanlar eşyayı yani var olan her şeyi kelimeler veya sözler vasıtası ile algılarlar. (Buna dil deniyor.) Dolayısıyla kendilerini ilgilendirecek bir mesajın algı, anlayış ve kavrayışlarına uygun tezahür etmesi gerekir ki, murat gerçekleşmiş olsun. Amaç, insanların gelen mesajı içselleştirip, uygulamaları olduğu içindir ki; gelen mesaj, o toplumun anlayacağı dil ile gelmiştir.
Evet, Kur'an, günümüz ortamında nazil olmuş bir kitap değildir, dolayısıyla doğrudan bugünün problemlerini tartışmaz veya bir göndermede bulunmaz. Bugünün ilişki biçimlerinden ve üretim araçlarından sözetmez. İçeriğinde elbette evrensel mesajlar mevcuttur, belki Kitab'ın özünü de bunlar oluşturur. Ancak bu mesajlar indiği dönemin araçları ve malzemeleri ile tartşılıp anlatılır. Bu nedenle tartıştığı bazı konular günümüzü ilgilendirmeyebilir. Çünkü o öncelikle indiği ortamı hedef alır, o ortamı düzeltmeyi amaçlar. Öncelikle o dönemi (coğrafyayı) tartışır, o dönemdeki olaylara çözüm getirir. Tüm bunları da, o dönemin dilini, kültürünü kullanarak yapar.
Asıl amacı, sağlam bir inanç yapısı ve bu inancı içselleştirmiş bir birey ve bu bireylerden oluşmuş bir toplum oluşturmaktır. Bu nedenle Kur’an, o dönemin, o bölgede egemen hâkim inançlarını ve algılarını tartışmalarında esas kabul eder. O dönemin üretim araçlarından örnekler verir. Öyleki, o insanların gündemine girmeyen, ancak aynı zaman diliminde yaşayan farklı coğrafyalardan ve onların kültürlerinden de bahsetmez. Çünkü O, öncelikle indiği toplum ile ilgilenmekte, bir çekirdek yapı, bir örnek toplum oluşturmayı amaçlamaktadır. Diğer toplumlara da bu örnek çekirdek yapı üzerinden ulaşmayı hedeflemektedir.
Bilindiği gibi insanoğlunun üretim ve tüketim araçları her dönemde, hatta aynı dönemdeki farklı coğrafyalarda bile farklılık gösterebilir. Ancak bu farklılık, daha çok araç boyutunda kaldığı için insanın temel ihtiyaçlarında genel anlamda bir değişiklik olmaz. Örneğin, insanın, tüketim, üreme, birlikte yaşama gibi ihtiyaçları her zaman için sözkonusudur ve o, bu ihtiyaçlarını karşılamak için çaba sarfeder. Bu tüketim, üretim ve birlikte yaşamanın nasıl olacağı ile ilgili uyulması gereken kurallar ve ahlaki ilkeler zorunlu olarak ortaya çıkar. Kur'an bu ihtiyaçları dikkate alır ve bunların sınırlarını belirler. Bu ihtiyaçların nasıl giderileceği konusunda temel ilkeler koyar. İşte Kur’anbiraz da bunun için evrenseldir. Kur'an'ın evrenselliğini, Arapça olarak gelmesinde veya kullandığı malzeme ve örneklerde aramamak gerekir. Onun evrenselliği mesajındadır. Anlatmak istediğindedir. Nasıl bir tanrıya kulluk edilmesini istiyor, nasıl bir Allah anlatıyor, nasıl bir insan ve toplum istiyor, onlara hangi ahlaki ve sosyo ekonomik hedefler öneriyor, işte, Kur'an'ın evrenselliği buralarda aranmalıdır.
İşte Kur'an bu doğal ihtiyaçları olan bir topluma geldiğinde onların dilini ve kültürünü kullandı. Onların inançlarını geleneklerini sorguladı. Bunların bir kısmını değiştirdi, bir kısmına karşı çıktı, bir kısmını da görmezlikten geldi. Bir kısmını da kendi malı kabul etti. İndiği dönemdeki toplumun ihtiyaçları hakkındakı düşüncelerini, onların kültürlerınden örnekler vererek açıkladı. Onlar iyice anlasınlar diye düşüncedeki ve pratikteki, belki de birçoğu yerel olan çelişkilerini ve yanlışlıklarını ortaya koydu.
Örneğin, o dönemin Arapları arasında yaygın olan bir "zihar" geleneği vardı. Kur’an bu geleneğin yanlış olduğunu ifade ederek ortadan kaldırdı .
Bugün, ne Arabistan’da ne de başka bir bölgede "zihar" geleneği diye bir uygulama veya gelenek yoktur. Ancak Kur’an’ın indiği dönemde bazı ahlaki ve toplumsal sıkıntılara yol açtığı için, bu uygulamaya son verilmiştir.
Kur’an’da içinde yerel renkler ve özellikler barıdıran pek çok ayet ve sure bulunmaktadır. Fil, Kureyş, Lehep surelerini, Resullah’ın eşleri, evliliği ve aile fertleri ile ilgili ayetleri (33/37-40), kız çocuklarının öldürülmesi ile ilgili ayetleri (81/8-9), (16/57-60) buna örnek olarak sayabiliriz.
Ancak bu örneklerin günümüz dünyası ile doğrudan bir ilişkisi olmasa da genel ilkeler noktasında bize bazı önemli ipuçları vermektedir. Örneğin dönemin pratik hayatı ile ilgili ayetlerin bize, kendi zaman ve coğrafyamızdaki sorunları nasıl çözeceğimiz konusunda bir yöntem ve metodoloji sunduklarını da düşünüyoruz.
İşte mesajı ve yöntemi kavrayabilmek için o ayetlerin indiği ortama gitmemiz ve o ortamın özelliklerini bilmemiz gerekiyor. Ayetlerin indiği bu ortama genel hatlarıyla “Nüzul Ortamı” diyoruz.
Kur’ân, miladî 610-632 yılları arasında Arabistan Mekke’sinde nazil olmaya başlamış Arapça bir hitap olduğunu söylemiştik. O, indiği toplumun dilini, geleneğini, kültürünü kullanmış, indiği toplumun önemli sorunlarını sorun olarak kabul etmiş ve bu sorunlar için çözüm yolları önermiştir. Elbette bu konular ve sorunlar, genel ilke ve mesajın bütünlüğüne uygun bir şekilde seçilmiştir. Yani hem konu ve sorunun seçimi ile hem de konunun işlenişi ve çözüm yoluyla mesaj verilmiştir. Aynı şekilde, bu toplumsal sorunlardan bağımsız ve ayrı olarak gelen ayetlerle verilmek istenen mesajlar da, o dil ve kültür kullanılarak dile getirilmiştir. Tüm bunlar, birçok edebî ve hukukî metinde olduğu gibi, belli terim ve deyimlere vurgu yapılarak ve kelimelerin öz anlamlarına bağlı kalmak şartıyla kelimelerin içi yeniden doldurularak yapılmıştır. Başka bir ifade ile ana/temel mesajlar sunulurken de, indiği döneme ait bazı sorunlar tartışılıp, çözüm önerileri ortaya konulurken de, bazı temel kavramlar esas alınmıştır.
Bunun nedeni ise, indiği toplumun o kavramlarla konuşmakta ve anlaşmakta olmasıdır. Yani Kur’an, mesajını, indiği toplumla bir mutabakat, açık olma, anlaşılma esası üzerine bina etmiştir. Başka bir deyişle, Kur’ân, ilk muhatabı olan toplumun diline ve o dilin ayakta durmasını sağlayan deyim ve terimlere vurgu yaparak, mesajını bu kelimeler üzerinden aktarmıştır. Bir toplumun inancını, kültürünü, eşyaya bakışını, siyasi algılamasını ve ekonomik durumunu en iyi yansıtan ayna, dildir. Diller de bunu kelime ve terimlere yükledikleri açık ve dolaylı anlam ve anlatımlarla yaparlar.
Bu nedenle Kur’ân’ın, deyim ve terimleri seçerken titiz davrandığı, çok zaman o deyim ve terimleri yeniden yorumladığı, bir süreç içerisinde, içini boşaltarak yeniden doldurduğu, yani öz anlamını koruyarak yeniden anlamlandırdığı görülmektedir. Kur’ân’ın bir süreç içerisinde nazil olmasının önemli nedenlerinden birisi de bu yeniden kavramlaştırma süreci olsa gerektir. Kur’ân, ilgili deyim ve terimleri bir ilke ve prensip çerçevesinde seçip, yeniden yorumlamaktadır. Bu yeniden kavramlandırma süreci, Kur’an’ı anlama açısından da özellikle son dönemdeki muhataplarına önemli kolaylıklar sağlamaktadır.
Kur’ân’ın anlaşılması, meali ve tefsiri ile ilgili çalışmalardaki temel sorun da budur. Yani, Kur’ânî kavramların ve deyimlerin indiği dönemdeki anlamlarına ulaşmak esas amaç olması gerekirken, mevcut çalışmaların büyük bir çoğunluğunun bunu atladıkları görülmektedir. Sonuç olarak da, bu tür duyarsızlıklar, ön yargılar ve mezhep taassupçuluğu Kur’ân’ın anlaşılması ile ilgili sıkıntıların devam etmesine neden olmaktadır.
Ayrıca Kur'an'ın bir bütün olarak değil, yirmiüç yıllık bir süreç içerisinde nazil olduğu, birçok tarihi ve sosyal olaya yön verdiği de hepimizin malumudur. Konulara bu açıdan da bakmamız gerektiğini bilmemiz gerekir. Çünkü Kur'an ayetlerinin gelmeye başlaması ile birikte yeni bir dönem başlamıştır. Nüzul sırasını göz önünde bulundurduğumuzda toplumdaki bu değişimi Kur’an’dan da takip etmek mümkündür. Bu değişim ve gelişimi Kur’an bir sistematik içerisinde yapmaktadır. Yani Kur’an’ın kendine göre bir öncelikler sıralaması vardır. Bu öncelikler sıralamasını, doğru yapılmış bir nüzul sırasına göre okuduğumuzda açıkça görmemiz mümkündür. Bu önceliklerin dilsel, kültürel, sosyal, siyasal birçok boyutu vardır.
Bu nedenle, İslamın ilk çağlarından itibaren yapılageldiği gibi, Kur’an surelerini Mekki ve Medeni diye iki gurubta inceleyebilir, daha sonra, her dönemi kendi içerisinde hem surelerin hem de indiği dönemin özeliklerini göz önünde bulundurarak farklı safhalara ayırabiliriz. Öreğin, Mekki sureleri, üç safhada ele alabiliriz. Kaba hatlarıyla bir tasnif yapacak olursak, birinci sahfa, İkinci Habeşistan hicretine kadar olan dönemi, ikinci safha, Hz Hatice ve Ebu Talibin vefatına kadar olan dönemi, üçüncü safha ise, Medine’ye Hicret’e kadarki dönemi kapsar. Medeni ayetleri de, ehli kitap ile özellikle Yahudiler ile ilişkilerin bozulduğu ikinci veya üçüncü yılın ortalarına kadar olan dönemi birinci safha, Hudeybiye anlaşması veya Mekke’nin fethine kadar olan dönemi ikinci safha, sonrasını da üçüncü safha olarak değerlendirebiliriz. Elbette farklı kriterler konularak farklı tasnifler yapmak da mümkündür.
Biz bu tasnifleri, surelerin içeriklerini, üsluplarını, edebi özelliklerini, kafiye yapılarını, ayetlerin uzunluklarını kısalıklarını, ilgili rivayetleri, yaşanan olayları vs göz önünde bulundurarak yaptık. Bu ve benzeri kriterlere göre, Kur’an tekrar tekrar okunurken, birbirinin devamı niteliğinde olan sureler de keşfediliyor. Ayrıca, nüzul sıraları esas alınarak yapılan okumalar sırasında surelerin içeriği ile günlük hayattaki mücadeleler arasında bir ilişkinin varlığı da fark ediliyor. Bir süreç içerisinde, çok zaman Müslümanların günlük hayatlarını da gelen bu sureler yönlendiriyor. Bilinen belli başlı tarihi olaylar da bu tespitlerimizi destekliyor.
Bugün de nüzul seyri takip edilerek bu olayları canlı bir şekilde takip etmek ve verilmek istenen mesajı kavramak mümkündür. Kur’an’ın 23 yıllık bir süreçte nazil olmasının birçok nedeni bulunmakla birlikte en önemli nedeni doğru bir Allah algılaması ve İslam akidesinin teşekkül ettirilmesi için böyle bir yolun takip edilmiş olmasıdır. Ancak bu akidenin oluşması bir süreç içerisinde tamamlandığından, Kur'an'ın bu izahları da birçok sureye yayılmış durumdadır. İlk muhataplar bunları fiili olarak bir süreç içerisinde yaşadıkları için bu farklılık onlar açısından bir sorun oluşturmamış, tam aksıne, inançlarının oluşmasında bu farklılığın (sürecin) önemli bir yeri ve katkısı olmuştur.
Kur'an, istediği toplumun oluşmasında önceliği, o toplumun inanç yapısına vermiştir. Bu nedenle ilk gelen ayetler daha çok bu konuyu oluşturmaya yönelik olmuştur. Mekki olduğu ifade edilen surelerde bu durum çok açık bir şekilde görülmektedir. Mekke de nazil olan ayetlerde inanç konusu çok daha yoğun olarak işlenmiştir. Mushafın nüzul seyrine göre tertip edilmeyişi, özellikle bu konuları takip etmekte günümüz okuyucusu açısından bir zorluk oluşturmaktadır. Kur'an'ın inmeye başladığı ilk dönemde, insanların öncelikle inanç noktasında aşılması ve çözülmesi gereken problemleri vardı. İnanç problemini çözmeden diğer problemlere sağlıklı bir çözüm getirmek mümkün olmazdı. Kur'an da öncelikle akidevi sapma ve bozuklukları düzeltmişti. Bundan dolayı olsa gerektir, Mekki ayetlerde bu konu yoğun olarak işlenmişti.
Günümüz insanı da akide/inanç konusunda büyük problemlerle karşı karşıyadır. Önemli sapma ve bozukluklar yaşamaktıdır. Bu sapmalarlar sadece inanmayanlar (müslüman olmayanlar) için değil, inandığını yani müslüman olduğunu söyleyen insanlar içinde söz konusudur. Bu inanç sorunlarının başında da Allah'ı gereği gibi tanıyamamak gelmektedir. Allah'ı gereği gibi tanıyamamanın bir uzantısı olan Ahiret anlayışındaki çarpıklıklar da azımsanmayacak kadar büyüktür. Günümüzde bu sapmaların yanında risaletin ve vahyin doğru anlaşılması noktasında da büyük sorunlar yaşanmaktadır. Oysa bu konular İslam dininin temelini oluşturmaktadır.
Bu nedenle sağlam bir inanca sahip olabilmenin gerekliliği Kur'an'da tekrar tekrar vurgulanmıştır. Aynı problemleri yaşayan günümüz insanın da sağlıklı bir Allah ve din algılamasına sahip olabilmesi için öncelikle bu sorunlarını çözmesi gerekmektedir. Bunun için de Kur'an'ın öncelediği konular günümüz okuyucusu tarafından da öncelenmelidir. Bu nedenle bu önceliği sağlayacak bir yöntem bulmak ve meali de bu yönteme göre okumak durumundayız.
ÖNERİLER
Hangi yöntemle meali okursak, Kur'an'ın mesajını daha çabuk ve daha aslına uygun anlarız? sorusunun bir çok cevabı olabilir. Bu konu üzerinde kafa yoran insanlar farklı öneriler sunabilirler. Biz de yıllardır bu konu üzerinde yoğunlaşan bir Müslüman olarak kendi tecrübelerimizin ve uygulamalarımızın ışığında önnerilerimizi iki aşamada sunacağız. İlk aşama okuyucunun okuduğu metni/meali ve kendisinin meal karşısındaki konumunu tanımak için neler yapabileceği ve bu yönde nasıl bir yöntem izleyebileceği konularını içeriyor. Bu konuyu Meal Okumadan Önce Yapılması Gerekenler başlığı altında tartışıyoruz. İkinci aşamada ise okuyucunun meal okuma sırasında yapması gerekenleri ve meali nasıl bir yöntem ve öncelekler içerisinde okuması gerektiğini anlatıyoruz.
1-MEAL OKUMADAN ÖNCE YAPILMASI/DÜŞÜNÜLMESİ GEREKENLER
Kur’ân meâlini okumaya karar veren bir insanın, Kur’ân ve meâllerle ilgili bir ön bilgisinin olması ve okuduğu metni tanıması, işini kolaylaştıracaktır. Ayrıca okuyucunun, okumaya başlamadan önce kendisine bazı sorular sorması ve onları cevaplandırması da gerekecektir. Kur'an mealini okumaya başlamadan önce yapılması ve düşünülmesi gerekenleri şöyle özetleyebiliriz.
a) Meâl niçin okunmaktadır veya niçin okunmalıdır?
Kur’ân meâli okumaya karar veren bir insan, öncelikle Kur’ân meâlini niçin okuduğunun, bu okumadan ne beklediğinin cevabını çok net olarak verebilmelidir. Meâl okumasının amacı nedir? Niçin okumaktadır? Bu okumadan ne beklemektedir? Çünkü okuma sonrasında elde edeceği sonuçlar bu cevabına uygun olacaktır.
Örneğin; okuyucu merak etmiştir de onun için mi okumaktadır? Sevap kazanmak, geçmiş büyüklerinin ruhlarına bağışlamak için mi okumaktadır? Kur’ân hakkında birçok şey duymuş da, onun ne olduğunu öğrenmek, merakını gidermek için mi okumaktadır? Veya talepleri çok daha ciddidir de bu taleplerini karşılamak için mi okumaktadır? Mesela; Allah'ın, Kur’ân'da kullarına anlattığı dini öğrenmek, belki de yaşamak istiyordur; Kur’ân'da neler anlatıldığını, hangi konulardan bahsedildiğini merak etmiştir de bu nedenle Kur’ân'ın içeriğini öğrenmek istiyordur veya Rabbimizin Kur’ân'da insanoğluna nasıl hitab ettiğini görmek, insanoğluna mesajının ne olduğunu bilmek istiyordur. Bazı okuyucular ise, bu mesajın üslubu, anlatım teknikleri, insan-tanrı ilişkileri vs... konularında araştırma yapmak istiyor da onun için okumak istiyordur. Evet, niçin Kur’ân meâli okumak istiyoruz? Çünkü kişi, Kur’ân meâlinden, yaklaşımına uygun bir cevap alacaktır.
Doğru sorular sormuş ve bu sorulara doğru cevaplar vermiş ise Kur’ân meâlinden de doğru cevaplar alacaktır. Kur’ân meâline yanlış sorular soruyorsa elbette, aldığı cevap da yanlış olacaktır. Niçin Kur’ân meâli okuduğunun cevabı kafasında net değil ise meâlden yeteri kadar istifade edemeyecektir. Belki de böyle bir belirsizlik, birkaç sayfa veya sûre okuduktan sonra sıkılıp meâl okumayı bırakmasına neden olacaktır. Okuyucunun Kur’ân meâlinden beklentisinin her şeyden önce Kur’ân meâline uygun düşmesi gerekir. Yani, isteklerinin Kur’ân ile örtüşmesi gerekir. Okuyucunun isteği ile Kur’ân'ın içeriği arasında bir çelişki mevcut ise meâlin, o okuyucuya önemli bir faydası olmaz. Eğer, okuyucu, yanlış bir beklenti içerisinde ise sadece kendisini kandırmış ve yaptıklarına kendince bir kılıf bulmuş olur. Onun için soruların ve cevaplarının samimi olup olmaması çok önemlidir. Çünkü insanların beklentileri çok zaman Kur’ân'ın ilkeleriyle çelişebilmektedir. Kur’ân'ı bir muska ve mezarlık kitabı konumuna düşürebilmektedir. Bu açıdan, Kur'an'a neler sorulduğu ve bir Kur’ân meâlinden ne beklenildiği çok önemlidir.
Eğer, kişi, meâli sevap kazanmak veya "geçmişlerinin ruhlarına hediye eylemek" için okuyorsa yapması gereken fazla bir şey yoktur, meâli eline alıp okuması yeterlidir. Çünkü sadece okumakla amacına ulaşmış olacaktır. Zaten, böyle bir beklenti içerisinde olan insanın, Allah'ın, kullarına ne söylediği gibi bir merakı ve arzusu yoktur. Kur’ân'ın içinde ne yazdığı onu ilgilendirmemektedir. Ona, böyle yaparsa, sevap alınacağı söylenmiştir, o da sevap kazanmak için meal okumaktadır. Üstelik böyle bir çaba içerisinde kişinin kendisi de yoktur. İstediği şeyler pratik hayatıyla ilgili de değildir. Salt kuru bir okuma ile âhiret azâbından kurtulmak veya cennet nimetlerine sahip olmak istemektedir. Eğer amaç bu ise böyle bir okuma onu Kur’an’ın anlam dünyasına sokmaz. Bazı ifade ve sahneler dikkatini çekse de zihin dünyasına fazla bir şey katmaz.
Kişi, Kur’ân meâlinden başkaları için değil, kendisi için veya bu dünya ile ilgili bir şeyler öğrenmek istiyorsa iyi bir başlangıç yapmış sayılabilir. Çünkü o, en azından okumak ve anlamak amacıyla Kur’ân'a yaklaşmaktadır. Bu noktadaki bir okuyucu, sorularını derinleştirebilir. Kur’ân'ın nasıl bir insan istediğini, insandan neler beklediğini, eşyaya veya dünyaya bakışını, inanç ilkelerini, öte dünya hakkındaki kanaatini, ibadetlerin önemini ve anlamını öğrenmek ve kavramak isteyebilir. Ancak, bu isteğinin öncelikle, bir heves olup olmadığını, gerçekten bunları isteyip istemediğini iyice bilmesi, hatta bu konuda kendi kendini test etmesi gerekir. Yani, beynindeki soruların çok net bir şekilde oluşması gerekir. Eğer, beynindeki sorular ve beklentileri net değil ise meâlden gerekli cevabı alması mümkün olmaz. Çünkü bu durumdaki bir kişinin zihni dağınıktır ve Kur’ân'dan ne beklediğini bilememektedir. Dolayısıyla, niçin Kur’ân meâli okumak istediğinin cevabını da tam olarak verememektedir. Kişi, öncelikle niçin meâl okuduğunun cevabını açık bir şekilde vermeli, ondan sonra meâl okumaya başlamalıdır.
Okuyucu meâlden umduğu yararı elde etmek istiyorsa yapacağı ikinci iş, isteklerini bir sıraya koymalıdır. Nerden başlayacağını bilmelidir. Bazen insanoğlunun beynine sorular hücum ettiğinde ne yapacağını şaşırır, hatta soruları bile birbirine karıştırır. Sorular birbirine karışınca ister istemez cevaplar da birbirine karışır. Zaten, toplum olarak karışık bir kafa yapısına sahip olmamız bu konudaki işimizi daha da zorlaştırmaktadır. Bu nedenle, öncelikle sorularını önemlerine göre bir sıraya koymalı, cevabını bu sıraya göre aramalıdır. Çünkü bu okuma sonunda elde edeceği şey, bu amaca uygun olacaktır.
Dediğimiz gibi önemli olan muhatap olmaktır. Ancak muhatap olunduğunda, sadece kendisi için okuduğunda ilahi kelam ona açılır.
b) Kur’ân, Allah'ın kulları ile bir konuşmasıdır
Mealler her ne kadar uzman kişiler veya mütercimler tarafından yapılan/hazırlanan Kur'an'ın bir meâli/ tercümesi olsa da, metnin içindekiler, Allah'ın kullarına son mesajından ibarettir. Konuşan mütercimler değil Yüce Yaratıcının kendisidir. Okuyucu da mütercimle değil o mesajın sahibi/kaynağı Allah ile karşı karşıyadır. Okuyucu da aslında O'nu duymakta, O'nu dinlemektedir. Çünkü okuyucu bilmektedir ki dinlediği/dinliyeceği söz/ Allah'ın insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için Resulünün kalbine ilka ettiği mesajın tercümesidir.
Kur’ân'ın bu özelliğini göz önünde bulunduran bir okuyucu; Allah'ın konuşmasının, insanların konuşmasından çok daha anlamlı ve bazı insani zaaflardan beri olduğunu bilir. Çünkü hangi açıdan bakılırsa bakılsın bu metnin hem içerik olarak hem de dizayn ve tertip olarak insanların yazdığı kitaplardan çok farklı olduğunu görür.
Bilir ki (bilmesi gerekir ki); Allah laf olsun diye konuşmaz. Hâşâ O, yalnızlıktan canı sıkıldığı dolayısıyla gönlünü eğlendirmek, kendisini teselli etmek için böyle iş yapıyor da değildir. O, kullarına iş çıkarmak, onları meşgul etmek, yormak, hayatlarını zora sokmak amacıyla da konuşuyor değildir. Böyle bir şey onun ilahlığına yakışmaz. Rabbimiz, yarattığı insanın, kullarının buna ihtiyacı olduğu için, onları önemsediği ve onlardan ümitvar olduğu için, herhangi bir mazeretleri kalmasın diye, kulları ile konuşmaktadır.
Çünkü bu konuşmalar bir hayat vaad etmektedir. Sonu ebedî mutluluk veya ebedî azab olan bir hayat... Bu bilinçle o söze kulak kabartan dinleyiciler/okuyucular o sözleri her okuyuşlarında ve işittiklerinde, o sonu ebedî mutluluk olan hayatı yakalamak için o sözlere pür dikkat kulak kesilirler. Önce o sözün sahibinin kim olduğu ve bu sözlerin hangi amaçla gönderildiği üzerinde yoğunlaşırlar. Böyle bir yaklaşım içerisinde olunduğunda, o sözlerin anlamları ve amacı daha iyi kavranılmış olur.
Çünkü meâl okumaya başlayan veya onu araştırma ve anlama çabasında olan bir insan bilmelidir ki "Allah boş konuşmaz." "Allah boş söz söylemez." "O, oyun ve eğlence peşinde değildir", O kullarını Hakk'a, mutluluğa, barışa çağırmaktadır. O, anlamsız söz söylemez. Söylediği sözlerin her biri mutlaka kulları için bir şeyler ifade etmektedir. Onların dağarcıklarına, gönüllerine, yaşamlarına bir şeyler katmayı, gönüllerini zenginleştirmeyi amaçlamaktadır. Veyahut gönüllerinde veya yaşamlarında bulunan kirleri temizlemek, kalblerdeki kini ve nefreti yok etmek istemektedir. Onları kendine/cennetine yaklaştırmayı arzu etmektedir.
Okuyucu, meâl okumanın bir nevi Allah ile konuşma olduğunun farkına varırsa, bilir ki, kendisini yaratan, kendisini kendisinden daha iyi bilir. Dolayısıyla, o bilir ki; insanoğlunu yaratan yüce Rabbimiz insanoğlu için gerçek mutluluğun ve felaketin ne olduğunu ve nerede bulunduğunu da insanoğlunun kendisinden daha iyi bilir. Böylece okuyucu, nereye çağırıldığını, çağırıldığı yerin kendisi için ne ifade ettiğini, orada kendisini nelerin beklediğini, nelerle karşılaşabileceğini daha iyi kavrar. Okuduğu metnin kendisine neler kazandıracağını, kendisini nelerden, hangi musibetlerden koruyacağını daha iyi görebilir. En azından yolunun açık ve aydınlık olduğunu hisseder. Bu his Rabbine olan güvenini pekiştirir, gönlü daha bir ferah olur ve kendisini mutlu hisseder.
Yine okuyucu bilmelidir ki, Kur’ân meâli okuma işi, sıradan bir kitap okuma değildir. Çünkü Kur’ân'ın sahibi, her şeyin sahibidir. Meâl okuma bir nevi Allah ile konuşma olarak kabul edilirse, her şeyin sahibi ile konuşma kesinlikle herhangi bir konuşma değildir. Allah ile konuşma yani, O'na (O'nun kelâmına) muhatap olma, insanoğlunun hemcinsiyle olan konuşmasına benzemez. Bunu günlük hayatımızda, insanlarla olan ilişkilerimizde bile, bir şekilde görüyoruz.
Örneğin; sıradan bir insanla konuşmamızla, gerçekten âlim bir insan ile konuşmamız veya rastgele birisini dinlememiz ile saygın, âlim bir insanı dinlememiz arasında bir fark yok mudur? Nasıl ki, âlimi pür dikkat dinliyor, kunuştuğunun her bir kelimesini kaçırmamaya özen gösteriyor, soru sorarken veya karşısında otururken saygıda kusur etmemeye, en azından ukalâlık yapmamaya çalışıyorsak, Rabbimizin kelâmı karşısındaki durumumuz da en azından böyle olmalıdır. Rabbimizin kelâmını, meâli de olsa okurken veya dinlerken elbette, bir âlime gösterilen özen, dikkat ve saygının daha fazlasını göstermek durumundayız. Âlimin söyleyeceği şey, her zaman bizi ilgilendirmeye de bilir. Bizim günlük problemlerimizle ilgili olmayabilir. Hatta yanlış şeyler de söyleyebilir. Ancak, Rabbimizin sözü böyle midir? O'nda eksik ve kusur bulunur mu? Bizi yaratanın her sözünün bizimle bir şekilde ilgisinin olduğunu düşünürsek, göstermemiz gereken özen, dikkat ve saygının ne anlama geldiğini daha iyi anlamış oluruz.
Allah'ın kelâmını okumak diğer kitapları okumaktan çok farklıdır. Asıl bu nedenle, Allah'ın kelâmını okurken veya dinlerken edepli ve saygılı olmak, onu anlamak için bütün gayretimizi ve birikimimizi sarfetmek durumundayız. Asıl bu nedenle, O'nu okurken veya dinlerken laubâlilikten uzak durmak, oturmamızdan kalkmamıza, her hareketimize dikkat etmek, bütün benliğimizle ona yönelmek durumundayız.. Kişinin kendi yaratıcısı, sahibi ve her şeyin mâliki olan Allah ile Meal okuyarak bir nevi sohbet etmesi (tek taraflı da olsa) sanırız nimetlerin en büyüğüdür.
Bu nimetin farkına vararak anladığını uygulamaya geçiren okuyucu, Allah'tan kuluna doğru, tek taraflı olan konuşmayı, böylece (dinlediklerini uygulamasıyla) kulundan Allah'a doğru çevirerek çift taraflı bir konuşmaya dönüştürmüş olur. Böylece vahiy de sadece bir söz olmaktan çıkıp yaşam biçimine, bir örnekliğe (usvetü’l-hasene’ye) dönüşür. Kur’ân meâli okuyan insan okuduğu şeyin anlamını bilip, bildiği ile amel ettiğinde, kısacası Kur’ân meâlini okuyanlar birer canlı Kur’ân olduklarında, iki dünyalarını da mutlu ve ma'mur etmiş olurlar.
"Kur’ân okunuyorken ona kulak verin, sesinizi/konuşmanızı kesip onu dinleyin ki, (Allah'ın) esirgemesi ile kuşatılasınız." (7/204) ayeti de benzer şeyleri ilham etmiyor mu?
c) Meâl, Kur’ân değildir; Kur’ân'ın bir tercümesidir
Arapça bilmeyen birisinin Kur’an ile muhataplığı doğal olarak mealler ile olacağı için muhatabın meali algılama biçimi, ilahi kelam ile iletişim kurması yönünde yeni bir engel oluşturabilir. Bu engelin aşılması veya mealin kendisinin bir engel oluşturmaması için, öncelikle mealin, Kur'an'ın bir tercümesi olsa da, Kur’an olmadığını bilmesi gerekir. Çünkü meal, belli niteliklere sahip de olsa bir beşerin/meali hazırlayanın eksik veya fazla ilahi kelamdan anladıklarının birebir aktarımıdır. İşte kişi Meal okumadan önce, okuyacağı metnin, Kur’an’ın mesajını tam olarak yansıtamayabileceğini, metnin içinde meali yapanın yetkinlik derecesine göre bazı eksiklik ve fazlalıkların olabileceğini hesaba katması gerekir. Üstelik bu durum, sadece Kur’ân ve tercümeleri için değil, her kitap ve tercümesi için de söz konusudur.
Bu nedenle, okuyucu, öncelikli olarak Kur’ân ve meâl farkını bilmek durumundadır. Birisi, yani, Kur’ân; tümüyle Allah'ın Arapça olarak gönderdiği kelâmının, Arapça harflerle resmedilmiş, yazıya geçirilmiş şeklidir. Başka bir deyişle, Peygamber Efendimizin Allah'tan aldığı(İlahî Kelâm)nın yazıya geçirilmiş şeklidir. Peygamberimiz dâhil hiçbir kulun sözü ve yorumu, bu kelâm içine karışmamıştır. Şu veya bu vasıta ile de olsa kitap haline getirildikten sonra herhangi bir değişikliğe uğramadan günümüze (bize) kadar ulaşmıştır .
Diğeri (meâl) ise, sayılan özelliklere sahip bir metnin, bir aracı/mütercim/uzman tarafından başka bir dile aktarılmış şeklidir. Üstelik bu işlemler yüzlerce yıl sonra ve aslının sözel bir metin olduğu hesaba katılmadan, yazıya geçirilmiş metin üzerinden yapılmıştır. Hemen hemen bütün diller için yapılan çeviriler, sözel metnin imkânlarının ne olabileceği araştırılmadan, yazılı metnin imkânları çerçevesinde ele alınmıştır. Bu meallerin, asıl metnin ne kadarını yansıttığı sorunubiraz da mütercimin birikimi ile ilgilidir. Bütün teknik şartlar yerine getirilse bile, yazar bunun ne kadarını ifade edebilmiştir? Bunu tam olarak bilemeyiz.
Bu nedenle, hiçbir meâl, Kur’ân değildir. Çünkü meâller; kişilerin çaba ve gayretleriyle, onların birikimleri oranında, bu değişmemiş Allah kelâmını kendi dillerine kazandırma olayıdır. Kişiler bunu hazırlarken, bilerek veya bilmeyerek pekçok şeyin etkisinde kalmış olabilirler. Mütercimler, yılların birikimiyle oluşmuş egemen anlayış ve kültürlerin etkisi ile birçok konuyu indiği dönemdekinden farklı biçimde algılayıp, meâllerine de o şekilde yansıtabilirler. Yetiştikleri çevre, aldıkları eğitim, sahip oldukları kültür onları belli bir anlayışa doğru yönlendirebilir veya kişisel birikimleri yeterli olmayabilir; bu nedenle de bazı konuları ve kelimelerin anlamlarını hazırladığı meâle yeteri kadar yansıtamamış olabilirler.
Sonuçta, bu meâli bir veya birkaç insan hazırlamıştır. Dolayısıyla, ortaya çıkan önemli ölçüde mütercimin veya mütercimlerin anlayışını, bilgi birikimini veya bakış açısını yansıtacaktır/yansıtmaktadır. Ayrıca mütercimlerin bir insan olması nedeniyle meâllerde mütercimden kaynaklanan birçok eksik, hata ve çelişkinin olması uzak bir ihtimal değildir. Meâllerde bu durumların mevcut olması Kur’ân açısından bir eksiklik oluşturmaz.
Okunan şeyin, bir Kur’ân meâli olduğu bilinirse, anlaşılmaz gibi gelen, çelişkili gibi görülen veya mantıksız bulunan bazı cümlelerin, ya mütercimlerden ya da okuyucunun sahip olduğu anlayıştan, onun bilgi birikiminden, bilgilenme şeklinden (yani, okuyucudan kaynaklanan eksiklikten) kaynaklanabileceğini düşünerek, daha derinlemesine bir soruştuma ve araştırmaya girilebilir. Konu ile ilgili başka meâllere veya tefsirlere bakabilir. Veya Kur’ân üzerinde çalışması olan insanlara sorabilir. En azından "Allah böyle buyurmuş" deyip, kestirip atmaz. Allah adına konuşmaya kalkışmaz. O konuyu anlamak için daha derinlemesine bir çabanın içerisine girebilir. O konuyu anlamak için daha çok çalışır, daha çok araştırır. Aceleyle hüküm verilmez.
d) Kur’ân miladî 610-632 yılları arasında nâzil olmuştur
Bilinmesi gereken başka bir konu da, Kur’an’ın miladi 610 ile 632 yılları arasında 23 yıllık bir süreç içerisinde, yani yaklaşık 1500 yıl öncesinde Mekke ve çevresinde yaşayan ve Arapça konuşan bir topluma nazıl olduğudur. Bu farkındalık; Kur’an'ın, bugün ve bugünün dünyasına nazil olmadığının anlaşılmasını sağlar.
Bu nedenle, mealler, Kur’an’ın dilinin, verdiği örneklerin, tanım ve tanımlamalarının o dönem ve o coğrafya kültürü ile yakından ilişkisi olduğunun bilinci ile okunması gerekiyor. İmkânı varsa bu dönem ile ilgili bilgi edinmesi işini kolaylaştıracaktır.
Kur’ân bugün nazil olmamıştır demek; Kur’ân'ın ilk muhatapları biz değiliz demektir. Biz Arapça konuşmadığımıza göre, Kur’ân'ın nazil olduğu dil, ana dilimizden, yani, konuştuğumuz dilden farklıdır demektir. Yaşadığımız coğrafya esas alındığında, Kur’ân'ın indiği ortam, bizim içinde bulunduğumuz ortamdan çok farklıdır demektir. Şu an sahip olduğumuz değerler, yaşam biçimimiz, kültür ve geleneklerimiz göz önünde bulundurulduğunda veya olaya bu pencereden bakıldığında, Kur’ân bizim kültürümüzü, gelenek ve göreneklerimizi, alışkanlıklarımızı, iklim ve coğrafyadan kaynaklanan bölgesel özelliklerimizi yansıtmıyor demektir. Kur’ân'ın belli bir dönemde, belli bir bölgeye ve o bölgedeki insanlara ilk defa hitap etmek üzere geldiği ve bu insanların dilini, geleneklerini, kutsallarını, alışkanlıklarını, dünya görüşlerini, kültürlerini kısacası o dönemin gündemini yansıtıyor, bunları tartışıyor demektir.
Meâl okunmaya başlandığında görülecektir ki; Kur’ân'da birçok isim geçmektedir. Hayvan isimleri, dağ isimleri, meyveler, ağaçlar, bazı bitkiler vs... Belki de birçok bölgenin insanı bu sayılanları görmemiş, duymamıştır. Belki de isimlerle ilk defa Kur’ân meâli okurken karşılaşıyorlardır. Dolayısıyla, bu isimlerin, o insanların kafasında bir karşılığı yoktur. Beyninde bir karşılığı olmadığı için hayatında bir anlamı ve önemi de yoktur. Oysa Kur’ân'ın ilk muhatapları için durum hiç de böyle değildir. Bu sayılan şeyler, o insanlar için belki de hayatî öneme haiz şeylerdir.
Bu nedenle, dile getirilen şeylerle, verilen örneklerle muhataplar arasında doğrudan bir ilişki sözkonusudur. Bu nedenle, okuyucu, kendi hayatına bakarak karar vermemelidir. Kendi hayatında önemi olmayan bir ismin, örneğin çok önemsiz bir bitkinin, Kur’ân'ın ilk muhatabının hayatında, dolayısıyla, Kur’ân'ın anlatımı içerisinde, mesajın muhataba doğru ulaştırılmasında önemli bir yeri olabilir. Örneğin, bir hurma, bir deve, hatta bir zakkum bitkisi bizim için bir anlam ifade etmeyebilir. Ancak bunların ilk muhatapların hayatlarında önemli ve anlamlı bir karşılığı vardır. Örneklerin sunulmasında, mesajların verilmesinde ve bunların muhataplar tarafından algılanmasında bu tür kelimeler köprü vazifesi görürler. Çünkü anlamların ayrıntıları çok zaman bu kelimelerin kendisinde gizlidir. Aynı şekilde mesaja aidiyat ve onu sahiplenme kısmı da yine bu kelimelerle sağlanır. Pekçok âyette konunun önemi ile verilen örneklerin o toplumdaki önemi ve yeri doğru orantılıdır. Okuyucu, bu inceliği hesaba katmak durumundadır.
Günümüzde Müslüman okuyucu, okuduğu metne saygısından dolayı Kur’ân'da adı geçen her şeyi kutsal kabul etme eğilimindedir. Zikredilen birçok isim ve kelime ilk muhatapların hayatlarında önemli bir yere sahip olabilir, fakat bu isimlere Kur’ân tarafından bir kutsallık atfedilmemektedir. Bu sadece Kur’ân açısından değil, ilk muhataplar açısından da böyledir. Örneğin, Kur’ân'daki yer, hayvan, yiyecek, bitki örtüsü isimleri hep bu bölgeye ait isimlerdir. Bu isimlerin Kur’ân'da yer alıyor olması, sayılanların ve benzerlerinin kutsal olduğu anlamına gelmemektedir. Bu isimlerin Kur’ân'da geçiyor olması nedeniyle onları, daha değerli, seçilmiş, kutsanmış nimetler olarak kabul etmemiz gerekmez. Hz. Ömer gibi sahabelerin ileri gelenlerinin, bu eğilimler karşısındaki sert tutumu herkesin malumudur. Bu yerel isimler, Kur’ân'ın indiği dönemin ve o mekânın birer fon olarak seçilmiş olmasının sonucudur. Allah, o mekânlardaki insanlara, o mekânlardaki malzemeleri kullanarak seslenmiştir.
e)Arap dili, Kültürü ve Tarihi Hakkında Bilgi Sahibi Olmak
Kur’ân'ın anlaşılabilmesi sorunu ister istemez Arapça’nın özelliklerini ve yapısını da kendiliğinden gündeme getiriyor. Kur’ân'ın gereği gibi anlaşılması açısından Arapça öğrenmenin gerekliliği şüphesiz tartışılmaz; ancak, Kur’ân meâli okumak isteyen birinin böyle bir zorunluluğu bulunmamakla birlikte, bu dilin gerisinde yatan veya başka bir deyişle, bu dilin üstüne oturduğu kültürü yakından tanıması, okuduğu metnin arka planını görmesi açısından büyük yararlar sağlayacaktır. Çünkü bir dil, sahip olduğu kültür üzerinde gelişip yayılıyor. Özellikle terimler ve kavramlar, o toplumun kültürünün ve anlayışının bir yansıması olarak ortaya çıkıyor. Bir noktada diller, toplumların aynaları sayılırlar; dillere bakılarak o toplumlar hakkında bilgi edinmek mümkün olabilir.
Kur’ân meâli okuyan insanların, aynı zamanda, o dönemin gündemini ve sosyo-politik ve sosyo-ekonomik durumlarını da öğreniyor olduklarını unutmamaları gerekir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm bir defada nâzil olmuş (hepsi toptan gelmiş) bir kitap değildir. Yirmi üç yıllık bir zaman dilimine yayılarak nazil olmuştur. Dolayısıyla, bu zaman dilimi içerisinde meydana gelmiş birçok olayın izlerini Kur’ân metninde görmemiz mümkündür. Savaşlar, kabileler arası ilişkiler, Ehli Kitâb’ın ve münâfıkların tavrı, Müslümanların içinde bulundukları durum vs... pekçok konu Kur’ân'ın nüzul seyrine uygun olarak içerisinde kendisine bir yer bulmuştur.
Bu örneklerle, Kur’ân'ın yaşanan hayatla ne kadar içli dışlı olduğu gösterilmiş ve bugün için bazı örneklikler sunulmuştur. Ayrıca Meâli okuyacak insanın aynı zamanda, bir dönemin tarihîni de okuyacak olduğunu bilmesi gerekir. Okuyucu, Kur’ân meâli okurken kendi tarihîni gözden geçirmeyi, yaşadığı hayatı ve olayları sorgulamayı, kısacası okuduklarından kendi adına bazı dersler çıkarmayı da unutmamalıdır.
Kur’ân, Arapça konuşan bir topluma inmiştir ve Kur’ân'la ilk defa bu insanlar muhatap olmuşlardır. Bu toplumun da -her toplumda olduğu gibi- kendine özgü anlayışları, inançları ve yaşama biçimleri vardı. Bazı toplumlarla benzeşen ve benzeşmeyen, yalnızca kendilerine özgü yanları vardı. Bazı toplumları etkilemişler ve bazı toplumlar tarafından da etkilenmişlerdi. Özellikle şehirlerde ve büyük yerleşim merkezlerinde yaşayanlar bu tür etkilere daha açık haldeydiler. Özellikle Yahudi ve Hiristiyanlarla birlikte yaşıyorlardı. Kur'an da öncelikle bu yerleşim bölgelerindeki insanları muhatap kabul ediyordu.
Kur’ân, indiği toplumun dilini ve kültürünü hesaba kattığı, bu insanları muhatap kabul ettiği içindir ki, Arapça olarak vahyedilmiştir. Mekke ve çevresinde yaşayanların olumlu anlayış, gelenek ve uygulamaları Kur’ân tarafından da benimsenmiş, örneğin, hacc, kurban, namaz vs. gibi bazı uygulamaları dinin ilkeleri haline getirmiştir. Aynı şekilde yanlış bulduğu pek çok inanç, anlayış ve uygulamayı da eddetmiştir. Bu red ve kabuller, Kur’ân'ın muhatabını, dolayısıyla onun kültür ve geleneğini önemsediğinin bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Bu nedenle günümüz meal okuyucusunun bunları bilmesi, mesajı doğru algılamasında kendisine önemli katkılar sağlayacaktır.
f) Diller canlılar gibidir, gelişirler ve ölürler
Meal okumaya karar veren kişi bilmelidir ki, Kur’an, yeryüzündeki dillerden bir dil, üstelik o dönemde pek gelişmemiş bir dil olan Arapça ile nazıl olmuştur. Allah mesajını insanlığa bu kez bu dil üzerinden göndermiş ve Arapçanın gelişmiş ve uluslararası dil olmasını sağlamıştır. Arapça bu sayede serpilip gelişmiştir. Kur'an sayesinde kendi havzasının dışına taşmış, insanların en çok öğrenmek istedikleri bir dil haline gelmiştir.
Tüm diller böyledir bir vesile ile gelişir veya gerilerler. Tıpkı bir canlı organizma gibi doğar, gelişir ve ölürler. Yani zaman içerisinde hem kelimelerin içeriğinde, anlamında hem de görüntüsünde, resminde bazı değişikliklere uğrarlar. Bir dil olarak elbette Arapça da böyle bir süreç yaşamış, pek çok yeni kelime kazanmanın yanında, mevcut kelimeleri de anlam, teleffuz ve şekil/yazım değişikliklerine maruz kalmıştır. İşte bu durum, Kur'an metnini anlama konusunda bazı temel ve önemli sorunlar yaşamamıza neden olmuştur.
Bu nedenle meâl okuyucusu, dilin bir canlı organizma gibi olduğunu, bir canlı gibi gelişip gerilediğini, şartlara göre değiştiğini, şartlar değiştikçe, dilin sahip olduğu kelimelerin zaman içerisinde yeni anlamlar kazandığını da düşünmelidir.
Kur’ân'ın sadece bir dönemin sorunları ile ilgilenmek üzere ve sadece bir yörenin insanına, belli bir zaman dilimi içerisinde seslenmek kaydı-şartıyla gelmediği fikri doğrudur. Ancak, Kur’ân'ın, Hz. Muhammed'e miladî 610'da nazil olmaya başladığı ve bu nüzul'un 632'de sona erdiği de başka bir doğrudur. Bunun ne anlama geldiğini az önce değerlendirdik. Kur’ân'ın mesajının (içeriğinin) evrensel olması, bu mesajın bir aracı olan dilin de evrensel olduğu anlamına gelmez. Çünkü tarihin hiçbir döneminde böyle bir dil mevcut olmamıştır.
Dil, insanlar ile iletişim kurmanın yegâne yoludur. Dili, dil yapan; semboller, işaretler, sesler vs.’dir. İnsanoğluna bu aracı veren de Rabbimizin kendisidir. Rabbimizin insanoğluna tanışsınlar, anlaşsınlar diye verdiği bu diller zaman içerisinde değişime uğramaktadır. Bu da Rabbimizin dilemesinin bir sonucudur. Dolayısıyla, İlahî Kelâm'ın mesajının evrensel ve zaman üstü olması, onu insanlara ulaştıran araçın/dilin de evrensel olması anlamına gelmez. Dil olma, yani, bir anlaşma aracı olması açısından bütün diller aynı yasalara tabidir. Bu anlamda hiçbir dilin diğerine üstünlüğü yoktur. Dillerin gelişmişliği, büyüklüğü veya küçüklüğü, sahip olduğu kelimelerin azlığı veya çokluğu, onu kullanan toplumların güçlülüğü veya zayıflığı ile medenî veya bedevî olduklarıyla doğrudan ilişkilidir.
Kur’ân mesajının değişmemiş ve değişmeyecek olması, Kur’ân'ın topluma ulaşmasında aracı olarak kullandığı Arapça kelimelerin, bugün de hâlâ aynı (Kur’ân'ın indiği dönemdeki ilk) anlamlarını koruduğu anlamına gelmez. Aynı şekilde Kur’ân'ın bir "İlâhî Kelâm" olmasından, bu İlâhî Kelâm'ın, Rabbimizin diller için koyduğu temel yasalara uymayacağı, bu yasaların üstünde olacağı anlamını çıkaramayız. Rabbimiz dileseydi diller üstü bir dil, kültürler üstü bir dil ve bu dilleri anlayacak bir toplum yaratır, kitaplarını/vahiylerini o dilde gönderebilirdi. Ancak O, böyle dilemedi. Böyle bir dil var etmedi. İradesi şu anki var oluş üzerine tecelli etti. Bilindiği gibi O, önceki vahiylerini farklı dillerde, farklı toplumlara göndermiş, bir anlamda dillerin bir birinden farklı olmadığına da işaret etmiştir.
Bu nedenle, günümüzde Arapça kelimelere yüklenen anlamların, onların görüntülerinin, hatta harflerin bazı şekilsel değişikliklere uğramadığını söyleyemeyiz. Diller de insanlar gibidirler yaşar ve ölürler. İnsanoğluna düşen, eğer, o metni derinlemesine anlamak istiyorlarsa, anlamak istedikleri metni, dillerdeki bu değişimi ve gelişimi hesaba katarak okumaya çalışmak, kelime ve kavramların ilk anlamlarına ulaşmaya gayret etmek olmalıdır.
Çünkü Kur’ân'ın belli bir dönem kesitinde belli bir dil ile indiği ve üzerinden de yaklaşık bin beş yüz yıl gibi bir zaman dilimi geçtiği göz önünde bulundurulursa, böyle uzun bir dönemde, birçok dilin başına gelen durumun, (yani, dildeki değişimlerin, kelimelerin yeni yeni anlamlar kazanmasının) Kur’ân'ın kullandığı dilin başına da gelebileceğinin bilinmesinin birçok faydaları vardır. Örneğin, bir terimin, bir kelimenin ilk anlamının bugün konuşulan, meâlde kullanılan anlamından farklı olabileceğinin bilinmesi düşüncelerin kemikleşmesine engel olur. Meâl okuyan kişi, kendisine çelişki gibi gelen pekçok şeyin bu anlam kaymalarından kaynaklanabileceğini düşünebilir. Böylece gerçek anlamını bulmak için bir çaba ve gayretin içerisine girer. En azından önyargılı olmaz. Ulaştığı sonuçları kesin doğrular olarak algılayıp, farklı şekilde anlayanları peşinen mahkûm etmez. Müslümanların arasında bir hoşgörü ortamının oluşmasına da katkıda bulunabilir.
g) Mütercimler hata yapabilir veya ön yargılı davranabilirler
Okuyucu Meal okurken karşılaştığı sıkıntıların önemli bir kısmının, mütercimlerin özel durumlarıyla ilgili olduğunu hesaba katmalıdır. Çünkü hata yapmak, insanoğlunun eti kemiği gibi bir şeydir. İnsanın olduğu yerde, hatanın, eksikliğin olmaması sözkonusu olamaz. Hata ve eksiklik insanın, insan olma özelliğinin bir parçasıdır. Ancak, yüce Rabbimiz, hata ve eksikliklerden münezzehtir. Konuya bu açıdan yaklaşıldığında, meâli hazırlayanların insan olduğu düşünüldüğünde, başka hiçbir zaaf aranmasa dahi, sadece bu zaaf, meâllerde bazı hata ve eksikliklerin olabileceğinin işareti sayılabilir.
Meâlleri yapanların insan olma zaaflarına bir de, tarihten devraldığımız bakış açısı, kültürel miras ve içinde yaşadığımız şartlar eklenince, insanların olması gerekenden farklı şekilde yönlenmeleri söz konusu olabilir. Bu olgular insanlarda bazı ön yargılar oluşturabilir. Bu ön yargılar, bazı tarihî olayları olduğundan farklı yorumlamamıza, bazı kelime ve terimleri bu yönlendirmenin ışığında anlamamıza neden olabilir. Kısacası bu önyargılar mütercimlerin şahsında herhangi bir kelime ve terimin anlamı ve yorumu olarak meâllere yansıyabilir. Bu nedenle, Kur’ân meâllerindeki insan unsurunun göz önünde bulundurulması okuyucuyu teyakkuz halinde bulunduracağından, bazı yanlışların fark edilmesini sağlayabilir.
Aynı şekilde Müslümanlar da diğer insanlar gibi hatadan berî değillerdir. Bu nedenle, bir Müslümanın yapmaması gerekir dediğimiz birçok şeyi, Müslümanlar ilk yıllardan bu yana yapagelmektedirler. Bu anlamda Müslümanların tarihi de, diğer toplumların tarihinden çok da farklı değildir. Bu açıdan bakıldığında, Müslümanların yaşadığı tarih, birçok siyasî ve fikrî çatışmaların olduğu, kanlı çarpışmaların, savaşların cereyan ettiği bir tarih olarak da algılanabilir. Çok gerilere gitmeye gerek yok, bugün de benzer şeyleri yaşamıyor muyuz? Tarihte de her grubun kendini haklı göstermek için Kur’ân'da destek arama çabalarına girdiğine şahit oluyoruz. Bu mücadele belki her zaman, Muâviye'nin yaptığı gibi, mızrakların ucuna Kur’ân âyetlerinin yazıldığı sahifeleri takacak kadar ileri gitmiyordur; ama her zaman, Müslümanlar kendilerini haklı çıkarmak için Kur’ân âyetlerinin arkasına gizlenegelmişlerdir. Bugün bu tür çabaların yansımalarını tefsir ve meallerda maalesef görüyoruz.
Meâli hazırlayan kişi, ne kadar titiz olursa olsun bu anlayışların etkisinde kalabilir. Bu anlayışını doğal olarak hazırladığı meâle de yansıtabilir. Bunun örneklerini mevcut birçok meâl ve tefsirde görebiliyoruz. Örneğin, bir şefâat, bir hikmet, bir fısk, bir âyet (mucize), vahy teriminin anlamı oldukça değişmiş olarak meâl ve tefsirlermizde yer alabilmiştir. Biz de, bu ve benzer kelime ve terimleri bu değişik anlamlarıyla okuyup anlamakta, belki de bir başkasına aktarmaktayız. Tüm bu tartışmaların yaşanmış olması, hâlâ da yaşanıyor olması, Kur’ân'ı anlamak ve yaşamak isteyen insanları oldukça düşündürmesi gerekir. Özellikle meâl okuyucusu bu konuda daha dikkatli davranmak durumundadır.
Meâllerde; yaşanan olayların ve tarihî mirasın, mütercimler üzerindeki yönlendirici etkisinin yanında; mütercimlerin, tercüme ettikleri metne, metnin içeriğine hâkim olamamalarından, dilin inceliklerini kavrayamamalarından veya metni kendi dilinde (tercüme dilinde) yeteri kadar ifade edememelerinden kaynaklanan sorunlar da mevcuttur. Bu sorunlar, aynı zamanda, mütercimin, kelime ve terimlerin ilk anlamlarına ulaşmalarına da engel teşkil etmektedir. Bu nedenle, birçok mütercim, kelimelerin sonradan kazandıkları anlamlarından yola çıkarak meâl hazırlamaktadır. Bu da okuyucunun Kur’ân'ın mesajından gereği gibi istifade edememesine neden olmaktadır.
Bilindiği gibi tarihimizde birçok siyasî ve sosyal hadiseler meydana gelmiş, bu hadiselerin kültürümüz üzerinde olumlu veya olumsuz pekçok etkisi olmuştur. Mütercimlerin önemli bir kısmı bu olayları yeteri kadar tahlil edemedikleri anlaşılmakadır. Böyle olunca bu insanların, kelimelerin bu siyasî ve fikrî olayların etkisiyle kazandıkları yeni anlamlarına göre meâl yapıyor olmaları uzak bir ihtimal değildir. Genellikle bu şekilde hazırlanmış meâllerle karşı karşıya kalan okuyucu da kelime ve terimleri, dolayısıyla, âyetleri sonradan kazandıkları anlamlarıyla öğrenme durumunda kalıyorlar. Böylece âyetlerin zaman içerisinde kazandıkları bu yeni anlamlar, okuyucu tarafından asıl anlamlar olarak algılanıyor. Kur’ân meâli okuyucusu olarak bizler de düşüncemizi, bu sonradan kazanılmış anlamlara göre temellendirip dizayn ediyoruz. İnancımızı anladığımıza göre şekillendiriyoruz. Eğer, tarihteki bu hadiselerin varlığını ve bunların dil üzerindeki etkisini kabul eder, dildeki bu değişimin Kur’ân meâlleri ve tefsirlerine etkisinin ve yansıma ihtimalinin az olmadığını bilirsek, ulaştığımız sonuçları daha ihtiyatlı değerlendirir, daha sağlıklı sonuçlara ulaşma şansını da elde edebiliriz.
Tarihten gelen problemler sadece kelime ve terimlerin yeni anlamlar kazanmasıyla sınırlı değildir. Kur’ân'da olmayan pekçok konu, Kur’ân'da işleniyormuş, konu ediliyormuş gibi meâl ve tefsirlerde yer almaktadır. Kur'an'ın dile getirmediği bazı konular, meâllerde açık bir şekilde ifade edilmekle beraber, bazı konular da dolaylı olarak (parantez içi ifadeler ve açıklamalarla) dile getirilmektedir. Bazı konular ise dipnotlar düşülerek ifade ediliyor. Bu da, birçok okuyucunun kafasında yer ediyor, okuyucular da bu âyetleri çok zaman o bağlamda anlıyorlar. Sonuçta okuyucu, o konuları Kur’ân'ın bir parçası sanıyor. Gerek açıkça meâllerde ifade edilen, gerekse okuyucunun zihin yanılsaması sonucu öyle algılanan pekçok konu, bugün neredeyse Kur’ân'ın temel konusuymuş gibi karşımıza çıkmaktadır. Bir gayr-i metluv vahy, bir kabir azabı, bir şefâat, bir mirâc, bir Ramazan orucunda keffâret, bir kerâmet, bir mucize vs... gibi konular bunlara örnek olarak verilebilir. Bu konuların içeriğini bilmese, bu alandaki ihtilafların varlıgından haberdar olmak bile, okuyucuya büyük kolaylıklar sağlayacak ve içinde araştırma arzusunun doğmasına neden olabilecektir.
h) Dillerdeki Üslup ve İfade Biçimlerinin Önemi
Okuyucunun farkında olması gereken konulardan birisi de dillerdeki ifade biçimlerinin ve üslup yapılarının onun anlam dünyasını kavramada önemli etkisi olduğudur. Kur’an’ın kendine özgü ifade biçimleri ve anlatım yöntemleri bulunsa da bunların indiği dilin ve genel dil kurallarının yapısı ile uyumlu bir şekilde oluştuğunu bilmesi gerekir.
Kur’an’ın öncelikle dini bir metin olduğu hesaba katılırsa, dini metinlerin genellikle sembolik ifadelerle yüklü olduğu ve bunların özel karşılıklarının/ anlamlarının bulunduğunun da bilinmesi gerekir. Örneğin gayb/görünmeyen/bilinmeyen âlemi ile ilgili anlatımlar, doğal olarak şehadet/görünen/bilinen âlemi ile ilgili anlatımlardan farklı olacaktır.
Bütün diller kendilerini edebî teknik, üslup ve ifade biçimleriyle ayakta tutarlar. Meramını ve mesajını bu teknikleri kullanarak ifade ederler. Kur’ân da, Arap lisanı üzere gelen bir kitap olarak, mesajını (Arapça’nın yapısına uygun) bu teknik ve yöntemlerle insanlara ulaştırmaktadır. Bir dilde kullanılan teknik ve yöntemler aşağı yukarı bütün dillerde birbirine benzerdir. Bu anlamda Arapların kullandığı ifade biçimleri teknik ve yöntemler bir başka dilde kullanılandan çok farklı değildir. Bu ortak özellik aslında, hangi dili konuşursa konuşsun insanoğlunun ortak özelliğidir. Aynı zamanda, bu ortak özellikler dillerin birbiri ile alış verişine de imkân verir. Çünkü diller bu özellikler üzerine bina edilirler. Bu nedenle, biz çevremize ana dilimiz ve onun anlatım usulleri penceresinden bakarız. Evreni ve eşyayı bu pencereden bakarak algılarız, hatta adlandırırız. Dolayısıyla, bir şeyi ilk defa isimlendirirken veya bir olayı yorumlarken ana dilimizin kültürel arka planı ve anlam örgüsünün etkisinde kalırız. Farkında olarak veya olmayarak bu kelimeleri dilimizin kurgusu ve anlam örgüsü içerisinde ifade ederiz.
Kur’ân'ın öncelikli meselesi, muhataplarının zihinlerinde ve yaşantılarında sağlıklı bir Allah anlayışının yerleşmesini sağlamaktır. Ancak, O, bunun sağlıklı bir âhiret anlayışı ile birlikte mümkün olacağını söyler. Allah ve âhiret, hem bir kavram olarak hem de inanç ve anlayış olarak, gayb alanına girer. Bu konular gayb alanına girdiği içindir ki, imanın en temel esaslarıdır. Müşahade edilmez; ancak, inanılır. Tam olarak idrak edilemeyen şeye imanın önemine binaen Rabbimiz; "Onlar ki, insan idrakini aşa(n olguların varlığı)na (gayb) inanırlar" (2/3) demektedir. Allah ve âhiret, şehâdet (görülebilir) âleminin değil, gayb (insan idrakini aşan) âleminin konularıdır.
Her âlemin/alanın kendisine göre, kendisini ifade edecek usul ve yöntemleri vardır. Bu nedenle, şehâdet âleminden farklı olarak gayb âlemine ait konuların anlatım biçimleri, kullanılan usul ve yöntemleri de kendine özgüdür. Bu nedenle, insanoğlunun algılama alanı dışındaki bir konunun anlatımı, algılama alanı içindeki bir konunun anlatımından oldukça farklıdır. Günlük dildeki ifade biçimleri ile bunları ifade etmek mümkün olmamaktadır. Gayb âlemindeki bir cehennem tasviri elbette, bir yoksulun, bir mazlumun halini tasvirden farklı olacaktır.
Gayb âleminin anlatımı sembollerle, tasvirlerle, mecazlarla, teşbihlerle ifade edilir. Çünkü bunlar dolaylı anlatımın olmazsa olmaz teknikleridirler. İlâhî olsun, beşerî olsun bütün metinlerde veya anlatımlarda gaybi olan konular için benzer yöntemler kullanılır. Bir şiirde, bir fantastik çalışmada bunları yoğun bir şekilde görmemiz mümkündür. Nitekim gayb haberlerinin/anlatımlarının çok yoğun olduğu Kur’ân-ı Kerîm’de de böyle bir dil kullanılmıştır. Kur’ân, bu açıdan ilginç bir örneklik sergilemektedir.
Bu nedenle, meâl okumaya karar vermiş bir insanın kendi dilinde kullanılan edebî teknik, yöntem ve usullerden haberdar olması gerekir. Çünkü kendi dilinde kullanılan yöntem, usul ve teknikleri bilmesi meâli anlamasını kolaylaştıracaktır. Çünkü ana dilinde kullandığı bu yöntem ve tekniklerin bir benzeri de Kur’ân'da kullanılmaktadır. Meâli yapan kişi, bu teknikleri şu veya bu oranda meâle yansıtır. Meâli hazırlayan bunu aktarmakta başarısız olsa bile, bu yöntemlerin nerede nasıl kullanılacağını bilen bir okuyucu, bu anlatımların kullanılabileceği bölümleri fark edip, daha dikkatli okur ve vermek istenen mesajı almaya çalışır. Bu yöntem ve teknikleri bilen bir okuyucu, metnin bu özelliğini yakalamakta zorlanmaz. Türkçe’deki dil tekniklerini bilen bir kimse, Kur’ân'da kullanılan dil ve anlatım tekniklerine ve yöntemlerine kolaylıkla âşina olabilir. Konu ile ilgili birçok örneği Kur’ân'da bulunca, meâli sıradan insanların da anlayabileceğini, yararlanabileceğini görerek kendine güveni artar.
ı) Kur’ân Bildik Kitaplara Benzemez
Günümüz okuyucusunun kafasında bir kitap imajı/anlayışı vardır. Bu imaj kafasında "kitap" ismi ile birlikte oluşur. Öncelikle kitabın bir yazarı, işlediği bir konusu vardır. Bunun dışında kitabı kitap yapan birçok kural mevcuttur. Kitap ismi dendiğinde okuyucunun kafasında bunların hepsi birlikte belirir. Bir kitap, bu imajı ne kadar iyi yansıtıyorsa o kadar kitaptır; yani, o kadar başarılı kabul edilir. Ancak, bu hazır imaj Kur’ân meâli okuyucusu için büyük bir dezavantaja dönüşür. Bu açıdan meâl okuyucusunun çok dikkatli olması gerekir. Okuduğu metin, yazarı herhangi bir insan olan bir kitap değildir. Aynı zamanda, yalnızca belirlenmiş bir konuyu da anlatmaz. Bu nedenle, okuduğu Kur’ân meâli hiçbir kitaba benzemez. Bu kitabı okurken hazır şablonlarının hiçbirisinin, bu kitapta karşısına çıkmayabileceğini peşinen hesap etmesi gerekir.
Günümüzde yazılan kitaplar genelde bir konu çerçevesinde oluşur. O konu yazarının becerisine göre işlenir. Kitabın başlıkları vardır, alt başlıkları vardır. Hatta dipnotları vardır. Konular belli bir sıra ve kronoloji içerisinde işlenir. Okuyucu, kitap hakkında bilgi edinsin diye "içindekiler" kitabın başında veya sonunda gösterilir. Kitabın usul ve yöntemini açıklayan, kitabın yazılmasında hangi yolların izlendiğini anlatan bir giriş bölümü veya "önsöz"ü vardır. Kitabın sonunda, kısaca bu kitapla nelerin amaçlandığını anlatan bir "sonsöz" vardır. Hemen hemen her kitapta bu yol takip edilir. Romanlarda bile, kullanılan yöntem bundan pek farklı değildir. Konunun nerede başlayıp nerede bittiği rahatlıkla takip edilebilir. Ele alınan her konu kendi içerisinde bir düzene tâbidir ve kendi içinde bir bütünlüğünün olması gerekir. Eğer, kitapta bu bütünlük yoksa o, başarısız bir çalışma sayılır. Dolayısıyla bu bütünlük; genel anlamda, giriş, gelişme ve sonuç bölümleri diye ifade edilir. Çoğunlukla da bütün yazılan yazılar, bu kurala uygun olarak yazılırlar. Zaten, böyle bir bütünlük yoksa o kişinin muradını anlatması da çok zordur. Oysa Kur’ân meâli okuyucusu peşinen kabul etmek zorundadır ki, okumayı düşündüğü kitap böyle bir kitap değildir.
Bir kitapta bu özelliklerinin yanında, daha başka özellikler de bulunur. Örneğin herhangi bir kitapta fazla tekrarlara rastlanılmaz. Benzer konular veya benzer olaylar aynı veya farklı kelimelerle de olsa tekrar tekrar anlatılmaz. Anlatımda bir sıra takip edilir, o konu yeteri kadar izah edilmeden başka konuya atlanmaz. Bir kaç sayfa sonra tekrar o konuya (bölüme) dönülmez. Bir yazar dönüp dolaşıp aynı konuyu anlatıyorsa, aynı kelimeleri aynı deyimleri tekrarlıyorsa, bu kitap, daha baştan başarısız bir çalışma olarak kabul edilir. Çünkü, o, bizim zihnimizdeki kitap imajı ile çelişmektedir. Oysa insanoğlu hazır kabullerine göre eşyayı algılamak ister. Ancak, okuyacağı kitap bir Kur’ân meâli olunca, okuyucunun bu hazır kabulleri, bu kitap imajı değişmek durumundadır.
Bu nedenle, meâl okumaya karar veren bir insanın, okuyacağı metnin günlük hayatta okuduğu kitap veya makalelerden çok farklı olduğunu da bilmesi gerekir. Kur’ân meâlini, diğer kitaplarla karşılaştırmaması gerekir. Çünkü Kur’ân meâli bilinen anlamda bir kitap değildir. O'nda bilinen anlamdaki kitaplarda bulunan birçok özelliğe rastlanmaz. Herhangi bir Kur’ân meâli ile herhangi bir kitabı karşılaştırdığında birçok açıdan hayal kırıklığına uğrayabilir. Çünkü, karşılaştırma aynı düzlemdeki veya aynı konumdaki iki şey arasında yapılırsa anlamlı olur.
Kur’ân'ın kendine özgü bölümleri vardır. Şu anki meâllerin durumu göz önünde bulundurulduğunda bu bölümleri tespit etmek de okuyucunun birikimine ve ferâsetine kalmış gibidir. Bu bölümlerde, belki bu (giriş, gelişme ve sonuç) bölümlerine genel anlamda (bazı küçük sûrelerde ve kıssalarda) rastlamak mümkündür; ama bunu Kur’ân'ın bütününde bulabilmek çok zordur. Bunun yanında yine diğer kitaplarda görmeye alışık olduğu konu başlıkları, alt başlıkları yoktur. Konuların nerede başlayıp nerede bittiği belirtilmemiştir. Özellikle uzun sûrelerde konuların nerede başlayıp nerede bittiğini, nerede yeni bir konuya geçildiğini anlamak sanıldığı kadar kolay değildir. Kur’ân'da, Bismillah... denir sûreye başlanır ve sûre biter. Ayrıca Kur’ân'da bazı tekrarlara raslanır. Benzer konuların çok sık tekrarlanmasına şahit olunur. Özellikle bazı kıssaların farklı bağlamlarda da olsa neredeyse aynı kelimelerle birkaç kez anlatıldığı görülür. Tüm bunlar kitaplardan farklı olarak Kur’ân'ın bir üslubudur. Okuyucu, bu özellikleri, Kur’ân'ın üslubunun bir parçası olarak algılarsa, okuduğu deki mesajı daha kolay anlama şansını yakalamış olur.
j) Kur’ân yazılı bir metin olarak değil sözel bir metin olarak vahyedilmiştir
Yine bilinmelidir ki Kur’an, yazılı bir metin olarak değil, sözel bir metin olarak resulullah Muhammed’in kalbine ilka edilmiştir. O’nun tarafından da yine sözlü olarak ilk muhataplarına aktarılmıştır. Bu şu demektir: Sözel bir metnin anlatım biçimi ve yöntemlerinin, yazılı bir metnin anlatım biçimi ve yöntemlerinden farklı olduğudur. Kur’an’ın üslubu daha çok bir hatibin konuşmasına benzer. Hatibi, konuşurken dinlemek ile, onun konuşmasını kağıt üzerinden okumak arasında ne kadar fark olduğu ilgilenenlerin bildiği açık bir gerçektir. Okuyucu eldeki metnin sözlü bir metnin yazıya geçirilmiş bir şekli olduğunu unutmamalıdır.
Kur'an vahyi ilk muhataplarına Allah’ın Rasûlü’nün ağzından ulaştırılmıştır. Arada ne bir yazı, ne bir harf ne de bir kâğıt bulunmuştur. İlk muhatapları da Allah'ın âyetlerini Rasululah'tan bir konuşma üslubu içerisinde dinlemişlerdir. Oysa, bugün bizler Kur’ân'a yazılmış bir metinden (Mushaf)den ulaşmak durumundayız. Ancak, Kur’ân vahyi, Hz. Muhammed'e, ondan da ilk muhataplara hep sözlü olarak aktarılmıştır. Kur’ân'ın nüzûlü tamamlandıktan bir müddet sonra toplanıp yazılı bir metin olarak kitap (mushaf) haline getirilerek muhâfaza altına alınmıştır.
Ancak, bu sözel metnin yazıya geçirilmesinden dolayı onu anlamak noktasında bazı sorunlar hep yaşanagelmiştir. Okuyucu, kafasındaki bir kitap imajından dolayı (elbette, gelenek ve kültürün de etkisi var) Kur’ân meâllerini bir kitap (yazılı bir metin) kurgusu içerisinde okumaya ve anlamaya çalışmaktadır. Onun aslının sözel bir metin olduğu aklına bile gelmemektedir. Yani okuycu sözlü bir metni, yazılı bir metnin kurallarıyla okuyup anlamaya çalışmaktadır. Bir yazılı metnin kendine özgü kuralları, bir konuşmanın/sözlü metnin kendine özgü kuralları olduğu hatırlanırsa, söylemek istediğimiz şey daha iyi anlaşılır.
Kur'an'ın sözel bir metin olarak geldiğini bilmek, onun yazılı bir metin haline getirilmesinden kaynaklanan anlama sorununu aşmada işimizi oldukça kolaylaştırır. Kur’ân, bir makaleden çok bir hatibin konuşmasına benzer. Yazılı metinde önemli olan noktalama işaretleridir, sözlü metin de ise önemli olan vurgular, jest ve mimiklerdir.
Bir konuşmanın (sözel bir metnin) cümle kuruluşları, yazılı bir metin dili kadar düzenli olmaz. Cümleler bazen çok kısa olur, bazen de uzadıkça uzar. Bir konu bitmeden başka bir konuya atlanabilir, daha sonra tekrar o konuya dönülerek, kalınan yerden devam edilebilir. Bunlar yapılırkan özel bir yönteme veya dinleyiciyi haberdar etmeye de gerek yoktur. Ancak, böyle bir şey yazılı metin için düşünülemez. Böyle bir şeyin yapılmış olması okuyucunun konu ile irtibatını koparması bir yana konular birbirine karışır. Anlatılmak istenen anlaşılmaz. Yazılı metnin en temel özelliği düzen ve noktalama işaretleridir. Sözel metinde ise noktalama işaretlerinin yerini ses tonları, duraklar ve vurgular alır.
Bir hatibin konuşmasını zevkle ve can kulağı ile dinleyebilirsiniz. Onu dinlerken, cümlelerinin eksikliği, konudan konuya atlaması kulağınızı tırmalamaz, belki de bunların farkına bile varmazsınız. Ancak, aynı hatibin konuşmasının bant deşifresini okuduğunuzda metni anlamakta zorluk çekersiniz, hatibi dinlerken farkına varmadığınız, kulağınızı tırmalamayan birçok şey karşınıza çıkar. Can kulağı ile dinlediğiniz konuşmanın metnini sıkılarak okumak zorunda kalabilirsiniz.
Kur’ân'ın ilk muhatapları için elbette, böyle bir sorun sözkonusu değildi. Çünkü, onlar bir kitapla, yani, yazılmış bir metinle karşı karşıya değillerdi. Peygamberimiz veya arkadaşları mesajı direkt olarak muhataplarına okuyor onlar da anlıyorlardı. Oysa okuduğumuz Kur’ân meâli, bir konuşma dilinde gelmiş (sözel) bir İlâhî Kelâm'ın yazı ile muhafaza edilmesi sonucu bugünkü mevcut haline kavuşmuş bir kitabın tercümesidir.
Ancak, mütercimlerin, tercüme ettikleri metnin aslının sözel bir metin olduğunu dikkate almadan, onu sadece yazılı bir metin gibi algılayarak tercüme etmeleri durumunda bazı ayrıntılarını göremeyecekleri açıktır. Maalesef maellerimizin geneli böyle bir hastalkla malüldür. Bu soruna ek olarak okuyucu da Kur’ân'ın sözel olma niteliğine dikkat etmeden meali okuduğunda da aynı şekilde mealdeki pek çok ayrıntıyı ve inceliği (belki de önemli birçok konuyu da) atlayacağı muhakkaktır.
Okuduğumuz metnin, sözel bir metnin yazıya geçirilmiş şekli olduğunu bilmemiz, zihnimizde konuşma dilinin özelliklerinin canlı tutulmasına neden olacaktır. Bu da meâldeki birçok nüansı görmemizi sağlayacaktır. Bu yaklaşım daha işin başındayken bazı yanlış anlamaların önüne geçecektir ve anlaşılmasını kolaylaştıracaktır. Örneğin Kur’ân'daki diyaloglar, karşılıklı konuşmalar ve tartışmalar bize daha anlamlı gelecektir.
Meâl okumaya başlamadan önce yapılabilecek şeylerin listesi daha da uzatılabilir. Biz sadece işin özüne yönelik önerilerde bulunduk. Belki şekil yönünden yapılabilecek bazı öneriler de vardır. Belki onların da, meâli okuyup anlamada yararı olabilir. Örneğin; tok karna, zihin fazla yorulmamışken; insanlar henüz uykuda oldukları için gürültü olmayacağından, bir de zihin henüz yorgun olmayacağı için sabah erken saatlerde, mesela sabah namazını müteakip okunabilir, vs...
KUR'AN MEALİNİ NASIL OKUYALIM?
Günümüzdeki belli başlı sorunlara bir göz attığımızda, bugünün insanının da Kur'an'ın indiği dönemde Mekke ve çevresinde yaşayan insanların yaşadığı sorunların benzerlerini yaşadıklarını görürüz. Bunu izdüşümü Kur'an'da açık bir şekilde görülmektedir. Mekki sürelerin genelinde benzer konuların yoğunluklu olarak tartışıldığına şahit oluyoruz. Bunların başında da inanç/akide konusu geliyor.
Hem bireysel tecrübelerimizden; yaşayıp gördüklerimizden, hem sosyal ve toplumsal sıkıntıların nedenleri üzerine yapılan çalışmalardan, hem de tarihte yaşananlardan çok net bir şekilde anlaşılmaktadır ki; inanç/inançsızlık/yanlış inançlar konusu çağın her döneminde insanoğlunun birincil problemini oluşturmaktadır. Yeni bir insan, yeni ve adil bir sosyal yapı oluştutmak ve insana iki cihan saadeti sunmak isteyen Kur'an vahyinin en öncelikli hedefi de sağlam ve sağlıklı bir inanç sistemi ortaya koyabilmektir. Çünkü inanç noktasında sağlam bir temel atılmaz, ve bu temel üzerine sağlam bir yapı inşa edilmezse, insanlardan sağlıklı ve tutarlı davranışlar beklemek de mümkün olmaz. Ancak dediğimiz gibi bugün için muhataplarının Ku'an'ın mesajını anlayıp uygulayabilmeleri okadar kolay değildir. Tarih, metin, dil ve insanın kendisi Kur'an'ın anlaşılması noktasında bazı sorunların ve engellerin oluşmasına neden olmuştur.
Bu nedenle, Kur'an'ın anlaşılmasını kendilerine sorun eden ve bu konuda sorumluluk hissi duyan kişiler, bu sorunları çözecek, engelleri ortadan kaldıracak ve okunduğunda insanlara kendilerini onda görme ve yanlışlarını düzeltme imkanı verecek bir okuma yöntemi bulmak durumundadırlar. Çünkü Kur'an algısındaki değişiklikler ve Kur'an'ın tertibi, Okuduğumuz şey meal olsa da O’nu nasıl okuyalım ve okumaya neresinden başlayalım ki ondan azami ölçüde istifade edelim sorusunu gerekli kılmaktadır.
a)-Kur'an'ı Hangi Tertibine Göre Okuyalım?
Bilindiği gibi Kur’ân'ın hepsi bir defada nâzil olmamış; nüzûlü yirmi üç yıllık bir zaman dilimi içerisinde tamamlanmıştır. Toplanıp, bir kitap haline getirilmesi ise daha sonraki bir zaman süreci içerisinde gerçekleştirilmiştir. Elimizdeki mushaf bu toplanma sonucu oluşan kitaptır. Rabbimiz âyetlerini, gerek gördükçe, kendi tercihi çerçevesinde, oluşturmak istediği inanç sisteminin ve toplum yapısının doğurduğu ihtiyacı da hesaba katarak göndermiştir. Böylece, âyetlerin bir seyir içerisinde inmesi sonucunda, Müslümanların inanç sistemleri ve toplumsal yapıları oluşmuştur.
Mushaflar, surelerin vahyediliş sırasına göre değil, içerik ve hacimlerine (uzunluk ve kısalıklarına) göre tertip edilmiştir. Çünkü, Kur’ân âyetlerinin bir araya getirilmesi işinin, bu inanç sisteminin ve toplumsal yapının oluşturulmasından sonraki bir döneme rastlaması, onun, oturmuş ve oluşmuş bir yapının ihtiyaçlarına göre tertip edilmesini gerekli kılmıştır .
Kur'an'ın her suresi kendi içinde bir bütünlük arzeder. Bu nedenle neresinden, hangi suresinden başlanırsa başlansın, okunduğunda, ondan mutlaka birşeyler anlaşılıp, bir şeyler öğrenilecektir. Dolayısıyla okuyucu da o sure ve genel anlamda Kur'an hakında bir bilgiye ve anlayışa ulaşacaktır. Ancak, elde edilen anlayış, algı ve bilgiler bir bütünlük ve sistematiklik arzetmeyeceği için öğrenilen şeyler dağınık ve muğlak olacaktır. Üstelik indiği dönemin ruhunu da gerği gibi yansıtmayacaktır. Bu nedenle zihinde oluşan anlamların daha sağlıklı ve Kur'an'ın ruhuna daha uygun olması için nüzul sırası takip edilerek okunmasının daha yararlı olacağı kanaatindeyiz.
Surelerin kendi içlerinde bir bütün olduğu ilkesinden hareketle oluşturulan bir nüzul sırasını takip ederek yapılan bir okumanın, okuyucunun nüzul ortamını, o dönemdeki yaşantı ve algıyı daha net bir şekilde görmesini sağlayacağı gibi, Kur'an'ın hedef ve önceliklerinin kavramasına da yardımcı olacaktır. Okuyucunun, vahyin nüzul seyrini yaklaşık olarak takip etmesinin o dönemdeki olayları içselleştirebildiği oranda kendi davranışları üzerinde de olumlu etkisi olacaktır.
Bilindiği gibi o dönemdeki tartışmalar, Kur’ân'da çok canlı bir şekilde yansımasını buluyordu. Müslümanların gündemini, çabalarının yönünü, kısa ve uzun vadeli hedeflerini gelen bu âyetler belirliyordu. İşte bu tarihî olayları, nüzul seyri takip edilerek canlı bir şekilde izlemek mümkündür. İlk gelen surelerde Kur’an’ın öncelediği konular işlendiği için nüzul sıralamalarındaki küçük farklılıkların fazlaca bir önemi yoktur.. Çünkü bu konular Kur'an'ın olmazsa olmaz dediği ve üzerinde hiçbir tartışmıyı kabul etmediği alanlarla ilgilidir. Kur'an meali okuyucusu; kendisini, Kur'an'ın ilkelerine göre yönlendirme ihtiyacı duyuyor veya Kur'an'ın ortaya koyduğu inanç sistemini, toplum yapısını ve bu yapının dinamiklerini öğrenmek istiyorsa, kendisinin de Kur'an'ın öncelediği konuları öncelemesi gerekecektir.
Çünkü günümüzde inançlar konusunda önemli sapmalar sözkonusudur, bunların bir kısmı tarihin bize mirası ise bir kısmı da bugünün icadı sapmalardır. Bu sapmalar sadece inanmayanlar (Müslüman olmayanlar) için değil, inandığını, yani Müslüman olduğunu söyleyen insanlar için de söz konusudur. Bu inanç sorunlarının başında da Allah'ı gereği gibi tanıyamamak gelmektedir. Allah'ı gereği gibi tanıyamamanın bir uzantısı olan âhiret anlayışındaki çarpıklıklar da azımsanmayacak kadar fazladır. Günümüzde bu sapmaların yanında risâletin ve vahyin doğru anlaşılması noktasında da büyük sorunlar yaşanmaktadır. Oysa, bu konular İslâm dininin temelini oluşturmaktadır. Kur’an’ın 23 yılık bir zaman dilimi içinde nazil olması nedeniyle onu okumanın da buna uygun olması gerekir.
Genel meal okuyucusu için meali, Nas, Felek, İhlas, tebbet… suresinden başlayarak Fatiha suresine (sondan başa doğru) doğru okunduğunda da önemli kazanımlar elde edilebileceğini söyleyebiliriz: Çünkü ağırlıklı olarak bu sıralamanın baş taraflarında da Mekki sureler bulunmaktadır.
b)Kur'an'ın İlk Muhataplarının Bilinmesinin Önemi
Kur’ân, dağı, taşı değil insanı muhatab alan bir mesajdır. Kur’ân'ın muhatabının insan olması o ilk muhatabını tanımamızı gerektiriyor. Çünkü, o insanları toplumsal bir grup olarak da olsa bilmek (müşrikler, Yahûdîler, Hristiyanlar gibi), metni ve mesajını anlamak açısından önemli katkılar sağlayacaktır.. Kur’ân meâli okuyucusu, Kur’ân'ın indiği dönemdeki muhataplarının sadece isim olarak değil onların anlayışlarının, inançlarının, alışkanlıklarının ve kültürlerinin neler olduğunu kaba hatlarıyla da olsa bilmesi, işini oldukça kolaylaştıracaktır.
Bilindiği gibi, Mekke ve çevresinde yoğun olarak müşrik Araplar, az sayıda Hıristiyan, Medîne'de ise Yahûdîler ve müşrik Araplar yaşamaktaydı. Ayrıca Yahûdîler, Medine'nin (o günkü ismi Yesrib) dışında da yoğun olarak yaşadığı merkezler bulunmaktaydı (Taif gibi). Hristiyanlar ise cemeat olarak değil de, dağınık gruplar veya aileler şeklinde varlıklarını devam ettirmekteydiler. Hıristiyanlar yoğun olarak, daha çok Yemen, Habeşistan ve Suriye’de yaşıyorlardı. Yemen'de aynı zamanda, güçlü bir Yahûdî topluluğu da mevcuttu. Bu bölgeler Mekke ve Medîne’ye çok yakın olmasalar da ticârî ilişkilerin yoğun olduğu bölgelerdi. Hıristiyan tüccarların bu bölgeye geliş-gidişleri veya bu bölgedeki insanların (müşrik Arapların) o bölgelere gidiş-gelişleri ticârî ilişkiler yanında iki topluluk arasında bir kültür alışverişine de ortam hazırlamıştı. Özellikle Mekke'nin bölgenin ticaret merkezi olması, Arabistan'ın Hıristiyan topluluklarla çevrili olmasından dolayı, Hıristiyanlığın bölge halkı üzerindeki etkisi sanıldığından fazlaydı. Bu bile, Kur’ân'ın, Hıristiyanları muhatap kabul etmesi için yeterli sebeb teşkil edebilirdi.
İlk Müslümanların Mekke ve çevresindeki topluluklardan olmaları, Kur’ân'ın ilk muhataplarının müşrik Araplar olduğunu ortaya koyuyor. Çünkü, Mekke ve çevresinde yaşayanlar müşrik Araplardı. Muhataplar müşrikler olunca tartışılan konular o insanların kültürleri, alışkanlıkları, inançları ve yaşayışları çerçevesinde odaklaşıyordu. Onların inançlarının, anlayışlarının çarpıklıkları, çelişkileri ortaya konuyor, Kur’ân'a düşmanlıklarının gerisinde yatan asıl sebepler irdeleniyordu. Aynı şekilde Medîne'de nazil olan ayetlerde de Yahûdîlerin (özellikle bir dönem) çok yoğun olarak muhatap alındıklarına şahit oluyoruz. Bu âyetlerde Yahûdîlerin tarihlerinden örnekler verilerek (Mekkî dönemdeki Peygamber kıssalarını kastetmiyoruz), onların içlerinde bulundukları durum anlatılmaya çalışılıyor. Daha az olmakla beraber Hristiyanlarla diyalogların artması ile birlikte onların da kendi iç sorunları ve inançlarındaki zaafların dile getirildiğini görüyoruz. Ayrıca, Medîne'de münâfıkların da zaman zaman muhatap alınarak, onlara, yaptıklarının görüldüğü, kimseyi aldatamayacakları ve yanlış yolda oldukları hatırlatılarak çeşitli uyarıların yapıldığını gözlemliyoruz.
Müslümanların özellikle bir cemâat halinde yaşamaya başlamasıyla birlikte, kendi aralarındaki sorunlara da değiniliyor. Onlara, birbirlerine karşı nasıl davranmaları gerektiği konusunda yol gösteriliyor, yeni yeni kurallar konuyor. İster Mekke'de ister Medîne'de olsun, Müslümanların zaman zaman uyarılması, zaman zaman motive edilip desteklenmesi, müjdelenmesi ve onlara yol gösterilmesi ve yeni yeni emirler gelmesi açısından Vahyin sürekli ve asıl muhatablarının Müslümanlar olduğu gözleniyor.
Bu nedenle, meâl okurken dikkat edilmesi gereken en önemli konu, âyetlerin/konuların indiği dönemdeki muhataplarının kim olduğunu bilmektir. Kur’ân'ın indiği dönemdeki yerel muhatapları; Mekke ve çevresinde yaşayan müşrikler, Müslümanlar, Yahûdîler, Hristiyanlar ve münâfıklardır. Kur’ân'da bu saydıklarımız dışında da bazı toplulukların isimleri geçse de, o topluluklar direkt olarak muhatap alınmamışlar, asıl muhataplarla ilişkilerinden dolayı onların isimlerinden bahsedilmiştir.
Okuduğumuz âyetlerin ilk muhataplarının yukarıda saydıklarımızdan hangisi olduğunu tespit etmemiz, o âyeti veya konuyu doğru anlamanın ilk şartıdır. Diğer şartların hepsi bu şartın üzerine bina edilir. Çünkü, muhataplar doğru tespit edilmezse doğru anlamı bulmamız mümkün olmaz. Muhatapları karıştırdığımız zaman, farkında olmadan anlamın yönünü, hedefini de değiştirmiş oluruz. Dolayısıyla, sadece, anlamak istediğimizi yanlış anlamış olmayız, aynı zamanda bu yanlış anlamalara dayanan uygulamalar da yanlış olmak durumunda kalır.
Örneğin, Müşrikleri veya Ehl-i Kitâb’ı muhatap alan bir âyet kümesinin, Müslümanları muhatap aldığı var sayılırsa, Kur’ân'ın anlatmak istediği bütün yapı bozulmuş, tüm dengeler değişmiş olur. Bu durumda müşriklerin veya Ehl-i Kitâb’ın anlayışları, hatta inançları Müslümanların anlayışları ve inançlarıyla karıştırılabilir. Böylece âyetlerin vermek istediği mesaj kaybolur gider. Sonuçta, bugün sıkça şahit olduğumuz gibi Müslümanların birbirlerini müşriklikle, Ehl-i Kitaplıkla suçlayabildikleri ortamlar hazırlanmış olur. Daha kötüsü de, âyetler yanlış yorumlanarak, yanlış algılanarak, böyle düşünenlere teorik temeller sunulmuş olur. Mesala ne demek istediğimiz, Maun suresinin muhatabının kim olduğuna (Müslümanlar mı? Müşrikler mi) verilecek cevapla daha iyi anlaşılır.
Bunun için de, her bir sureyi en az iki defa okumak gerekir. Birinci okuma genel bir okuma olur, surenin genel mesajı ve muhatabının kim olduğu belirlenir. İkinci okumada ise sure daha dikkatli okunur ve derinlemesine tefekkür edilir. Böylece her sure iki defa okunduktan sonra bir sonraki sureye geçilir. Bunu yapmak için de âyetlerin, siyak-sibakları içerisinde ve nüzul ortamı göz önünde bulundurularak algılanmaları gerekir. Anlatılanların, muhataplardan hangilerinin düşünce ve inanç yapılarıyla, karakterleriyle, davranış biçimleriyle örtüştüğünün muhasebesinin de iyi yapılması gerekmektedir.
Kur’an metni içerisinde, Kur’an’ın, Mekke ve çevresinde yaşayan insanları muhatap aldığını, bunların da; Müşrikler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlardan biri olduğunu bilmesi, metni anlamasında büyük katkılar sağlayacaktır.
c) Kur’ân meâlini düşüne düşüne, sorular sorarak okumak gerekir
Tüm bunlardan sonra okunan , herhangi bir uzmanın/mütercimin hazırladığı bir meal olsa da, hazırlanan Allah’ın kelamının bir tercümesi ve izdüşümüdür. Bu nedenle onu dikkatle, özenle ve düşüne düşüne okumak gerekir. Okurken acele etmemeli, bu konuda sabır okuyucunun en önemli yardımcısı olmalıdır. Sabır okuyucuyu peşin hükümlülükten ve acele yargılardan korur. Vahyin bir deniz, denizin de kolay kolay içinde pislik barındırmayacağı göz önünde bulundurulursa, Kur’an meali tekrar tekrar okunduğunda, zaman içinde bazı yanlış anlayışlarımızın ortadan kalktığı da görülecektir.
Düşünme insanoğlunun en belirgin özelliğidir. Düşünce, anlamanın, yorumlamanın ve üretmenin olmazsa olmaz bir kuralıdır. Anlama, yorumlama ve üretme, düşünmenin üzerine bina edilirler. Bir konu üzerinde ne kadar düşünülmüş ve emek harcanmış ise, konu o kadar sağlam, o kadar uzun ömürlü ve o kadar sağlıklı olur. Düşünmenin vazgeçilmez iki ayağı vardır, sorgulama ve sağlama yapma... Bu iki ayaktan yoksun bir düşünme, anlama, yorumlama ve üretim konusunda herhangi bir katkı sağlamaz. Düşünme, durağan bir şey değil, dinamik bir şeydir. İnsanoğlunun, geçmişi, bugünü ve geleceği arasında mekik dokumasına neden olur. Çünkü insanoğlu, ancak geçmişini, bugününü ve geleceğini kucaklayabildiği oranda insan olur, yoksa, bunlar olmadığında sıradan bir canlıdan herhangi bir farkı kalmaz.
Bu nedenle, Kur’ân meâli okuyacak birisinin kendi kendisine, öncelikle özellik, kapasite ve performansının ne olduğunu sorması gerekmektedir. Okuduğu herhangi birşey üzerinde kafa yormakta, onu önemsemekte midir? Çabuk usanan, daldan dala atlayan, sorgulamaktan ve soru sormaktan çekinen bir yapıya mı sahiptir? Okuduklarıyla, yaşadıkları veya yaşanılan ve yaşanmakta olan hayat arasında bir bağ kurmakta mıdır? Sorumluluk almak kendisini nasıl etkilemektedir, aldığı sorumluluğu ne pahasına olursa olsun yapmaya mı çalışmakta, yoksa, bu sorumluluktan kurtulmak için fırsat kollamakta, bahane mi aramaktadır? Bir Kur’ân meâli okuyucusu bunların cevabını bir şekilde vermek durumundadır. Çünkü, sıradan bir kitap okumamaktadır, meal okumaya başlamakla önemli bir sorumluluk altına girmiş bulunmaktadır.
Genelde günümüz insanın, özelde Müslümanların genelinin, bir işi, bir disiplin ve sistem içerisinde inceleyip sonuçlandıramadığı, bu nedenle, birçok işi yarım bıraktığı yüksek sesle ifade edilegelmektedir. Bu sadece önem verdiği işler için geçerli bir durum değildir elbette, sıradan ilişkilerinde de durumun böyle olduğu görülmektedir. İnsanlar genelde zora talip olmazlar.
Bu nedenle, meâl okurken üzerinde durulması gereken önemli bir konu da onu maymun iştahlılıkla, yarım yamalak değil, düşüne düşüne, en önemlisi de o an okumaya başladığı sureyi sonuna kadar okumaktır. Bir kere okumakla yetinmemeli, bu okumayı bir kaç kez tekrarlamalıdır. Okuduğu âyetler ile davranışları arasında ilintiler kurmalı, inandıklarını, düşündüklerini, yaşadıklarını sorgulamalıdır.
Bunu yapmanın kolay olmadığını, kişinin kendisini okuduğuna bu denli kaptırmasının oldukça zor olduğunu biliyoruz. Ancak, okuduğu metnin sıradan bir metin olmadığını, kendisini yaratanın kendisine seslendiğini düşündüğünde, bu zoru aşmak sanırızbiraz daha kolaylaşacaktır.
Okuyucu, alışık olmadığı bir metinle karşı karşıya olduğu için, birçok zorlukla karşılaşabilecektir. Örneğin ilk etapta birçok âyet anlaşılmaz gelebilecektir veya karşılaştığı birçok âyet hazır düşünceleriyle çelişecektir. Bu arada kafasında birçok soru ve cevap belirecektir. Bu aşamada yapılması gereken ilk şey beyne üşüşen düşüncelerin herhangi birini tercih etmeden okumaya devam etmektir.
Okuyucu, Kur’ân meâli okumaya başlarken, kendisine bir "akıl defteri" (not tutmak için bir defter) tutmalıdır. Çünkü, okuduğumuzda anlamadığımız veya halihazırdaki anlayışımızla çelişen âyet meâllerini bu deftere not etmemiz gerekecektir. Bu "akıl defteri" meâl okuma süreci içerisinde neyi anlayıp neyi anlamadığı konusunda okuyucuya önemli ipuçları verecektir.
Bir yandan okumaya, bir yandan not almaya devam ettiği müddetçe pekçok konunun kafasında daha da berraklaştığını fark edecektir. Tekrar tekrar okudukça daha önce sorduğu soruların birçoğunun cevabını bulduğunu görecektir. Ancak, bütün çabasına rağmen pekçok sorunun da cevabını bulamayacaktır , dolayısıyla birçok sure ve âyet de zihninde muamma olarak kalmaya devam edecektir. Muamma demekten maksadımız, meâldeki anlatımın anlaşılamamasından çok, bir bütün olarak konunun mesajının kavranamamasıdır. Çünkü, okuduğumuzda Kur’ân'da anlatılan birçok konunun pratik bilgilerimizle çeliştiğini göreceğiz. Yine gerek meâli yapanın gerekse okuyanın, Kur’ân’ın üslubunu kavrayamamasından kaynaklanan birçok çelişki ve problem karşımıza çıkmaya devam edecektir. Bunların bir kısmı, tekrar tekrar okumakla giderilebilir, bir kısmı ise daha detaylı bir çalışmayı gerektirecektir.
d) Meâl okurken sabır önemli bir yardımcıdır
İnsanoğlu genelde acelecidir. Bir şeyi hemen yapıp bitireyim ister. Fazla enerji ve zaman harcamayı sevmez. Çoğunlukla işin kolayına kaçar. Genelde yaptığı işten çabuk sıkılır. Hele yaptığı işin kendisine ekonomik bir getirisi yok ise, katlanma güdüleri tümden yok olur. Yaptığını alelacele yapar. Gerekli özeni göstermez, işi bitirmekle sorunu çözdüğünü sanır; aslında, kendini kandırır. Zaten, toplum olarak nefs muhasebesi yapma alışkanlığımız olmadığı için kendisini kandırdığının da çok zaman farkına varamaz.
Çünkü, meâl okurken ihtiyacımız olan en önemli destek ve malzememiz de sabırdır .Çünkü, sabır özellikle ilmî çalışmaların olmazsa olmaz şartıdır. Gerçi Kur’ân meâli okumak gerçek anlamda ilmî bir çalışma olarak görülmeyebilir; ancak, basit bir iş olarak düşündüğümüz bir meâl okuma olayı dahi bir cehd ve çaba istemektedir. Çünkü, meâl okuma Kur’ân'ı anlamanın ilk aşaması ve en kolay yoludur. Arapça bilmeyenler için ise yegâne ve vazgeçilmez bir yoldur. Meâl okumak sıradan, basit ve herkesin yapabileceği bir iş olsa da okuyana birçok sorumluluk yüklemekte, bir çaba ve sabır gerektirmektedir. Kur’ân meâli okumak, sadece bir okuma olayı değildir. Dışarıdan öyle görünse de, meâl okumaya başladıktan sonra bunun öyle olmadığı anlaşılır.
Çünkü, birçok şey kendisine; bildik ve sıradan gelir. Bu nedenle önemsemez, "biliyorum" der geçer, "daha önce bildiklerimden farklı bir şey yokmuş" diyerek sayfaları hızlı hızlı geçerek okuduğunu sanır. Kur’ân meâlini bir ansiklopedi gözüyle okur, maddeler, tasnifler, isimler, tanımlar arar. Bu nedenle, onu gereği gibi önemsemez. Ya da okudukları kendisine çok karmaşık, yabancı, hatta çelişkilerle dolu ve anlaşılmaz gelebilir, dolayısıyla devam etmek istemeyebilir. Her iki durumda da acelecilik göstererek, onu anlamak için gayret ve sabır göstermemiş olacaktır.
Burada yapması gereken ilk şey; kendini yapmakta olduğu işin önemine inandırmaktır. Kur’ân meâlini niçin okumaktadır? Bunun cevabını tekrar tekrar vermek durumundadır. Elbette, insan yaptığı işi önemsemeyip hafife alırsa, o işi sürdürmekte zorlanır. O işten sağlıklı bir sonuç da çıkaramaz, bir yarar da sağlayamaz. Yaptığı iş basit bir meâl okuma olayı olsa da, kendisine, Allah'ı, öte dünyayı, bu dünyanın ne anlama geldiğini, kendisinin var oluş nedenini tanıtacak yegâne sağlam yoldur. Ayrıca eşyayı, eşyanın hayatındaki anlamını, yerini ve konumunu kavratabilecek, en etkin bir yöntemdir de aynı zamanda. Dolayısıyla, okudukları kendisine ister sıradan bildik şeyler gibi görünsün, isterse anlaşılmaz ve içinden çıkılması imkansız zor bir iş olarak görünsün, yapacağı şey sabır göstererek onu okumaya devam etmektir. Yaptığı şeyi basit ve sıradan bir iş olarak görüp, hevesini kırmaması gerekir. Okuduğunun Allah'ın kelâmının bir tercümesi olduğunu düşünerek, acelecilik ve bıkkınlık duygusunun önüne geçebilir.
e) Mealler teorik tartışma metinleri değildir
Okuyucu bilmelidir ki, Kur’ân, bazı teorik tartışmaları yapmak için gelmemiştir. Bir kesimi yermek, bir kesimi övmek gibi bir amacı da yoktur. Anlamsız düşmanlıklar, abartılı dostluklar oluşturmak gibi bir çabanın içinde de değildir. Bu kitap, Allah'ı gereği gibi tanıtmanın yanında, Allah'ın gereği gibi tanınıp, ona yaraşır bir kulluğun yapılacağı, insanların birbirlerini aldatmayacakları, birbirlerine zulmetmeyecekleri, tokların açlardan sorumlu olacağı, güçlülerin zayıfları koruyacağı ve her şeyin Allah rızasına endekslendiği âdil bir yapı, huzurlu bir toplum kurmak için gelmiştir.
Meâl okuyan insan bilmelidir ki, bu ortamın oluşması için kendisi de üzerine düşeni yapmak durumundadır. Dolayısıyla, okuduğu meâldeki bazı tartışmaları, sosyal hayattan veya konu bütünlüğünden soyutlayarak, salt teorik tartışmalar olarak algılayıp bu tartışmalara takılıp kalmamalıdır. Bu tartışmalara takılıp kalarak, asıl yapılması gerekenleri göz ardı etmemelidir. Okuyup anladığı şeylerin kendisine neler anlattığına kulak vermeli, bunları nasıl yaşayacağının muhasebesini de yapmalıdır.
Okuyucu bilmelidir ki, Kur'an'ın şimdiki muhatabı kendisidir. Evet, bu âyetlerin bir ilk muhatabı vardır ve o ilk muhatabın ve konumunun bilinmesinin metni anlamak açısından önemli bir yeri vardır; ancak, şimdiki muhatabının kendisi olduğunu da unutmamalıdır. Dolayısıyla, bilmelidir ki, okuduklarında kendisine de bir şeyler söylenmek isteniyor, belli davranışlar içerisinde olunması gerektiği vurgulanıyordur. O bunları görmek ve gereğini yapmak durumundadır. Anlatılan kıssalardan, verilen örneklerden, gösterilen mesellerden ibret almasını, kendi adına pay çıkarmasını bilmelidir. Kendisini metnin dışında, metnin üzerinde görmemelidir. Okuduklarının aslında kendisi için geldiğini unutmamalıdır. Yapılan uyarılardan, tenkitlerden üzerine düşen payı almak için gerekli muhasebeyi yapabilmeli, düzeltmesi gereken davranışları varsa, onları düzeltmenin mücadelesine girişmelidir.
Okuyucu, Kur’ân'ın kendisine seslenmeyen bir kitap olduğunu düşünürse ondan alabileceği fazla birşey yoktur. Bu durumda Kur’ân kendisine bir tarih kitabının ötesinde açılmaz. Dolayısiyle meâl okuyan insan okuduğu metinle arkadaş, dost olmasını bilmelidir. Bilmelidir ki bu dost, kendisini sürekli doğru yola (sırât-ı mustakîm'e) çağırmaktadır. Yanlışlardan dönmesini istemektedir. En önemlisi de asıl hayat olan, âhirette mutlu olmasını istemektedir. Onu ateşten korumaya çalışmaktadır. Bunun için de, okuduğu, anladığı şeyleri davranış haline dönüştürmesi gerekmektedir. Eğer, Kur’ân, fakirlere verin dediği halde, okuyucu vermemek için gönlünde mazeretler üretiyorsa; yalan söylemeyin, insanları aldatmayın, kazıklamayın, zulmetmeyin, zulme ortak olmayın, diyor da o bunları hafife alır davranışlar sergiliyorsa; Kur’ân'ın kendisine açılmasını, kendisini sarmasını ve okuduklarından zevk almayı beklememelidir.
Okuyucu, meâl okurken yüreğinin ürperip ürpermediğini sık sık kontrol etmelidir. Eğer, ürpermiyorsa hemen bunun nedenlerini sorgulayıp bulmaya çalışmalıdır. Okuduğu, Kur’ân'ın meâli de olsa sıradan bir kitap değildir, onun hayat kitabıdır. O halde o, özelliğine yaraşır bir şekilde okunması gerekmektedir. Ancak öyle yaptığında Kur’ân meâlinin kendisine sıcak bir dost olduğunu görecek ve elinden bırakmayacaktır.
Önceki bölümlerde Kur’ân'ın kendine özgü bir kitap (İlahî Kelam) olduğunu ifade etmiştik. Burada dikkatleri birçok sûrenin başında bulunan (mukatta'ât) denilen harflere çekmek istiyoruz. Bu harfler ile ilgili çok şey söylenmiş, çok şey yazılmıştır. Bu ifade edilen görüşlerin birçoğu gerçeği ifade ediyor da olabilir. Ancak, ilk defa Kur’ân meâli okuyan birisinin zihnini dağıtmaması, zamansız tartışmalara girmemesi açısından, bu harfleri sadece harfler olarak algılamasında, söz konusu harflere herhangi bir anlam yüklememesinde yarar olduğu kanaatindeyiz.
Kur’ân meâli okuyucusu, Kur’ân çerçevesinde oluşturulmuş, temelsiz, anlamsız, marjinal tartışmalardan uzak durmalıdır. Kur’ân'ın (Mushaf'ın) rehberliğini, bağlayıcılığını ve gerçekliğini bütün tartışmaların üzerinde tutmalıdır. Onun nasıl anlaşılacağı, insanlara/topluma nasıl ulaştırılacağı, nasıl uygulanacağı konuları ile bu tartışmalı konular birbirine karıştırılmamalıdır.
SONUÇ
Bu konuda (meâl okurken yapılabilecekler) söylenebilecek mutlaka başka sözler de vardır. Ancak dikkatli bir okuyucu için, bu önerilerin yeterli olacağını düşünüyoruz. Herhangi bir Kur’ân meâli, yukarıda sıralayageldiğimiz öneriler göz önünde bulundurularak okunduğunda daha kolay anlaşıldığı ve birçok problemin de kendiliğinden çözüldüğü görülecektir.
Bu yöntemle birkaç kez meâl okuyan bir insan en azından Kur’ân'ın genel mesajını kavrayacak, Tanrı ve insan konusundaki yaklaşımını öğrenecektir diye ümit ediyoruz. Ayrıca daha derinlemesine çalışmak için kendisinde bir şevk ve merak uyanacaktır. Çünkü, bu okumalar sonucunda, kafasında pekçok soru oluşmuş olacaktır. Bu sorular kendisini rahat bırakmayacaktır. Bu soruların cevabını, ya kendisine tavsiye edilen veya kendisinin rastgele ulaştığı bir tefsirle veyahut Kur'ânî bilgisine güvendiği birisinin yönlendirmesi ve yardımı ile giderecektir/gidermeye çalışacaktır. Bütün bunlarla birlikte belki de, tüm yöntemleri de deneyerek/yararlanarak, bizzat kendisi meâller ve takıldığı konular üzerinde daha derinlemesine çalışmalar yapacak, bu konularda derinleşerek bu sorunları aşmaya çalışacaktır.
MÜZAKERENİN DEĞERLENDİRMESİ
Tebliğimize ait müzakerede bulunan Mustafa özel bey metnin içeriğinden çok bazı tashih ve imla hatalarına dikkat çekti. Bu hassasiyetinden dolayı kendisine teşekkür ediyorum. Metinde sürekli "Kur'an dediğimi", oysa "ilahi kelamı bir sıfatla birlikte kullnmamız gerektiği"ni ifade etti. Bizim Kur'an'a saygusızlık gibi bir kastımız asla söz konusu olamaz. Zaman zaman, "İlahi kelam", zaman zaman "Kur'an'ı Kerim", çok zaman da "Kur'an" ifadesini kullandık. "Kur'an" kelimesini daha çok tercih etmemizin nedeni sadece yazım kolaylığından dolayıdır. Bilindiği gibi Kur'an da kendisi için "Kerim Kur'an", "Mübin Kur'an" vs. ifadesini kullandığı gibi sadece "Kur'an", "Nur", "Hüda" vs kelimelerini de kullanmıştır.
Mustafa bey, tebliğimizdeki, "ona birinci elden muhatap olmak gerekir" ifademizden "örtük ve açık"bir "benmerkezcilik ve müstağnilik" gördüğünü ifade etmektedir. Biz metin ile muhataplığımızın ideal olanının hala ona birinci elden muhatap olmak olduğunu düşünüyoruz. Bu durum, kimseye tepeden bakmak, müstağni olmak anlamına gelmediği gibi, metni bu şekilde algılama biçimi alimleri yok sayma, bir başkasının yardım ve desteğini gereksiz görme sonucunu doğurmaz. Tam aksine bu ilişki biçimi, daha önceki birikimin desteği ve işbirliği ile gerçekleşir ancak. Biz tebliğimizin genelinde zaten bunu söylüyoruz. Aradaki fark biz muhatabın kendisini, kendi iradesini ve tecrübesini buharlaştırmaması gerektiğini söylüyoruz. Kur'an'a bizzat kendimiz muhatap olmadan ondan gereği gibi istifade etmeyeceğimizi anlatmaya çalışıyoruz.
Mustafa bey, bizim "Kur'an anlaşılması gereken bir kitaptır" ifademizi, "modern bir sorun" olarak değerlendirmektedir. Ve bu "modern" sözünü olumsuz anlamda kulanmakta, sanki önceki dönemlerde hiç böyle bir talep gündeme gelmemiş, Kur'an'ın anlaşılması ile ilgili herhangi talep dile getirilmemiş, bir sorun yaşanmamış gibi bir yaklaşım sergilemektedir. Oysa hicri birinci yüzyıldan beri devam edegelen tefsir, Kur'an ile ilgili sözlük ve Kur'an ilimleri dediğimiz alanda yapılan çalışmalar bunun tam tersini söylemektedir. Günümüzde bu talebin tabana yayıldığı, küçük bir zümrenin sorunu olmaktan çıktığı, özellikle Arapça konuşmayan toplumlarda daha da arttığı doğrudur. Ve bu durum tenkit değil övgü konusu olmalıdır. Çünkü bütün bu anlama çabalarının arkasındaki temel saik onu doğru bir şekilde yaşayabilme arzusudur. Biz de tebliğimizde sık sık bunun önemini vurguluyoruz. Talebin bu denli yüksek olmasının temelinde okur yazarlık oranının ve eğitim seviyesinin yüselmesinin, iletişim ve etkileşim kanallarının artmasının etkisini de unutmayalım.
Üstelik Müslümanların tarih ve "altın çağ" algısının çok doğru olmadığını da ifade etmek durumundayız. Bir Asr-ı Saadet algısının bütün tarihe şamil olacak şekilde genişletmenin mevcut mağlubiyet algısının sonucu olduğunu düşünüyoruz. Tarihimizi yermeyelim ama onu olduğundan çok fazla abartarak, ve o dönemdeki diğer toplumların zaafları üzerinden de anlamayalım. Zahiri/somut algılama biçiminin tarihte başımıza ne tür sıkıntılar oluşturduğunu da unutmayalım ve Müslümsnların ortaya koydukları eserlerın doğrudan Kur'an'ın doğru yaşanmasıyla ilgili olmadığını da görelim. Tarihi kutsamakla bugünü yeniden inşa edemeyeceğimizi artık bilmemiz lazım. Biz bu konudaki değerlendirmemizi, "Egemen İslam Kültüründe Estetik Yoksunluğu" isimli makelemizde yapmaya çalıştık.
"O'nu anlamak, onu okumaktan, daha farklı ve daha özel bir durumdur. Ve Arapçayı ve bazı ilimleri bilip-bilmemenin ötesinde ondan bağımsız olarak gerçekleşir." İfademizden Mustafa bey, Kur'an'ı anlamada (meallerini değil) Arapça'nın bilmenin gereksizliğini söylemişiz gibi Sahabenin Arapça bildiğinden, bugün "Kur'an'ı anlamak isteyenlerin başka işlere vakit ayırdıkları gibi Arapça'ya da vakit ayırsınlar" demektedir. Biz bu ifademizle bugün için Kur'an metninin anlaşılmasının daha karmaşık ve koplike bir hal aldığını ve klasik algılama biçimiyle onun anlamını günümüze aktarmanın mümkün olmadığını, yapmamız gereken başka şeylerde olduğunu ifade etmek istemiştik. Zaten, cümlenin bağlamından da bunlar anlaşılıyordu.
Müzakerecimiz, Meali okumaya çalışırken, çevenin bizi nasıl etkileyip yönlendirdiğinin farkında olmamız gerekir ve ancak o zaman bu yönlendirmenin etksini asgariye indirebiliriz dememizi ve bu etkinin azaltılması için bazı önerilerde bulunmamızı da eleştiri konusu yapmış. Sanki biz muhatabın çevreden tümüyle soyutlanıp kurtulması gerekir demişiz gibi "Bence böyle bir şey imkansız, eğer içinde yaşanılan çevre, anlamanın önünde engel olsaydı Sahabiler onu anlayamaz." demektedir. Hocamız anlaşılan, binbeşyüzyıllık tarihi, bu süreçte yaşananları ve oluşan algılama biçimilerini yok saymaktadır ve anlama konusunun "yapay" bir konu olduğunu söylemektedir. Binbeşyüz yıllık zaman dilimindeki her dönemde ortaya çıkan ve her döneminde cevap aranan bu konuyu sadece günümüze has kılıp "yapay"lıkla suçlamasını dinleyicilerin/okuyucuların takdirine bırakıyorum.
Mustafa bey tarafından, geleneksel okuma biçimlerinde amlamanın dikkate alınmadığını söylediğimiz cümleler de eleştiri konusu yapılmış. Ve cevap olarak da "Bugün modern eğitimli Müslümanlar açısından üzerinde önemle durulması gereken konu Kur'an-ı Kerim ile olan ilişkilerdeki duygu eksikliği ve yoksunluğu/yoksulluğudur." diyor. Hocamız sanırım, meal okurken, metin ile muhatabı arasında bir duygu bağı kurulamayacağını, bu ilişkinin sadece Kur'an'ı yüzünden okuma ile sağlanacağını ifade ediyor. Sanırım, burada kast ettiği şey Kur'an'ın musiki yönü olsa gerektir. Ancak duygu dediğimiz şey sadece musiki ile oluşmaz. Kendi adıma anlamın daha etkili bir duygu alanı oluşturacağını düşünüyorum, Kur'an'ın şiirsel üslubunu, kıyamet/ahiret sahnelerini, içeriğini hesaba kattığımızda söylemek istediğim şey daha iyi anlaşılacaktır.
Müzekerecimiz, "sanal sorunlar ihdas ederek çözüm ürettiğimiz"den söz etmekte, bu düşüncesini de mevcut mealler konusunda söylediklerimize dayandırmaktadır. Tebliğin yapısı gereği bazı konulara sadece değinerek geçmek durumunda kalıyorsunuz. Eğer meallerle ilgili bir çalışma yapsaydık hocamızın dediği gibi onları gereği gibi örneklendirmemiz gerekirdi. Ki o türdeki çalışmalarımızda ve bizim dışımızda yapılan çalışmalarda bu konular üzerinde yeterince durulmuştur.
Mustafa bey tarafından "Kur'an, 610-632 yılları arasında nazil olmuştur." ifademiz de eleştiri konusu yapılmıştır. Hocamız, 632'den 610 çıkardığımızda 23 değil, 22 sayısı elde edilmektedir. Sanki biz, 1 Ocak 610'da başlayıp, 31 Aralık 622 tarihinde bitmiştir, demişiz gibi bir yaklaşım sergilemiştir. Müzekerecimiz, "Mehmet bey, meal okuyucusundan, tefsir ve meal yazacak olan kişiden istenmesi gereken şeyler istenmektedir." demektedir. Biz, zaten, meal okumanın sorumluluk gerektiriren önemli bir eylem olduğunu ve metnin özelliği nedeniyle özel bazı gayretlerin gerektiğini, bunu yok saymanın metnin özelliğini ve tarihsel boyutunu inkar anlamına geldiğini ifade ettik. Ancak yine tebliğimizde meal okuma ile mealde doğru anlamı bulma konusunu birbirinden ayırdığımızı, bunu bir çalışmamızda ayrıntılı olarak tartıştğımızı dile getirmiştik.
Hocamız, ayrıca Mushaftaki mevcut tasnifin genellikle büyük sureden küçüğe doğru tasnif edildiği iddiamızı da eleştirmiş, "Maide Suresi, Araf Suresinden daha kısadır ama daha önce gelmiştir" demiş. Sanki biz, sürelerin büyüklüğünün göstergesi ayet sayıları demişiz gibi bir yaklaşım sergilememektedir. Oysa biz metnimizde bunu bir genelleme olarak söylediğimiz gibi, ayrıca daha başka gerekçeleri de dile getirmiştik.
Hocamıza yaptığı bu eleştirilerden ve bize eleştirileri nedeniyle bu cevapları verme imkanını oluşturduğu için ayrıca teşekkür ediyor, siz dinleyicilere ve kıymetli hocalarıma saygılarımı sunuyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder