Kur’an;
insanlık zulümden adalete, fakirlikten refaha, savaştan barışa, kölelikten
özgürlüğe evirilsin diye bir adalet ve barış savunucusunun dilinden yeryüzüne
dökülmüş, yeryüzünün vicdanında makes bulmuştu. Yine Kur’an, vicdanın, adaletin
ve barışın timsali Muhammed Resulullah’ın ve arkadaşlarının örnek mücadelesiyle
sözden davranışa/eyleme, davranıştan toplumsal düzene dönüşerek bir örneklik
olarak yeryüzünde ete kemiğe bürünmüştü.
Kelimelerin
ruha, ruhun ilke ve kurallara, bedenin cana, canın bedene kavuşması gibi Kur’an
ayetleri, vicdanlı, adil, hakkaniyetli ve araçsallaştırıp, ötekileştirmeyen
insanların hayatları olarak yeryüzünde tezahür etmeye başlayınca her renkten ve
her anlayıştan vicdanlı insanlarda karşılığını buldu. Kılıç, ordu, devlet,
rüşvet, ayrıcalık baskısı olmadan bu vicdanlı insanlar üzerinden dünyaya
yayıldı.
Ne
zaman işin içerisine kılıç girdi, asabiye ve ayrıcalık girdi, devlet girdi,
çıkar girdi, işte o zaman işin içine maskeler de girdi. Maskelerin yüzlere
geçirilmesi ile birlikte, kelimelerin ruhu, bedenlerin dili, yeryüzünün vicdanı,
vicdanlıları kayboldu. Hakikat buharlaştı, “somut gerçeklik” ve “hayatın
zorunlulukları”, olması gerekenler olarak masaya yumruğunu vurunca, vicdan ve asıl
olması gerekenler masadan sürüldü. Böylece “olması gereken” “hayatın acı
gerçeklerine” yani reel politiğe dönüştü. Reel politik, “olması gereken” olarak
kabul gördükten sonra yapılacaklar belliydi. Zaten onbinlerce yıldır aynı dili
konuşuyor aynı yöntemleri kullanıyordu. Bir kez daha Habil- Kabil örneğinde
olduğu gibi vicdanlılar sürülüyor, “zor/kılıç”
egemen oluyordu. Bir kez daha kardeşlerini “hayatın gerçekliğinde
duygusallığa yer yoktur” diyerek avlıyordu.
“Reel
politik” doğal değildi ve üstelik ruhu da yoktu veya onun ruhu başka bir ruha
dönüşmüştü. Çünkü o, ancak kılıçların gölgesinde, mızrakların uçlarında yürüyebiliyor,
egemenliği de militarist bir dil üzerinden ötekileştirerek kurulabiliyordu.
Bahanesi her zaman hazırdı; “zamanın ruhu bunu gerektiriyordu”. “Zamanın ruhu”,
aslında her zaman vardı ve insanoğlunun ilk defa topluluklar olarak yeryüzünde
var olmasıyla birlikte ortaya çıkmıştı. Varlığını da o günden bu yana hep
baskın bir şekilde sürdürüyordu.
Reel
politik’in her zamana, her coğrafyaya, her kültüre uygun/uyarlanabilecek kendi
dili vardı. Bu, insanoğlunun aşinası olduğu bir dildi ve din, kültür, gelenek
ve güç üzerine kuruluydu. Maskelerin ortaya çıkması ile birlikte devreye girdi
ve o dil üzerinden oyunu yeniden kurdu. Eski dilin merkezinde vicdan, haklı
olma ve adalet vardı, bunda ise reel politik denilen somut gerçeklik ve güç.
Her algı bu çerçevede yeniden tanımlanıp üretildi. İkinci ve üçüncü şahıslarla
ilişkiler bu dil üzerinden kuruldu. Çok geçmeden meşrulaştırma araçları devreye
girerek vicdanlar bastırıldı. Güçlü olmak haklı olmanın yegâne gerekçesiydi. Din
bu araçların başında geliyordu ve en etkili olanıydı. Çok geçmeden din de bu
yeni hayatın akışı içerisinde “reel gerçeklik”e göre yeniden dizayn edildi. Bu
yeni dini algı içerisinde öncelik, adalet değil, reel politikti, yani gücün
tahkim edilmesiydi. Barış ancak özgürlüklerin karşılığı olarak elde
edilebilirdi ve seçilmişlik/ayrıcalık esastı.
Kur’an
Ne Dedi, Müslümanlar Ne Yaptı
Hz
Peygamber’in inşa etmeye çalıştığı adalet ve barış dilinin alfabesi Kur’an’dı. Kur’an,
23 yıllık bir süreçte bu dilin çerçevesini belirlemiş, Resulullah da uygulamaya
koymuştu. Öncelik, bireyin zihninin buna hazır hale getirilmesi, arkasından
aile ve toplumda barışın tesis edilmesiydi. Bu ilişki biçimi sadece ilk
muhatapların yaşadığı coğrafyadaki muhataplar için değil, tüm muhataplar için
söz konusuydu. Adalet ve hakkaniyet ekseninde konuşmak ve anlaşmak esastı. Bu
esasları kabul edenlerle kardeş olundu, etmeyenlerle dokunulmazlık anlaşmaları
yapıldı. Anlaşmalarını bozanlarla veya saldırganlarla da savaşıldı. Kabilelerinin,
devletlerinin zulmünden kaçıp gelenlere kucak açıldı. Medine, mazlumların,
mağdurların, tüm yeryüzü muhacirlerinin de vatanı oldu. Onlara Müslüman olmaları
dayatılmadı, Müslüman olmadıkları için de ötekileştirilmediler. Coğrafyanın
sınırlar dışına fetih ve talan amaçlı çıkılmadı. Güç dilini konuşan egemenlere
karşı kendi toplumunun can ve mal güvenliğini korumaya yönelik tedbirler
alındı. Hiçbir zaman “Sen benden değilsin, benim gibi düşünmüyorsun, öyleyse
bana tabi olacaksın, bana cizye vereceksin, yoksa kılıçlar konuşur.” denilmedi,
bunun için seferler düzenlenmedi.
Çünkü düşüncesini,
akletme, irade ve tercih edebilme hürriyeti, adalet ve ahlak/sorumluluk üzerine
inşa eden İslam, toplumsal ilişkilerinin merkezine de sorumluluk/ahlak/ hesap
verebilirlik, istişare ve adaleti koymuştu. Bireyler arasındaki denge ve adalet,
onların hak ve hukukları da bu ilkelerin içselleştirilmeleriyle mümkün
olacaktı. Onun için akletme ve sorumluluk bu anlayışın en temel iki sütununu
oluşturuyordu.
Resulün sağlığında
bu ilkeler hayata geçirildi, tüm renkleri içine alan, kabile asabiyesinin ve
etnik yapının bir ayrıcalık ve üstünlük oluşturmadığı, ekonomik ve siyasi güce
itibar edilmeyen ve hak, hukuk, sorumluluk/takva, ahlak ve özgürlüklerin
merkeze alındığı, kimlik ve kişilik sahibi eşit bireylerden meydana gelen yeni
bir millet oluşturuldu. Adına da barışı, vicdanı, adaleti çağrıştırması
nedeniyle İslam Milleti denildi.
Sürekli Savaş Hali
Veya Kâdir İnsandan Muktedir Topluluklara
Ancak Resul
sonrasında Müslümanları Arap Yarımadasının dışına çıkıp fetih hareketlerine başlayınca
durum değişti. Kesintisiz devam eden fetih hareketleri halife seçimi ve Ridde
savaşları sırasında oluşan kırgınlıkların unutulup, yaraların sarılmasına
yardımcı olmuş ise de asıl olumsuz yansımaları sonraki yıllarda ortaya çıktı.
Ayrıca bu sürekli savaş/ “cihad” hali toplumsal sorunların nedenlerinin ve
çözüm yollarının etraflı bir şekilde konuşulup tartışılmasına da imkân vermedi.
Bu yolla bilinçli veya bilinçsiz temel bazı sorunların üstü örtülmüş oldu.
Müslüman
coğrafyadaki bu sürekli savaş ve “cihad” hali, diğer pek çok toplumda olduğu
gibi, Müslüman bireylerin geçiminin de “ganimet” olgusu üzerinden karşılanması
sonucunu doğurdu ve Müslüman topluluklar askeri bir topluma dönüştü. Böylece
yaşam biçimi farklı sınıfsal katmanların ortaya çıkmasına ve bir “ganimet
kültürü”nün oluşmasına neden oldu. Hz Ömer dönemi ile birlikte “ganimet” artık
özellikle Arap Yarımadası kökenli Müslümanların yegâne geçim kaynağı haline
geldi. Çünkü Hz Ömer, “cihad arzuları zarar görür” diye bunların tarım ve
ticaretle uğraşmalarını yasaklamıştı.
Bu “fetihçi/savaşçı”
anlayışın oluşturduğu en temel sorunlardan birisi de gerçek anlamda bir
“şehir”in kurulamamış olmasıdır. Çünkü hem yeni kurulan şehirler, hem de eski
şehirlere yapılan ekler ve yerleşim biçimi, savaşların bir yansıması olarak
kabile merkezli olmak durumunda kalmıştı. Eskiden, cahiliye döneminde,
vahasında veya çöldeki beldesinde bir kabile hiyerarşisi ve kültürü
çerçevesinde, dolayısıyla kendi aralarında bir bütün olarak yaşayan kabileler,
bu hiyerarşik yapılarını ve mevcut geleneklerini kendilerine ayrılan
mahallelerde yaşamaya devam etmişlerdi. Her kabileye ayrı mahalleler tahsis
edilmiş, buralarda çöldeki yaşam biçimlerini devam ettirmişlerdi. Böylece Arap
Yarımadasından/ çölden kadim dünyaya/ Mezopotamya’ya, Suriye’ye, İran’a,
Mısır’a inip, buraların önemli ve tarihi şehirlerine yerleşen kabileler, bu
yeni gettolarında/ vahalarında diğer kabilelerle ve şehrin yerlileriyle tanışıp
kaynaşmadan, kendileri kalarak, dışarıdakini de ötekileştirerek yaşamaya devam
etmişlerdi.
Bu savaş konseptinin
oluşturduğu güvenlik endişesi ve asimilasyon korkusu, kabile asabiyesinin
kutsanması, Resul sonrasında ilk dönem Müslümanlarının cahiliye/ kabile
yerleşim, şehirleşme konseptine geri dönmelerine neden olmuştur. Daha sonraki
yıllarda bu konsepte dini bir anlam yüklenmesi, bu konseptin İslami bir
modelmiş gibi algılanması sonucunu doğurmuştur. Dolayısıyla bu durum, metropol
boyutundaki şehirlerde bile, toplumların birbirinin yabancısı olarak ve öteki
üreterek hayatlarını devam ettirmelerine yol açmıştır.
Böylece her toplum
çölde olduğu gibi değişmeden, kendisi olarak
kalmış, kaynaşma ve dayanışma oluşmamış, en önemlisi de bu
toplumsal/ kabilesel yapı içerisinde bireyler/kişiler kabilenin bir dolgu
malzemesi, bir neferi, savaşçısı olmaları dışında bir görev üstlenememişlerdir.
Elde edilen zenginlikte bu kabile algısı ve geleneği içerisinde tüketilmiştir.
Yani gerçek anlamda, sorumluluk sahibi, kendi tercihleri bulunan bir birey inşa
edilememiştir. Başta İslam’ın (Kur’an ve Resul’ün) inşa ettiği, sorumluluk
sahibi bu birey, daha sonraki algı, anlayış ve uygulamalar sonucunda hakkın
rahmetine kavuşmuştur.
Öyle ki, sürekli
fetih ve savaş içerisinde olmak, onların sorgulama ve öğrenme duyularının
dumura uğramasına neden olmuş, bunun sonucu olarak cephe gerisinde ve evlerinde
bulundukları dönemlerde bile bir asker gibi düşünmeye başlamışlardır. Otoriter
yapı, ast-üst ilişkisi ve dikey hiyerarşik yapılanma onlar için hayatın doğal
bir yansıması olarak algılanmaya başlanmıştır. İşte Müslüman zihnindeki ve
toplumsal yapılanmasındaki bu otoriter ve baskıcı yapının önemli bir nedeni de
İslami bir şart olarak ortaya konan bu “sürekli cihad/ sürekli savaş” içinde
yaşama durumudur.
Cihadın, kıtal ve
savaş olarak algılanıp anlatılması, mücadele, cehd ve cihad kavramlarının
içinin boşaltılmasına, dolayısıyla esas cihadın Müslümanca yani İslam’ın
amaçlarını kavrayıp ona uygun olarak mütevazi bir şekilde yaşamak olduğunun
unutulmasına/ unutturulmasına neden olmuştur.
Baştan beri
anlatmaya çalıştığımız pek çok olay ve durumlarımız, Müslümanları, İslam’ın
bilinç, sorumluluk ve özgürlük üreten ortamından uzaklaştırarak, tepkisel, içe
dönük, kendine güvenmeyen, öteki üreten ve ürettiği bu ötekiyi sürekli
kendisine düşman gören bir algının oluşmasını sağlamış. Bu nedenle bu algı,
onun güvenlik eksenli ve otoriter merkezli bir dünyaya kaymasına neden
olmuştur.
Öyle ki, İslam’la
birlikte şekillenen ve “çevresiyle barış içinde yaşayan” ve “sorumluk sahibi”
insandan, “çevresine hükmeden”, ahlak ve adaleti değil “gücü ve mülkü
önemsemeyen”, “kadir-i mutlak insan”a dönüşmüştür. İlk dönemde üretilen,
“insanın Allah’ın halifesi olması” tezi de bu kadiri mutlak insanın
tezahüründen başka bir şey değildi. Bu geriye doğru evirilme sadece insanın
zihinsel serüveniyle sınırlı kalmamış, yapıp ettiklerine yansıdığı gibi,
kurduğu yapılar, ortaya çıkardığı ürünler de bu yönde olmuştur. Üstelik tüm
bunlar, insana irade ve seçme hakkı vermeyen, adaletinden değil, gücünden emin
olamayacağımız kadiri mutlak Allah anlayışını merkeze alan, mutlak itaatçi ve
bireyin iradesini yok sayan Cebriyeci bir anlayışın gölgesinde olup bitmiştir.
Bu nedenle böyle bir
anlayıştan ve böyle bir ortamdan özgür irade ve sorumluluk sahibi bir birey
değil, kalabalığı/orduyu tamamlayan bir nefer, bir asker çıkmıştır. Doğal
olarak onların toplumsal yapılanmaları ve yapılanma biçimleri de tepeden
aşağıya/ dikey/piramitsel olarak şekillenmiştir. Bu yapılanmalar doğal bir
sürece değil zora dayandığı için, yapılanmaları da kaçınılmaz olarak bu şekilde
gerçekleşmiştir. Oysa doğal ve sorumluluk eksenli bir yapılanma, ast-üst /dikey
şeklinde değil, yatay ve iş bölümünü esas alarak inşa edilirdi, dolayısıyla
öteki ve düşman da üretmezdi. Düşman üretmediği gibi, kendini düşman olarak
tanımlayanlara da ayna olarak, kendilerine bakmalarını ve özeleştiri yapmaları
imkânını sağlar, adil olmaktan kimseye zarar gelmeyeceğini bir süreç içinde
onlar da öğrenirlerdi.
Bugüne geldiğimizde
de benzer bir manzara ile karşılaşıyoruz. Bütün teknolojik yeniliklere, “siyasi
ve sosyal devrimler”e rağmen şehirlerin yapısında, daha çok şişmesi dışında
fazla bir değişiklik olmamıştır. Özellikle göçün devasa boyutlara ulaştırdığı
bugünün metropollerindeki manzaranın bu geçmiş dönemdeki şehirlerin yapısından
pek de farklı olmadığı görülmektedir.
Bundan dolayıdır,
ataerkil kabilesel anlayışların ve otoriter hayat algısının devam ettiği bu
yerleşim birimlerinde özgür düşünceli ve sorumluluk sahibi bireyler
yetişmemektedir. Kendisini, kendi fikir ve eylemleri ile değil kabile/ aşiret,
cemaat aidiyeti üzerinden tanımlamakta, kendisini bu yapılar ve bu yapıların
ürettikleri üzerinden var kılmaktadır. Günümüzde modern kabileler olarak
adlandırabileceğimiz ulus devletlerin birey ve toplum üzerindeki yansıması da
bundan farklı değildir. Bu nedenle ulus devletler dâhil, bu tür yapılanmalardan
birey değil, birer nefer, fedai ve emir eri çıkmaktadır.
Bugün Ne Durumdayız?
Bugüne geldiğimizde
kendilerini İslam ile ilişkilendiren yapılanmaların, devletlerin, cemaatlerin,
grupların hepsinin;
1- Lider merkezli, hiyerarşik/pramitsel/
dikey yapılanmaları ve istişareden uzak oluşları,
2- Ötekileştiren ideolojik nitelikleri ve
3- Bireyin iradesini ortadan kaldırmaları
konusunda tüm
Müslümanlar hemfikirdir. Ancak bu hemfikirliliğin ne anlama geldiği konusunda
Müslümanlar hemfikir değillerdir. Şöyle ki; bu üç şıkta ifade edilen durum,
Müslümanların kahır ekseriyetince, doğal ve olması gereken bir durumdur,
üstelik onlara göre İslami olan da budur. Yani, lider merkezli olma,
ötekileştirme ve bireyin iradesizliği zaten olması gereken bir şeydir. Bunlar
egemen/resmi İslam algısının da özünü oluştururlar. Bizim de içinde
bulunduğumuz azınlığı temsil eden insanlar için ise durum probleme işaret eder
ve iki boyutludur. Geçmişteki ve günümüzdeki mevcut yapılanmaların böyle
oldukları doğrudur, ancak bu durum, olması gereken olmadığı gibi İslami olan da
değildir. Yani bunlar toplumsal sorunlarımızın en problemli alanlarını
oluştururlar.
Bu güne geldiğimizde
günümüzdeki yapılanmaların hiyerarşilerindeki katılık ve lider sultası tüm
teknolojik yeniliklere ve dünyanın bireylerin avuçları içerisinde olmalarına
rağmen eskisini aratacak düzeyde olduğunda şüphe yoktur. Tüm bu teknolojik
yenilikler şeffaflığı ve özgürlüğü değil, bağımlılığı ve sorgulanmazlığı
tetiklemektedir. Liderler ve cemaatlerin önderleri de bu durumdan sonuna kadar
yararlanmaktadırlar. Bu açıdan baktığımızda modern görünümlü pek çok sivil
toplum örgütlerindeki yapılanmaların da geleneksel hiyerarşi içerisinde
oluştuğunu görürüz. Modern bir görüntü arz eden onlarca komite, komisyon ve
çalışma grubu, doğal bir iş bölümüne ve bir istişarenin varlığına işaret etmez.
Bu komiteler daha çok emir komuta zincirinin bir parçası olarak, emri hayata
geçirmek için vardırlar. Dolayısıyla buralardan çıksa çıksa en iyimser haliyle,
lideri, ya da cemaat veya yapıyı kutsayan, bir arı kolonisindeki işçi arılar ve
işçi arılar düzeni çıkar.
Günümüzde belki eskisinden farklı olarak cemaat/ yapı ve
müntesip/üye ilişkilerini, onların aidiyetini, algı ve doğmalardan çok dünyevi
çıkarların belirliyor olmasıdır. Yapı ve cemaatlerin bu özelliği, onların üye
bulmalarını ve üyelerin onları sahiplenmelerini kolaylaştırdığı bir gerçektir.
Ancak bu sahiplenmelerin nitelikten çok bir niceliğe işaret ettiği de başka bir
gerçek olsa gerektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder